Ebediyete uğurladığımız sanatçı Halûk Akakçe'yi Aralık 2006'da yayımladığımız Evrim Altuğ'un röportajı ve Hasan Deniz'in fotoğraflarıyla anıyoruz
Halûk Akakçe, Fotoğraf: Hasan Deniz
Halûk Akakçe'nin eserleri, ekseriyetle kişide uyanıkken rûya gördüğü duygusu yarattığından olacak ki, onunla yaptığımız nadide görüşmelerden biri daha, gayet medeni ve soğukkanlı geçti. Soğukkanlı dediysek, bu kesinlikle, onun işlerine özgü veya kişiliğine mal edilebilecek bir sakınca olarak alınmamalı.
Bu söyleşinin ruhundaki soğukluk, cool'luk serinkanlılığa daha yakın olsa olsa. Bir yerde Akakçe'nin yaşam ve üretim biçimine karşı aldığı sağlam tutumun bir yansıması olarak değerlendirilmeli. Sonuçta, soru soran tarafta olmak bile, Akakçe ile konuşurken taşıdığınız patient/hasta hissiyatını yok edemiyor. Çünkü rüyaları üreten de, yorumlayan da, kendisi. Siz yalnızca onları hatırlıyorsunuz. Gerisi; onun da çok sevdiği bir tabirle. Hiç.
Yaptığın işe karşı dürüstlüğün, senin siyasetindir.
İşlerindeki "insansızlık" ama aynı zamanda da insana yatkınlıkla ilgili konuşmak istiyorum. Cisimleşmiş fikirler görüyorum bu işlerde. Nesneleşmiş insan fikirleri... Tasarımları.
Evet, belki onunla da kesin bağlantısı olan bir şey. Esasında ben insansızlık konusunda senin gibi düşünmüyorum. Çünkü bilinçli olarak bir boşluk; yani insanın yokluğunu hissettirmek isteyen işler değil bunlar. Ama bir mekânsallaşma var. Mekânlar var bunların içinde. O da zaten, senin de söylediğin gibi bir anlamda birtakım duyguların cisim bulup, objeleştiği mekânlar; evet böyle bir yaklaşım var.
Bu işlerin birbiriyle bağı veya deneyimlenme ömürleri üzerine belirgin tasarımların veya “yatırım”ların oluyor mu? Sonuçta bunların her biri birtakım koşullar altında izleniyor...
Bir serginin içinde, mekânın açık olduğu gün ve saatleri göz önüne alıyorsak, bence zaman çok da önemli değil. Ama özellikle video işler için şu söylenebilir; bu işler tabii ki zaman bazlı işler olduğu için, önerdikleri bir algılanma süreci elbette var. Eğer sergiyi yerleştiren bensem, tabii ki onu öngörüyorum. İzleyicinin sergide göreceği ilk işin, fikrin, hissin ne olduğunu, neyi takip edeceğini önemsiyorum. Özellikle kişisel sergilerde bu benim çok önem verdiğim bir şey. Hatta sergilenecek işler yeni ise, zaten bir biçimde hepsi aynı anda ortaya çıkıyor ve birbirlerini tamamlamış oluyorlar. Serginin bütününde, izleyicinin toplam bir düşünceye varması da işlerin izlenme sırası ile doğrudan bağlantılı bir durum yaratıyor tabii...
Halûk Akakçe, Sky is the limit, 2006
Çalışmalarının “uygarlık”la, insanın yarattığı, kazandığı bilgi ve akılla bağını nasıl kuruyorsun?
Bir şekilde, kendi zamanıma dair işler ürettiğime inanıyorum. Ya da elimden geldiğince buna çalışıyorum. O anlamda özellikle son 10-15 senedir, medyanın büyük bir ulaşılabilirliği var. TV olsun, İnternet ya da sokaktaki imaj bombardımanı olsun, böyle bu. Bu yüzden işimin zamanının, yaşamın algılanış şekline paralel gittiğine inanıyorum... Bilemiyorum bu bir cevap olabilir mi...
Melankoli bu anlamda nasıl devreye giriyor?
Melankoli tabii ki, galiba işlerdeki romantizm ve arayış anlamında işin içine giriyordur. Belki de bir Türk olduğumdan ötürü, müzik ve şiirlerimize baktığında da bunu görebiliyorsun. Ne kadar teknolojiyle iç içe olsak da, aslında o insanlık hissini "orada" bulmaya çalışıyorum galiba.
Batı sanatının aradığı şey, tam da bu olabilir mi? O garip, yaratıcı çelişki...
Bilmiyorum. Evet olabilir. Çünkü çağdaş Batı sanatına contemporary manada baktığında bana hep soğuk ve katı görünüyor. Biraz zihinsel, cerebral denilecek bir sanat formu. Bu anlamda da daha çok duygu yükü varolan işler, bizim gibi ülkelerden ya da İspanya, Latin Amerika gibi ülkelerden karşımıza çıkabiliyor. Ama ABD ve Avrupa çağdaş sanatına baktığımız zaman hep belgeci, fikre dair, fikirden yola çıkmış işler karşımıza geliyor.
Zanaat ile teknolojiyi yan yana getirelim. Senin işlerinde bu denge açıkça görülüyor. Hayranlık verici el ve göz işçiliği ile, yeni medyaya hakimiyetin arasındaki bağ nedir?
Aslında ikisi de birlikte gelişiyor. Video işlerimde de, düşünce süreci genelde eskizler, skeçler ya da çizimlerle başlıyor. Yani eğer ki, gerçek hayatı filmeden işler yaparsanız, belki de buna gerek kalmaz. Bir sokak veya olayı filme, videoya alırken bunlardan, böylesi bir yaratıcı süreçten pek söz edemezsiniz. Bu anlamda benim ürettiğim işlerdeki cisim ve objeleri hepsi yeniden yaratıldığından, tasarım süreci bunu gerektirebiliyor. Resim işlerim veya grafik işlerimde, son kertede el işçiliğini gerektiren ve benim geliştirdiğim bir çizgi var. Bilemiyorum; videolar bir yanıyla da büyük bir prodüksiyon olmamakla beraber, başka insanlarla beraber çalışmayı gerektirebiliyor. 3D formları bilgisayara geçirmek için başkalarıyla ilişkiye geçmek durumunda olabiliyorum. Bu anlamda kendi başıma iken yaşadığım yalnızlık burada yok. Ama bu benim üretim yaşamımı dengeliyor. Bir yanda tamamıyla şiirsel, çoğunca akşam ürettiğim işler var. Bir yanda da ötekiler var. Ne kendimi tamamıyla izole ediyorum; ne de çok prodüksiyon bazlı biçimde işe gidip kendimle ilişkimi kesiyorum...
Tasarımlarına baktığımızda özgeçmişinden kaynaklanan endüstriyel tasarımın, iç mimarinin ve benzeri ardından gelen bir nevi pür “sanat” üretimi özlemi, hatta bir tür “entelektüel tasarım” ihtiyacı olduğu söylenebilir mi?
Esasında bilemiyorum. Ben en başından bu yana, tasarımı ailemin bir meslek sahibi olmam gerektiğine beni inandırması nedeniyle öğrendim. Aslında tam tersi oldu. Zaten en başından beri bağımsız sanat eğitimi almak istiyordum. Zaten yüksek lisansta da video performance art üzerine eğitim gördüm. Zaten senin de gördüğün gibi, artık bazı şeyler birbirinden kopmaya başladı. Nerede tasarım, nerede sanat... Yani öyle bir dönemde yaşıyoruz.
Yeni medya, teknolojinin de hilesiyle tüketiciyi bir yanıyla daha da özgürleştirme vaadi içine girerken, öte yandan epey de yabancılaştırıcı bir etki yayıyor diye düşünüyorum. Senin bu konudaki görüşün nedir? Şu anda hemen her şey, tek kişilik dünyalara odaklı… Senin işlerini deneyimlerken de aynı yalnızlığı, dramayı duyumsadığım oluyor. Umarım yanılmamışımdır…
Hiç bu yanıyla düşünmemiştim ama, dediğin doğru olabilir…
Yani, bunun tam tersine hiç kalkışmadın mı? Daha kolektif işler, sunumlar, projeler?
Aslında yavaş yavaş bu başladı. Önümüzdeki seneye kimi commission işler üzerinde çalışıyorum. Kolektif işlerin içerdiği sorumluluk beni biraz ürkütüyor. Çünkü kişisel projelerde yaptığın işle bütünleşme veya ondan ayrılma özgürlüğü tümüyle sana ait. Oysa öteki türlü işlerde bu böyle olmuyor. O da insanı biraz rahatlatıyor. Kimseye hiçbir şey empoze etmediğini düşünüyorsun. Ama öbür yandan, diyelim ki kimi “public art- kamusal sanat” projeleri yaptığımız zaman, sorumluluk biraz daha hissedilir oluyor. Çünkü topluma, yaşam süreci içinde bir şey koyuyorsun… Bunları söylüyorum; çünkü şu aralar Las Vegas’ın 100. kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında bir proje hazırlamakla meşgulüm. Projem uyarınca Vegas’ın başladığı Freemont Street üzerinde çok büyük, dünyanın en büyük video ekranı var. Onun için bir iş bu. Bir ay boyunca orada olacak ve akşamları her saat başı tüm casinolar ışık ve seslerini kapatacak. Dört dakika boyunca da benim işim orada sergilenecek. Örneğin bu işin bende yarattığı baskı, az önce bahsettiğim işlerden çok daha farklı tabii…
Senin aldığın riski de hesaba katarsak, Las Vegas gibi bir yer için oldukça büyük bir kumar bu…
Onlar için de. Eserin adı Sky is The Limit olacak. Bunu Türkçeye çevirirken “Açık Çek” gibi bir şey kullanılabilir. Daha önce de New York’da bir billboard yapmıştım. Creative Time’ın talebi ile 2002 yılında, genetik tartışmaları sırasında, yaptığım ilk videolardan biri olan The Measure of All Things’deki bir sahneden, çifte kıvrımlı bir formdan yola çıkarak yaptığımız bu işle beraber, “Hazır mıyız?” yazısı okunabiliyordu o işte.
Türkiye’yi bilemiyorum ama politik yaklaşımlı, estetik gerektirmeyen veya devlet ile yönetimin hatalarını öne çıkaran işlerin öne çıkması ile birlikte kişisel soyut, dışavurumculuk gibi olgular yok edildi. Herkes kamerasını alıp ajan gibi bir şeylerin peşine düşmeye başladı. Dünyanın ve Türkiye’nin konumu da böyle.
Günümüzdeki sanat eğitim biçimini nasıl yorumluyorsun? Çünkü zaman çok hızlı akıyor…
Bence, eğitim olarak da, gençlerin kendilerini bulmaları gerekiyor. Çünkü her yerde farklı modalar var ve dış dünyadan kendinizi soyutlamanız çok zor. Bu yönüyle son 10 yılda ABD’de tuval için bir geri dönüşün yaşandığını söyleyebiliriz. Tüm çağdaş sanat okullarında eğitim veren çağdaş ressamlar birer şöhret gibi davranarak eğitim vermeye başladılar. 2006 senesinde bu beni biraz şaşırttı. Herkes bir şekilde pastadan pay bekliyor. Türkiye’yi bilemiyorum ama politik yaklaşımlı, estetik gerektirmeyen veya devlet ile yönetimin hatalarını öne çıkaran işlerin öne çıkması ile birlikte kişisel soyut, dışavurumculuk gibi olgular yok edildi. Herkes kamerasını alıp ajan gibi bir şeylerin peşine düşmeye başladı. Dünyanın ve Türkiye’nin konumu da böyle. Hem çağdaş sanata yakınız ve bu tür işleri göstermeye tarafız; ki birçok Türkiyeli sanatçı bu türde işler üretiyor. Bu tartışmaya girmektense şunu belirtmeyi uygun buluyorum ki, bence her sanatçının kendini bulabilmesi gerek. Bir sanatçının, bir fikirle gündeme gelip başarıya ulaşması, gençler için “bu kesinleşmiş ve doğru yöntemdir” anlamına gelmemeli, her şeyden önce esere baktığımız zaman sanatçının kişiliğini görmemiz gerekir…
Burada yeri gelmişken sormalı; sen üretiminde, duruşunda gayri siyasi misin?
Esasında gayri siyasi değilim ben. Sadece bunun altını çizmiyorum. Aslına bakarsan, yaptığın işe karşı dürüstlüğün varsa, herkesin işinde bir siyaset görebilirsin. Hayatımızın bir parçası ve hele biz Türkler, Batı ortamında bunun çok daha fazla bilincindeyiz. Ama benim bunu yansıtma biçimim, bir çizginin bir daire ile yan yana gelişinde bile olabilir. Herkesin bildiği bir şeyi yine onlara sunacaksan, onların vaktini alırken bunu çok özel bir şekilde yapman gerekiyor.
Gündelik hayatından kesitler verebilir misin?
Londra’da görüştüğüm arkadaşlarımın çoğu sanatçı. Bazen onlardan bile sıkıldığım olabiliyor. Benim jenerasyonumdaki diğer insanlarla olmayı ve performansları izlemeyi seviyorum.
Son dönemde dünyadaki bienallerin daha da siyasileştiği fikrime katılır mısın?
Tabii ki. Esasında bunların hepsi trend'ler. Sanat tarihine baktığında, sen de bunu göreceksin. Bunun başka bir şeklide de yok. Çünkü her şey o kadar çok denendi ki, siyaset “yeni” bir… nasıl desem; çağdaş sanatın yapıldığı coğrafya dünyada artık büyümeye başladı. Evet Batı’dan başladı, sonra ABD’ye yöneldi, sonra Avrupa’da objesi olmayan sanata verilen önem oluştu. İşte bu artık büyümeye başladı. Önce Uzakdoğu’dan gelenler oldu; onları Ruslar ve Doğu Avrupalılar izledi; tabii bu arada bu ülkelerde çok büyük değişimler oldu. AB’ye giren ülkeler oldu… O yüzden de yeni gelen insanlar işleriyle birlikte yeni siyasetleri de getirince bu küratörlere de dünyaya da çok çekici geldi. Ama bu dönem dönem bir şey… Şu ara ben, birçok sergiye davet alıyorum ve burada şu dikkatimi çekiyor: Abstract Art bu. Yani, hiç objesi olmayan bir dönemden çıkıyoruz; şu anda tüm küratörler soyut sanata doğru yöneliyor. Sanatçılar işleriyle moda oluyor değiller, ama bu ihtiyaca göre değişebiliyor. Bu yeni ülkeler için, kendi farklılıklarını gösterebilmeleri adına önemliydi. Bu yüzden bienaller arttığı için de estetiğin arayışı ön plana çıkmaya başladı. Artık zaten, bienallerin eskisi kadar önemi kalmadı. Çünkü bienaller yapıldığı zamanlarda, müze ve enstitülerde grup sergileri diye bir şey yoktu. Bir Whitney ya da Venedik Bienali ilk defa yapılmaya başlandığında ABD’de çok nadiren yaşayan bir sanatçının kişisel müze sergisi düzenleniyordu, grup sergileri ise hemen hemen hiç yoktu. Bununla beraber şu anda o kadar fazla grup sergisi var ki, bienaller de bu yüzden eski gücünü yitiriyor…
Bir atölye çalışması yapmak isteseydin, bu nasıl bir içerik taşırdı?
Kafamda birçok fikir var ama, bireyselliği öne çıkarmak isterdim.
Alıcıların hakkında fikirlerin var mı?
Bazı enstelasyonlarımı alanlar için evet. Eserleri kurmam gerektiği için onların bir kısmını tanıyorum. Ama desen gibi işlerin büyük bir kısmını alanları bilemiyorum…
Sanat eleştirisi ve medyası üzerinde gördüğün manzara nedir?
Aslında son bir buçuk yıldır, ben pek fazla sanat eleştirisi okumuyorum. Eleştiri bugün, ya eleştirinin kaybolduğu açıklayıcı sergi yazılarına, ya da çok doğrudan, yazarların iyi ya da kötü kişisel yorumunu taşıyan metinlere dönüşmüş durumda. Bu anlamda yok olan şey, bence yaratıcı yazarlık dediğimiz o pratik. Bence bu yok olmaya başladı. Clement Creenberg gibi insanlar... Referans verilerek özellikle ABD’de çok fazla yazı yazılıyor. İşim kendisine tamamıyla odaklanmaktansa, devamlı bir arayış içinde olan yazılar üretiliyor. Bu bana sıkıcı geliyor. Şu anda umarım bu yaratıcı yazı ve eleştiri biçimini görmeye başlarız.
Comments