top of page

salgın, sahne ve küçülen harflerimiz

Modern Mythologies Project’in kurucusu ve tiyatro oluşumu Katharsis Performance Project’in kurucusu/sanat yönetmeni, gösteri sanatları alanda oyuncu/performansçı, yönetmen, yazar ve eğitmen olarak çalışmalarına devam eden Fulya Peker, Covid-19 pandemi sürecinde salgın ve sahne ilişkisine dair izlenimlerini yazdı


yazı: fulya peker


Alberto Giacometti, The Glade, 1950


(dağınık bir ev halini andıran, girişi çıkışı olmayan, başı-ortası-sonu birbirine dolaşmış, üç noktalarla eklemlenmiş, başlığı sonradan eklenmiş bu yazıyı kaleme (?) almaktaki sebebim (?) öncelikle bir insan olarak, sonra hem bir tiyatro sanatçısı hem de bir seyirci olarak covid-19 pandemi sürecinde gösteri (?) sanatlarının kapalı kapılar ardında gösterebildiği yahut gösteremediği sancı ve salınımlara ilişkin kişisel deneyimlerimi ve gözlemlerimi kendimle ve okuyucuyla paylaşmak)


cümlelerime büyük harfle başlamak gelmiyor içimden bugünlerde… bir yandan bir susku çoğaltıyor, bir yandan da kelime döküp saçıyorum ortalığa... sonra aniden sıkılıveriyorum kendimden... kızıveriyorum her şeye... sonra bir dinginlik ki, sorma! insanca, pek insanca…


Sağdaki fotoğraf: Mert Edis & Soldaki fotoğraf: Doğa Can Ertürk


sağlık ve ekonomik durumlarımıza göre zihinsel ve fiziksel olarak farklı evrelerden geçiyoruz içinde bulunduğumuz bu süreçte. bir gün önemli olan, bir gün önemsiz olabiliyor… hatta her saat değişip dönüşebiliyor bir şeyler… (“şey”ler ayrı yazılır!) hayatlarımız birçok olasılığa ve önermeye açık... yüzyıllardır yaptığımız çoğu şeyin temelinde yatan ölüm korkusu yahut hayatta kalma arzusu ve insanın devamlılıkla ilgili açlığı tüm çıplaklığıyla karşımıza dikilmiş durumda… hem kendimizin hem de insanların hayatını riske atmamak için seçtiğimiz ve bir yandan da temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için çalışmaya devam etmek durumunda kaldığımız bu kapanma sürecini, olanaklarımız çerçevesinde nasıl daha rahat edebileceksek öyle geçirmek ve birbirimize bu konuda özgürlük alanı tanımak; yargılayıcı üsluplar konusunda çok daha hassas davranmak, suçlama ve savunma, övgü ve yergi mekanizmalarına, emir kiplerine dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum... tanımlamalar ve kimlikler üzerinden değil de mevcudiyetimiz üzerinden ve daha evrensel bir pencereden gözlemlemeye çabalamamız önemli baĞzı şeyleri… bu çabanın ifade edilmesinde edebiyat, sanat ve felsefeyi kendi adıma gerekli araçlar olarak görüyorum.


David Michalek'in tiyatro oyuncularıyla gerçekleştirdiği ve Lincoln Center'da sergilenen Portraits in Dramatic Time adlı film yerleştirmesi, New York, 2011


insanlar bu durumdayken, sen sanat derdindesin! retoriği oldukça eski ve pasif agresif bir retorik elbette memlekette... sanatın ne olarak algılandığına kadar yolu var bu tartışmanın… insanlar açken felsefe yapmak ayıp mı? entelektüel işçilik neden hor görülür? bir insan şiir okuyorsa yeterince aç değil midir? aslında bu saçma soruların kaynağı da yıllarca birbirimizi özeleştiri adı altında içeriden kemirip durmuş olan bizleriz… (durmuş muyuz sahi?) yakın geçmişte, kendi aramızdaki didişmenin kelime dağarcığından esinle, siz elitistler! diye suratımıza çemkirilince şaşırmamıza şaşırmamak elde değil... bu defa öyle yapmasak keşke… daha önce yaşadığımız hiçbir şeye benzemeyen bu ölüm kalım sürecinde, bir şeyleri sandığımız kadar bilmediğimizle, bilmeyebileceğimizle de yüzleşebilsek… bilmemeyi bilsek... ezberini yakın geçmişte bozmayı denediğimiz baĞzı şeyler, şimdi daha hızlı bir biçimde yapıcı bir iletişime geçebilmemizi sağlasa… sükut ve sabırla sarılabilsek ölümlülüğümüze… bir gün dışarı çıktığımızda, boş şehirlerin biz içerideyken belki de birer birer çürüyen binaları arasında gezineceğimiz zaman geldiğinde, bir şeyler öğrenebilmiş olmanın hüznünü ve huzurunu aynı anda hissedebilsek… -se, -sa…


suyu ılıştırma denememin ardından, bir süredir farklı coğrafyalardan birçok meslektaşımın da tartışmakta olduğu baĞzı konulara ilişkin fikirlerimi paylaşacağım şimdi ve burada… ılıttığım suyu kafamdan aşağı dökeceğim yani... yazacaklarımı, tiyatro alanında ankara’da konservatuar ve new york’ta edebiyat, tarih ve eleştiri eğitimi aldıktan sonra, dramatik ve konvansiyonel yapıdan koparak hem sahnede hem akademide oldukça deneysel ve disiplinlerarası bir yolda ilerlemeyi seçmiş, bahsi geçen çetrefilli yolda tiyatronun esnekliği konusunda kayda değer deneyimler edinme şansı bulmuş ve hala eşelemelerine devam eden, kaşıntısı bir türlü dinmeyen bir oyuncu/performansçı, yönetmen, yazar ve eğitmen olarak yazacağım... sahnenin her yerine bulaşmış ve tozunu yutmakla kalmayıp çamurunu da yalamış olduğum için, bu tür mesleki çerçevelere hapsolmayı sevmiyorum aslında; ama bunu okurken yahut okursanız, size seslenen kişinin hangi pencerelerden bakarak bunları yazdığını bilmenizin de önemli olacağını düşünüyorum... biraz da, şu anki düşüncelerimi arşivleme derdindeyim sanıyorum… sanki ortalıkta bir yerlere not almazsam unutacakmışım gibi geliyor baĞzı şeyleri… ve unutmamamız gereken zamanlardan geçiyoruz...


Object Collection tarafından sahnelenen Robert Ashley'nin Automatic Writing adlı deneysel müzik kompozisyonu, New York, 2011, Fotoğraf: Hunter Canning


tiyatronun türlü türlü üretim pratiği var, malum… seyirciyle olan ilişkisi de gerçeklik algımızdaki sapmalarla eş zamanlı olarak hep değişmiş ve değişmekte… bu süreçte ve sonrasında tiyatro neye evrilecek? “dijital tiyatro” yahut “naklen tiyatro” diye de bir alt başlık olacak mı? tiyatro kayıttan izlendiğinde tiyatro mudur? senkron emekti de asenkron emek değil miydi? hali hazırda genleşen sanal sahnelerden söz edecek miyiz? canlı tiyatro deneyimi değersizleşecek mi, yoksa değer mi kazanacak? oluşabilecek yeni sanat biçimine tiyatro demek zorunda mıyız? vaktiyle nasıl tiyatrodan ayrışarak film yahut performans sanatı gibi yeni disiplinler tasarladıysak, koşulların ortaya çıkardığı bu disipline de “online sanat”, “izolasyon sanatı”, “sosyal mesafe sanatı” diyemez miyiz? yoksa internetin erişim olanakları düşünüldüğünde aslında pek de “tecrit” sayılmayan bu deneyimi, idareten, “pandemi ve sahne” çatısı altında tanımlamamız kafi mi? tüm bu tanımlamalar, tırnak içleri, birkaç teorik açılım ve tez konusuna bakmıyor muydu hep zaten? alternatif bir üretim pratiği yahut yaratıcı bir disiplin doğması eskileri değersizleştirmiyor… bir şeylerin başlaması başka bir şeylerin bitmesi anlamına da gelmiyor… sanatta disiplinlerarası kesişmeler ve ayrışmalar her zaman mümkün… her sanat disiplini kendi seyircisini bulup yoluna devam etmiş ve edecek bir şekilde; ama mesleki sahiplenme içgüdüsü ile sınırları belirginleştirme refleksi devreye girdiğinde, an an bir tedirginlik yaşanması da gayet doğal... sadece bu tedirginliğin nedenini sorgulamak için henüz erken diye düşünüyorum... ellerimizi terleten sezgisel heyecan dalgalanmalarını hayra yahut şerre yormak gerekmiyor… ortada tanımsız bir uyaran var... bu uyaranla oynaşmakta da bir sakınca yok... nihayetinde olayımız oynamak, oynaşmak...


Fulya Peker, 8 saatlik A Tree In-Deed adlı performans, New York, 2013,

Fotoğraf: Veli Sırt


pekiyi, seyirciyle buluştuğu anlar dışında ne yapar, ne eder bu “oynaşanlar”... tiyatroya ilişkin baĞzı tartışmalarda yaratım ile üretimin eş anlamlı kullanılmasını bir sorunsal olarak değerlendiriyorum… sanatın sadece bir ürün olarak değerlendirildiğini, sanatçının yaratım sürecinin yok sayıldığını, sanat yapmaktaki motivasyonunun sadece alkış değil yaşamla kurduğu bağ bakımından bir araç, kendi adına bir ihtiyaç olabileceği fikrinin hep unutulduğunu hissediyorum… tiyatro bir arz-talep politikasına bağlanarak tüketim konvoyuna ekleniyor çoğu zaman… ben, tiyatroyu sadece seyirciyle buluştuğu anda başlayan yahut biten bir olgu olarak değerlendirmek yanıltıcı olur diye düşünenlerdenim... elbette burada ürün odaklı bir "showbiz" dünyasından bahsetmiyorum… birbiriyle iç içe geçen poiesis ve praxis alanlarını kapsayan daha geniş bir mimetik olgudan, sanatçının yolculuğundan söz ediyorum… şimdi, gelecek ile kurmaya çalıştığımız bağları ve bir şeyleri geçmişleştirebilme dürtüsünü canlı tutmak için sanatçının yolculuğuna izin vermekte fayda var… sanat geçmişi tarifle geleceği, geleceği tahminle geçmişi sorgulama, olabilirlikleri ve olamayanları yansıtma özelliği ile zamanlararası bir geçirgenlik göstermenin yanında, kriz anlarında hem algıları dönüştürme becerisi hem de anı hafızaya kaydetme özelliğini devreye sokması ile, kullandığı malzemeleri de duruma göre çeşitlendirebilen, etkin bir iletişim aracı… gösteri sanatlarının bu alandaki yetkinliğini “prova” süreci ile açıklayabiliriz… yani seyirci ile karşılaşıldığında “şimdi” gibi görünen şeylerin, aslında oyuncunun zihninde geleceği saklı tutulan bir geçmiş olması haliyle... özetle, tiyatronun “hafıza” ile devam eden flörtü zaman ve mekan kırılmaları yaşanan şu günlerde hayat kurtarıcı değil; ama bilinmezlikle dolu bir yarın için deney(im) araçlarından biri olması bakımından önemli... işte tam da bu noktada “arşiv” sözcüğü ile karşılaşıyoruz...


Richard Foreman'ın Deep Trance Behavior in Potatoland adlı oyunu,

New York, 2008, Fotoğraf: Paula Court 


gösteri sanatları kayıtlarının erişime açılması da baĞzı tartışmalara yol açıyor bugünlerde... ben bu kayıtların paylaşılmasını çeviriye benzetiyorum biraz... çeviride de metnin orijinal dilindeki birçok ayrıntıyı kaybedebiliyoruz; ama bu metinler arası geçiş bir yandan da dilde baĞzı buluşların önünü açılabiliyor... çevirinin motivasyonu orjinal dildeki metni değersizleştirmek değil, erişilebilir kılmak... elbette her metni kendi dilinde okumak isterdi gönül; ama çevirilerin bilgi akışının sürdürülebilir olmasındaki rolünü de inkar etmek mümkün değil... bilginin fazla ulaşılabilir olmasının insan zihnini ne yönde etkilediği, bilginin niceliği ve niteliğine ilişkin çelişkiler çok daha eskiye dayanan ve internetin hayatımıza girmesiyle derinleşen daha geniş kapsamlı bir konu… hepimiz uzun süredir hafıza kartları ile yaşıyoruz… bu tembellik bizi nasıl evriltiyor? ve bununla başa çıkarken sanatı nereye konumlandırabiliriz? bunları düşünmek de önemli elbette, ama oraya hiç girmiyorum şimdilik... hep yaptığı gibi zaman yine kevgirden geçirecektir bu süreçte biriktirilen her şeyi nasıl olsa...


süren tartışmaların düşündürdüğü ve yakın gelecekte karşılaşacağımız asıl soru ise aşı bulunana kadar, kapalı bir alanda uzun süre bir arada olmanın taşıdığı risklerden doğan güvensizlik hissinin seyirciyi nasıl etkileyeceği… sosyal mesafenin önemini düşündüğümüzde, öyle görünüyor ki, tiyatroda “toplanma” ritüeli bir arada güvende olduğumuzu yeniden hissedene kadar “buluşma”yı değil “bulaşma”yı anımsatacak seyircisine… örneğin ben, tiyatro sanatı için göze aldığım onca şeye rağmen, yarın herkes dışarı çıkabilir! dense bile, iktidarın yarattığı bu güvensizlik hissi nedeniyle ve hal-i hazırda sağlığından sorumlu olduğumu hissettiğim risk grubundan bir insanın katili olmamak için, bulaşın kontrol altına alındığından emin olmadan, gidip bir oyun seyretmeyi göze alamayabilirim… (itiraf etmeliyim ki tiyatro seyircisi olarak gün geçtikçe daha da müşkülpesent oluyordum zaten...)


bu noktada imdadıma, beklenmedik bir biçimde, bocelli yetişti geçen hafta… “amazing grace” söylemiş tek başına, katedralin önünde… bu performansı seyircilerle bir arada ve canlı deneyimleseydim, paylaşımın etkisi bu kadar derin olmazdı… defalarca canlı “amazing grace” dinledim, hiç bu kadar etkilenmedim… neden mi? tam da bu kez canlı olarak deneyimlenemediği için, seyirci ile aynı mekan paylaşılamadığı için, mekan üzerinden değil zaman üzerinden bir birleştiricilik sağladığı için ve bu derin yalnızlığın paylaşılmasının verdiği buruklukla boşlukta kendi yankısıyla çarpışan bir performansçı ile hem seyirci hem meslektaş olarak bağ kurabildiğim için… sahnede olduğum baĞzı gecelerde oyunumu boş kalan koltuklara oynardım... oraya gelememiş olanlar her kimlerse onlara… ölenlere, henüz doğmayanlara, bilet parası olmayanlara, tiyatrodan nefret edenlere vs… için ki; baĞzı boşluklar çok kıymetlidir… olamayanlar olabilirliklerin devamlılığını sağlar.


yok var mıdır?


ufak bir hatırlatma ile bitireceğim yazımı… bu süreçte bunları düşünebiliyor olduğumuz için de düşünemiyor olduğumuz için de suçlu hissetmemiz gerekmiyor... hem arkadaş sohbetlerinde hem de derslerimde altını çizmeye çabalıyorum bunun... açlık ve ölüm etrafta gezinirken bunlarla ilgili hala bir iki kelam edebildiğimiz bir alanımız olduğu için şanslıyız sadece, hepsi bu... nihayetinde her ne olursa olsun baĞzı şeylerin kökü bizde, yine uzar! demeli belki de…


çok çok uzun bir yazı oldu bu... evet... tetikledikleri tuhaf bulantıya rağmen, harflerimi küçük dilime bastırarak bir suskuyla devam edebilirim artık belki, en azından bugünün geri kalanına ve belki yarının bir kısmına...


bilmeyerek, bilmeyebilerek...

bottom of page