top of page

Gün izi sergisi üzerine kişisel notlar

Çalışmalarında zaman kavramını sorgulayan fotoğrafçı Aydın Berk Bilgin’in x-ist’te gerçekleşen ilk kişisel sergisi Gün İzi, sanatçının yedi yıldır sürdürdüğü deneysel bir sanat projesinin sonuçlarını izleyiciyle buluşturuyor. Teneke kutulardan kendi ürettiği iğne deliği kameraları kamusal alanlara yerleştiren ve bunları günlük, aylık, yıllık olarak pozlayarak ortaya çıkanlarla “zaman” kavramını görselleştirmeyi amaçlayan sanatçının sergisine dair notlarımızı paylaşıyoruz


YAZI: TUNCER DUMAN


Aydın Berk Bilgin, Gün İzi sergisinden


Çok değil 20-25 yıl öncesine kadar elinde kamera bulunanların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı. Yalnızca kimi gazete ve dergi muhabirlerinde, reklam ajanslarında, vesikalık, aile ve düğün fotoğrafları çeken stüdyolarda olurdu. Bu gibi profesyonel meslek erbabı dışında ise genellikle yabancı turistlerin ve de atlas tutkunu kentli gezginlerin ellerinde görülürdü. Pahalı denebilecek bir hobi, masraflı ve zahmetli bir uğraşı olduğu su götürmezdi.


Ellerinde ya da kocaman bir kolye gibi marka adı yazılı kalın askılıklarla boyunlarına asılı makinaları; koltuk altlarında taşıdıkları tripod denen üçayaklı uzun sehpaları; ayaklarında kesinlikle ithal malı, sağlam ve su geçirmez botları; sırtlarında üzeri fermuarlı ceplerle ve cepçiklerle donatılmış olan kolsuz yelekleri; bir omuzlarında ise içi yedek lenslerle, filmlerle, filtrelerle ve pillerle ağzına kadar dolu deri çantaları ile bu gezgin fotoğrafçıları 100 metre öteden kolaylıkla tanıyabilirdiniz. Genellikle benzer rotalarda benzer reflekslerle grup halde gezer ve grup halde avlanırlardı.


Kullandıkları kameralar analog idi. Daha doğrusu dijital kamera henüz icat edilmediği -edildiyse de henüz yaygınlaşmadığı ve buralara da gelmediği- için kameralar analog ya da dijital değil sadece kamera idi ve marka ve modelleriyle tanınır, öyle de tanımlanırlardı. Fotoğraf çekebilmek için bunların içerisine film denen bir makara koyman; makara bittiğinde filmi geri sarıp çıkarman ve -kendine ait bir karanlık odan yoksa- profesyonel bir stüdyoya vermen; filmlerin orada banyo edilmesini ve önceden seçmiş olduğun ebat, kalite ve fiyatlardaki kağıtlara basılmasını beklemen gerekirdi. Çektiğin resimlerin neye benzediğini işte ancak o aşamada görebilirdin.


Bu an fotoğrafçılar için tam bir katarsis anıdır ve analog fotoğrafçılığın gizemi diye bir şey varsa iste o da tam bu sürecin içinde gizlidir. Deklanşöre basarak enstantaneyi kameranda yakaladığın an ile onun kâğıt üzerinde basili olarak görünürlüğe kavuştuğu an arasında...


Bu iki an arasında haftalar bazen aylar geçer ve sen çekmiş olduğun şeylerin günışığına çıkmasını, bir annenin çocuğunun doğumunu beklemesi gibi tuhaf ve meraklı duygularla bekler dururdun. Nihayet o an gelir, sonuçları eline alır; teker teker, keyfini çıkartarak incelerdin. Makarandaki 24 ya da 36 pozdan tek bir tanesinin bile “güzel” çıkması seni mutluluktan havalara uçurmaya yeterdi. Bir makarada üç başarılı fotoğraf bayağı ustalık alameti sayılırdı. Bazen de tersine tek bir tanesi bile “işe yarar” olmadığı için kendini berbat hissederdin. Hele de tekrarı mümkün olmayacak bir etkinlik, bir toplumsal olay ya da dost meclisi çekimleri ya da harika hatıralarla dolu bir şehir dışı gezisi söz konusu ise sen görüntüleri değil de resmen gerçeğini kaybetmiş gibi bir üzüntüye kapılır, hayal kırıklığına uğrar; kendini kafan avuçlarının arasında “Vay halime!” şeklinde bulurdun.


Aydın Berk Bilgin, Gün İzi sergisinden


Bugün ise durum çok farklı. Artık herkesin elinde üzerinde mutlaka kamerası da olan bir cep telefonu var. Dünyada beş milyardan fazla cep telefonu kullanıcısı olduğuna göre en azından dört milyardan fazla kamera ve dört milyardan fazla “fotografçı” da demektir bu. Dile kolay!... Üstelik her şey dokunmatik ve her şey dijital. Ne filme ihtiyacın var ne banyoya ne filtreye ihtiyacın var ne pozometreye ne diyafram ayarı yapman gerekiyor ne de çıktıları çoğaltmak için baskı parası vermen… Yerli yersiz, gerekli gereksiz çek Allah’ım çek! Ekrana dokun ve ne çektiysen anında seyret. Hatta büyüteçle bakar gibi –eskiden büyüteç kullanırdık bu iş için- büyüterek seyret. Düşünsenize, her gün beş selfie on manzara fotoğrafı çekse bir insan bu, günde 60 milyar yılda 21 trilyon 900 milyar dijital görüntü eder.


Bizim insanımızın durumu bu bakımdan daha da ilginç; zira günde ortalama 13 dakikada bir yani günde 78 kez telefonunu eline alması ve ortalama iki günde bir sanal bir platformda fotoğraf paylaşımı yapması ile dünyada açık ara bir numara. Buraya bakarak rahatlıkla diyebiliriz ki hepimiz like hastasıyız düpedüz...


Aydın Berk Bilgin, Gün İzi sergisinden


İşin bu yanı bir tarafa, telefon kameraları, artan çözünürlük düzeyiyle; zoom ve focus yetenekleri, açı genişliği ve düşük ışıkta bile çekim yapabilmeye imkân veren duyarlığıyla; “yüz tanıma”dan “sarsıntı giderici”ye “panoramik”ten “oto çekim”e kadar sayısız işlem yapabilme özelliğiyle artık profesyonel fotoğrafçıların bile kullandığı; kullanmasa bile teknolojik olarak bigane kalamadığı bir konuma geldi... Yazılımıyla olsun aksesuar ve uygulamalarıyla olsun her geçen gün ileriye doğru evrildikçe de evriliyor. Sadece fotoğrafta değil aslında hayatın her alanında dijital teknoloji bir örümcek ağı gibi etrafımızı sarıyor.


İşte tam böyle bir ortamda; genç nüfusun analog nedir bilmediği bir ortamda Aydin Berk Bilgin Gün İzi adlı sergisi ile adeta fotoğraf makinasının köklerine doğru bir yolculuk yapmış. Atık durumundaki içi boş silindirik teneke kutulardan bizzat kendisinin yaptığı camera obscura’larla kent manzaraları çekmiş. Karanlık odada içine yerleştirdiği hassas kağıtlar (duyarkat) ve üzerine açtığı küçücük deliklerle (pinhole) yaptığı bu düzenekleri İstanbul’un muhtelif noktalarına sabitlemiş. Dolayısıyla bu düzeneklerin her biri başka bir manzaraya bakıyor: Kimisi bir sokağa kimisi uzayan bir tren yoluna kimisi ağaçlıklı bir vadiye kimisi bir grup apartmana… Öte yandan kimisi bir gün bekletilmiş sabitlendiği yerde (ki fotoğrafçılıkta buna pozlama ya da pozlanma süresi denir) kimisi haftalarca bekletilmiş; kimisi ise tam bir yıl. Açık havada, kire, küfe, yağmura, rüzgâra karşı…


Bu düzeneklerden bir tanesi de sergilenmiş zaten galerinin dış koridorunda. İçeriye ise sanırım insanlar fikir sahibi olsun diye 20. yüzyıldan kalma klasik diyebileceğimiz türden optik bir camera obscura da konulmuş. Sergide her ikisini de görmek ve incelemek mümkün.


Aydın Berk Bilgin, Gün İzi sergisinden


Sergilenen fotoğraflar, işte bu ilkel düzenek içinde pozlanmış kağıtların -paradoks gibi görünse de- dijital teknoloji yardımıyla 10 kat, 20 kat, 50 kat büyütülmüş halleri. Delikten görünen kent manzarasının o süre zarfındaki topyekûn hafızası: Flu, grenli, siyah beyaz ve adeta yarı soyut birer tuval resmi tadında…


Görünen manzaranın kendisiyle birlikte tüm o süre zarfında onun önünden ya da içinden hareket ederek geçen her şeyin de izi var aslında o resimlerde. Çıplak gözle bunları seçmek, ayırt etmek ya da görmek mümkün değil tabi.


Ama ilerleyen zamanlarda olağanüstü yüksek çözünürlüğe sahip dijital bir fotoğraf çözümleyicisi geliştirilmeyeceğini kim iddia edebilir? Böylelikle kim bilir çok eski ve ilkel fotoğraflar ve görüntüler üzerinden yeni bir insanlık tarihi yazılır.


Tıpkı Antonioni’nin Cortazar’ın bir hikâyesinden esinlenerek çektiği ve bir fotoğraf karesine sızmış bir cinayetin peşinde iz süren bir fotoğrafçının hikâyesini anlattığı Blow up filminde olduğu gibi. Fotoğrafçı öyle ya da böyle cinayeti çözmüştü filmde. Düşünüyorum da sergideki fotoğraflara sızmış ve çözülmeyi bekleyen ne çok insanlık acısı var kim bilir; doğanın ve insanın hüznü, kalp ağrısı ve isyan çığlığı?


Söylemeliyim ki bu bir sergi eleştiri yazısı değil; daha ziyade sergi ve eserlerin bende yarattığı çağrışımlar ve hatırlamalardır. Bu hatırlamalar ve çağrışımlar üzerine basit ve kısa notlardır.


Aydın Berk Bilgin, Gün İzi sergisinden


Mesela, sergiye ev sahipliği yapan x-ist adlı galerinin ismiyle de enteresan bir paralellik taşıyor gibi geldi bana eserler. Hepsi İstanbul’a ait ama izleyici için neresi olduğu kesinlikle belirsiz ve bir tür ölü doğa tabloları.


Galeri ana mekânına asılmış resimleri tek tek seyrettikten sonra açıkçası saydım da. 36 adet olduğunu görünce direkt olarak sanatçının eski analog döneme bir selam çaktığını düşündüm. Bilenler bilir analog 35 mm film makaralarının en yaygın olanı 36 pozluktur. Ama yanılmışım. Sorunca, sanatçının kendisi söyledi “Öyle bir şey düşünmedim,’’ diye. Yine de kim bilir; resmin görünmeyen hafızası gibi insanın da bir bilinç altı var, değil mi?


Resimlerin siyah beyazlığı, fluluğu ve kendi içlerinde farklılıkları olsa da birbirine benzer özellikler taşıması ister istemez serginin izleyici üzerinde bir yeknesaklık duygusu yaratması tehlikesini de beraberinde getiriyor. Buna rağmen kesinlikle yeknesak değiller. Belli ki eldeki birçok malzeme içinden seçilmişler ya da pek talihli bir durum çıkmış ortaya. Dediğim gibi fotoğrafların her biri gerçekten pentür lezzeti taşıyor…


Ayrıca fotoğrafların farklı ebatlarda üretilmesi ve yerleştirmedeki başarısı da olası yeknesaklık tehlikesini iyice bertaraf etmiş; hatta ekstra pozitif bir katkı sağlamış seyir zevkine.


Genç bir sanatçının ilk sergisi olarak diyebilirim ki usta işi bir sonuç çıkmış ortaya. Bu bakımdan hem Aydın Berk Bilgin’in bizzat kendisine; hem ona kapılarını açan x-ist’e; hem de onun üzerinde emeği geçen hocalarına -ki onlardan birisi sergi kataloğunda harika bir yazısı da olan arkadaşım Yusuf Murat Şen’dir- yüksek sesle bir teşekkür etmek isterim. Teknoloji bağımlılığının had safhaya vardığı ve daha önemlisi “ben yaptım oldu”culuğun ne yazık ki egemen anlayış haline geldiği malum sanat ortamımızda açılan bu sergi, açıkçası emeğiyle, zekasıyla, sadeliği ve özeniyle insana umut veriyor. Bilimin, bilginin, sabır ve tecrübe etmenin kıymetini hatırlatıyor. Teknolojinin seni kullanmasına izin vermeden senin teknolojiyi nasıl kullanabileceğinin pek güzel bir örneğini veriyor.

bottom of page