Yazı: Oğuz Karayemiş
Beşerî bilimlerde ve sanatta “ilişkiselci” yaklaşımlar yükselirken varlıkların istikrarı ile bu istikrarı kazanma ve sürdürme tarzları görünmez hale geldi. Zira ilişkiselcilik biçimleri genellikle oluşa, değişime, sürece ağırlık veren çerçeveler oldular ve bu da varlıkların önemli bir boyutunu yani süredurma eğilimlerini görmezden gelmek anlamına geldi. Bu yazıda bu süredurma eğilimine “mukavemet” ismini vereceğim ve sanat aracılığıyla bu mukavemeti düşünmeye çalışacağım. Fakat önce ilişkiselcilikle ne kastettiğimi açıklamak istiyorum. Ardından Buşra Tunç’un Fire sergisinden bir video yerleştirmeyi ele alacağım.
İki tarz-ı ilişkiselcilik
İlişkiselcilik denince genellikle anlaşılan şey, varlıkların birbirleriyle ilişkili olma şekillerinin varlıkların kendilerinden görece daha önemli olduğudur. Bu önerme, şu veya bu varlığın bir özelliğinin veya kudretinin asla tek başına vuku bulmadığı, daima bir etkileşim neticesinde zuhur ettiği fikrini imâ eder. Varlıkların karşısında ilişkinin vurgulandığı bu ilişkiselciliğe “zayıf ilişkiselcilik” demek mümkün. Bu anlamda az çok farklı yollardan hepimiz bir derece ilişkiselciyiz.
Lâkin bir de özelliklerin, kudretlerin, hatta varlıkların yalnızca zuhurunda değil baştan sona bizzat varoluşlarında ilişkilerden ibaret olduğunu söyleyen “kuvvetli ilişkiselcilik” var. Bu ilişkiselciliğin felsefi temellendirilmesi Donna Haraway ve Karen Barad gibi filozoflarda bulunur. İşte kuvvetli ilişkiselciliğin evreninde mukavemete yer yoktur. Zira aslına bakılarsa bu ilişkiselcilik yaklaşımında “varlık” yoktur, var olan her şey (onlara artık ne kadar “şey” denebilirse) ilişkilerinden ibarettir.
Mukavemeti düşünmek
Elbette ilişkiselciliğin maharetlerini unutmamak gerekir. Örneğin, bir varlığın sanat yapıtı olmasını, sanatçı, seyirci ve sergi mekânı ilişkileri içinde olmak dışında açıklamak nadiren mümkündür. Fakat zayıf ilişkiselci yaklaşımların pekâlâ rahatlıkla açıklayabildiği bu gibi fenomenleri açıklamak için kuvvetli ilişkiselciliği devreye sokmanın neden gerekeceği hiç de açık değil. Üstelik kuvvetli ilişkiselciliğin maliyeti faydasından çok daha büyüktür: Empirik olarak varlığından şüphe edilemeyecek mukavemet olgularını açıklayamamak.
Mukavemeti bir varlığın maruz kaldığı etkilere rağmen bileşimini muhafaza etme kudreti olarak tanımlıyorum. “İlişkinin” bir etkinin tekrarı olduğu göz önüne alındığında mukavemetin karşı koyduğu şeyin ilişki olduğu açığa çıkar. Eş deyişle mukavemet, bir varlığın başka varlıklarla ilişkiye geçmesine, bu ilişkiler dolayımıyla maruz kaldığı dönüştürücü etkilere rağmen varlığını sürdürme eğilimidir. Bu açıdan onun bir tür direnç veya direniş olduğu da söylenebilir. Fakat mukavemetle ben, nihayetinde kendini direnç veya direniş olarak dışavuran bu eğilimin olumlu tarafını yani bileşim birliğinin muhafazasını adlandırıyorum. Bu durumda direnç fenomenleri mukavemetin bir belirtisi olarak onun olumsuz yanı olacaktır.
Mukavemetin her yerdeliği
Mukavemetin empirik mevcudiyeti gerçekliği baştan sona kateder. Örneğin evrenimizdeki en temel olaylardan biri yıldız oluşumlarıdır. Fakat yıldızın zuhuru için serbest haldeki hidrojen atomlarının belirli bir derecede sıkıştırılıp basınca maruz kalması gerekir ki yıldızın erken çekirdeği halini alacak helyum sentezi vuku bulabilsin. İşte burada basıncın “belirli bir derecesi”, hidrojen çekirdeklerinin sıkışıp kaynaşma karşısındaki mukavemetiyle tanımlanır. Hidrojen çekirdekleri, kendi bileşim birliklerini muhafaza etmek isterler ve helyum oluşturmak üzere hiç de kolayca kaynaşmazlar. Doğayı kateden bu hakikat, bütün bir sanayimizin de temelinde yatar. Buna daha yakından bakmak üzere Buşra Tunç’un Fire (2024) sergisinden bir yapıtı ele alacağım. Ayrıca bu serginin mukavemeti düşünmek için başka fırsatlar sunduğunu da eklemeliyim.
Ekmel Ertan küratörlüğünde 28 Nisan-28 Haziran 2024 tarihleri arasında Fener Evleri 2’de gösterimde olan sergi, çeşitli üretim alanlarında sınai ham madde olarak görülen malzemelerin biçimlenme süreçlerinden arta kalanlara odaklanıyor. Bu süreçler bir tür verimlilik mantığına uyduklarından temelde bütün girdilerin mümkün mertebe istenen ürünlere tam olarak dönüşmesini hedefler. Fakat “mümkün mertebe”yi belirleyen mukavemettir. Sergideki WP275BAR (2024) isimli video yerleştirme, sınai bir makinenin işleyişine ve nihayetinde son ürünlerin yanı sıra firenin üretimine odaklanıyor. Dört ekrana yayılan videoda son derece basit bir ürünü üretmek için bile ne çok unsurun seferber edilmek zorunda olduğu görülüyor. Hareketli aksamlar, hidrolik sistemler, elektronik devreler ve bu unsurların her birinin sahip olduğu ritimler, fireyi engellemek için vardır. Fakat başarılabilen yegâne şey, firenin görece asgarileştirilmesidir. Üstelik videonun kurgusu sayesinde dikkatle seyredildiğinde firenin yalnızca ham maddede değil bizzat makinenin kendinde de vuku bulduğu hissedilir. Makine, yapmak için özellikle programlandığı işi yaparken arada bir tekler, tasarlanmış işlevi sekteye uğrar, ritmik kompozisyonu bozulur.
Evrenin bir çift sözü var
Varlıkların mukavemeti aracılığıyla işitilmesi gereken şey, evrendeki hiçbir şeyin diğer başka şeylerin arzularına öylece boyun eğmediğidir. Dolayısıyla insanlar arasında doğaya hâkimiyetle ilgili hangi fantezi hüküm sürerse sürsün fabrikadaki fire, insanın biçimlendirici etkisinin sınırına tanıklık eder. Bu tanıklığı olumlu bir şekilde geliştiren yani onu çözülecek değil derinleştirilecek bir problem olarak ele alabilen ise sanayi değil sanattır. Buşra Tunç’un Fire sergisi böyle bir problemleştirmenin ve araştırmanın önemli bir ağırlık taşıdığı sergilerden biri olarak görülebilir. Zira malzeme mukavim olduğu için açığa çıkan fireyi odağına alan sergi, yapıtlarını onlarla inşa ederek mukavemetin ardından yatanın şu veya bu sınai (ve hatta sanatsal) düzenleme dâhilinde işe koşulamayan kapasitelerin yattığını düşünmeye çağırır. Malzeme, düzenlemeler arasında “doğasını” (bileşim birliğini) pek az değiştirerek dolaşmaya ve farklı işleyişlerin parçası olmaya muktedirdir.
Elbette sanatçıların mukavemeti her daim açıkça bir problem olarak benimsediklerini söylemek mümkün değil. Lâkin mukavemetin sanat pratiklerini her daim belirleyen temel bir boyut olduğunu iddia etmek aşırılık olmazdı. Örneğin en kadim mecralardan resim, boyanan yüzeylerin sıvı boyalara mukavemetinin seferber edilmesidir. İster bez tuval ister kâğıt olsun resmin inşası, yüzeylerin mukavemet sınırlarına ihtimam göstermeyi ve boyaların kimyasal bileşimlerinin buna göre ayarlanmasını gerektirir. Günümüzdeki çoğu yerleştirme ise buluntu nesnelerle inşa edilen mecralarına dâhil olan malzemenin mukavemetlerinin çıraklığını talep eder. Sanatçı, inşa ettiği her yeni mecrayla birlikte malzeme üzerinde tatbik ettiği kuvveti mevzubahis malzemenin mukavemetine göre ayarlamak zorundadır. Bu nokta sanatın zanaata ziyadesiyle yaklaştığı, daha doğrusu sanatla zanaatın sınırlarının bulanıklaştığı zeminlerden biridir. Ayrıca şimdi sanat yapıtının “ilişkisel” varoluşunun mukavemetle ilişkisini de tekrar düşünmek mümkün: Yapıt, ancak sanatçı, sergi mekânı ve seyirci ilişkileri içinde işler fakat nihai anlamı ne sanatçı tarafından mutlak olarak sınırlanabilir ne mekân başarısız bir yapıtı tek başına başarılı kılabilir ne de seyirci yapıta, yapıt seyirciye yüzde yüz nüfuz edebilir. Yani hem anlam hem de varoluş bakımından bütün bu ilişkileri mukavemet kateder. O halde zayıf (veya temkinli) bir ilişkiselciliği daima mukavemete yönelik dikkatle harmanlamak gerekir.
Demek ki anlamlı bir ilişkiselciliğin sınırını gösteren mukavemetin yalnızca evrenin temel bir boyutu olmakla kalmadığı, sanatta da en önce pratik düzeyde kurucu bir boyut olduğu açığa çıkıyor. Günün posthümanist ve ekolojik ilgileri dâhilinde ilişkisellik kadar mukavemete de mesai harcanması, sanatın ifade kuvvetlerini düşünmede yeni ufuklar açabilir. Zira velev ki sanatsal ifade malzemenin ifade hasletlerinden neşet ediyorsa şu veya bu malzemenin ifade hasletlerini onun bileşim birliği temellendirir. O halde mukavemetin araştırılmasıyla malzemenin ifade imkânlarının araştırılması bir ve aynı araştırmadır.
Kommentare