top of page

Fillerin haklı öfkesi

Lale Çavuldur’un kişisel sergisi Filler Neden Öfkeli? 22 Şubat- 13 Nisan tarihleri arasında Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde gerçekleşti. Sanatçıyla sergideki işlerini ve pratiğini konuştuk


Röportaj: Esra Melike Çuluk


Lale Çavuldur, Fotoğraf: Esra Melike Çuluk


İstanbul’da başlayan yaşamınız resim eğitimi için gittiğiniz Almanya’da devam ediyor. Yedi sene Almanya’da kaldıktan sonra yeniden İstanbul’a dönüyorsunuz. Çeşitli üniversitelerde sürdürdüğünüz akademik kariyerin ardından tüm bu büyük şehirleri geride bırakarak Köyceğiz’e yerleşme kararı alıyorsunuz. Sizi bu kararı almaya iten süreçten ve şehrin kakofonisinden uzakta üretmenin etkilerinden bahseder misiniz?

 

Almanya’ya sanat eğitimime devam etmek için gittiğim kentlerde, okuldaki atölyede çalışmanın dışında zamanımın çoğunu doğada geçirirdim. Bilindiği gibi batıdaki şehirler insanın doğayla ilişkisini bizdeki gibi dışlayan şekilde kurgulanmıyor. Öğrenciliğimin ilk yıllarını sakin bir şehirde, Karlsruhe’de (kralın huzur bulduğu yer), Ren kıyısında, botanik bahçesinde ve çevredeki zengin ormanlarda geçirdim. Okuduğum ikinci şehir Leipzig’de de yaşadığım mekânlar atölye ve ormandı. Doğayla ilişkili işler yapmak, onu gözlemlemek, doğal malzemeleri yapıtın içine katmak, açık alanda sergilemek, açık alana yerleştirmek gibi eğilimler yalnızca bende değil tüm arkadaşlarımda az ya da çok vardı. Sanatta mekân kavramını sorgularken doğadan çok şey öğrendim ve sanat pratiği alanının yalnızca galeriler değil, yeryüzü olduğunu fark ettim. Fakat yine de bu tasarlanmış “uygarlık”tan ve onun tekeline aldığı sanat ortamından sıkılmıştım,

Türkiye’ye döndüm. İstanbul gibi kaotik bir şehirde yaşamak yerine köyde olmayı tercih ettim. İnsanların da bitkiler kadar doğduğu coğrafyaya bağlı olduğunu düşünüyorum. Benim ana coğrafyam Ege ve onun rengi, kokusu, ışığı ruhumu besliyor. Burada kâğıt yapmaya başladım ve onun büyülü dünyasına girdim. Kâğıt mı beni şehre sürükledi, ben mi kâğıdı şehre sürükledim bilemiyorum ama İstanbul’a döndüm. Kâğıdın yaratıcı dünyasını akademik alana taşıma motivasyonuyla eğitim alanında çalışmaya başladım, üniversitelerde kâğıt atölyeleri kurdum. İstanbul’da yaşanan geniş çaplı ekolojik ve mimari tahribat, onunla kurduğum öznel ilişkiyi zayıflattı, hafızamdaki mekânlar ya yıkıldı ya da tanınmayacak şekilde değişti. Üretirken doğayla öznel ilişkimi sürdüremediğim, ruhen, bedenen, zihnen daha fazla zehirlenmek istemediğim için akademik yaşamı bırakıp tekrar kırsala döndüm, Köyceğiz’de yaşıyorum. 


Lale Çavuldur, Yanlış giden bir şeyler var, detay, 2023


Serginin giriş katında bulunan Yanlış giden bir şeyler var isimli üzerlerinde nükleer bomba, deney hayvanları, dikenli teller gibi sembollerin bulunduğu 30 parçadan oluşan yerleştirme, adından da anlaşıldığı üzere izleyenleri bazı gerçekleri görmeye itiyor. Zaaflarını kontrol edemeyen ve her şeye sahip olma hırsıyla doğayı tahakküm altına almaya çalışan insanın bilinçsizliği sergileniyor. İnsanın tarihi boyunca doğanın kendi içindeki düzenini bozmaya yönelik tüm girişimlerine karşılık doğanın nasıl bir cevap hakkı doğuyor? Serginin çıkış noktası bu cevabın bir yansıması olabilir mi?


Evet, doğru. Öyle diyebiliriz. Bu sergide yer alan tüm yapıtları galerinin şehirdeki konumunu (İstanbul, Teşvikiye) ve fiziksel yapısını gözeterek ürettim. Çeşitli yerleştirmelerden oluşsa da bütünü tek bir yerleştirme ve insanın doğayla kurduğu yıkıcı ilişkiyi irdeliyor. Girişte yer alan ilk yerleştirmeden itibaren işler, kendi aralarında isimleri, formları, malzemeleri ve boşlukta yer alan konumları itibariyle birbirleriyle konuşarak birlikte bir şey söylüyorlar. Maçka Caddesi’nin tüketim yoğunluğundan sapıp galeri mekânının döner kapısından içeri girildiğinde Yanlış giden bir şeyler var isimli işle karşılaşılıyor. İzleyici az önce içinden geldiği dünyanın ayrıntılarında saklı olan şiddeti, yıkımı, oburluğu hatırlatan, sembolik değerlere sahip imgeleri görüyor.  


Filler neden öfkeli? sorusu ironik bir soru aslında. Fillerin öfkesini ortaya çıkartan nedenlerin yalnızca onların özelinde olmadığını düşünüyorum. Fillerin öfkesi, yaşadıkları zulme karşı adalet arayışlarını temsil eden bir isyansa peki yalnızca filler mi öfkeli? Sahip oldukları fiziksel bedenleri ve yetileriyle, duygusal zekâlarıyla, etik değerleriyle, hafızalarıyla çok güçlü olan bu varlıkların kendi yaşadıklarından çıkarsadıkları mantıklı bir sonucun, bir o kadar da insani olduğu söylenebilir. Öfkelerinin başlıca nedeni maruz kaldıkları şiddet ve yaşam alanlarının tahribatıysa bu hepimizin yaşadığı bir olgu. Çalışırken, ya da çalıştırılırken mi demeliyim bilemiyorum, ayağımızda demir prangalar, zincirler yok belki ama pek çok ekonomik, sosyal, psikolojik zincirimiz var. Bir araya gelmemizi engelleyen denetim sistemleri mevcut. İnsanlığın yarısı diğer yarısına cinsiyeti üzerinden baskı ve şiddet uyguluyor, kadınların yaşamları ellerinden alınıyor. “Beslenme gereksinimi” üzerinden kendi türü dışında kalan “tüm hayvanları yeme özgürlüğüne” sahip olanlar oburca beslenirken dünyanın diğer bir yarısı temel yaşam haklarından mahrum. Doğa tahribatı yüzünden insanlar da hayvanlar gibi göçe zorlanıyor, yersiz yurtsuz kalıp göçmen

kimliğine giriyorlar veya soyları tükeniyor. Yaşanan daha birçok olumsuz ve tahripkâr olgunun temelinde insanın doğayla ve kendi doğasıyla kurduğu sorunlu ilişki yatıyor. Doğa bizi var eden, besleyen, büyüten, sesine kulak verirsek bizi üst bilince taşıyan karmaşık bir sistem. Yaşam-ölüm döngüsü, dönüşümden yana, kendini koruyarak sürüyor. Kendi içindeki hassas dengeleriyle yaşamı var eden bu sürdürülebilir sistem yerine kendi yarattığımız sistemin doğrularını getirerek adaletsizliklerle dolu bir dünya yarattık. Yaşadığımız çağın distopik manzarasında karada yaşayan en güçlü memeli hayvanın, fillerin, haklı öfkesi de doğanın adalete dair derinden gelen yanıtını yansıtıyor bu anlamda. 


İşlerinize bakarken doğanın kadim bilgisini de takip ediyor insan. İlk bakışta göremediğimiz ama yaşamın kaynağı olarak bildiğimiz kökler kuruyup gitse de bir şekilde hayata karışıp yeni bir formda varlığını sürdüren yapraklar ve tüm bu dönüşüm sürecinin kendi belleğini koruyup aktarması... Aslında bu başkalaşım ve biçim değiştirerek devam etme hâli malzeme olarak kâğıtla çalışan bir sanatçı olarak üretiminizin doğal bir parçası. Sizi bu malzemeye yönelten sebeplerden ve kâğıtla çalışmanın inceliklerinden bahseder misiniz? 


Kâğıt yapmaya ilk sorunuzda bahsettiğim gibi köyde yaşarken başladım. Bitki dünyasının içindeyken bitkisel dönüşümün ürünü bir malzemeyle çalışmak harika bir keşifti benim için. Kâğıdın pratik, sürdürülebilir ve inovatif bir malzeme olduğunu keşfettiğimde büyülenmiştim. İstediğim her şekle giren bu malzemeyle dilersem tül kadar ince kâğıtlar veya ahşap heykel kadar dayanıklı formlar, hatta mobilyalar yapabiliyordum. İçine katılan farklı malzemeleri kabul eden, başka yapıya dönüşen, yenilikler doğuran bir malzeme kâğıt. Tek bir malzemeyle, kâğıt hamuruyla, birçok alanda yapıt üretebilme olanağı vermesinin yanında kişiye kendi tekniğini geliştirme şansı da veren bir malzeme. Bu da deney yapma özgürlüğü getiriyor, yapım sürecini eğlenceli kılıyor.


Kâğıdı işlerimde ana malzeme olarak kullanmamın nedenlerinden bir tanesi de birçok kez dönüşebilmesi, sürdürülebilir bir malzeme olması. Yurt içindeki ve dışındaki öğrencilik yıllarımda akademideki resim ve heykel atölyelerinde doğaya zarar veren ne çok kimyasal madde kullandıklarını gözlemler, rahatsız olurdum. Kendi sanatsal üretimimizin bedeli doğaya zarar vermek olmamalı, yerleştikleri mekânın havasını dâhi zehirlememeleri gerektiğini düşünüyorum.

Atık kâğıtlardan kâğıt hamuru elde etmek dönüşümle başlayan ve öyle devam eden bir süreç. Dünyadan toplanan atık kâğıtlar/belgeler, üzerlerinde taşıdıkları kültürel kodlarla birlikte eriyip ham maddeye, kâğıt hamuruna dönüşür ilk başta. Dolayısıyla her ne kadar suyla eriyip birbirine karışsa da madde belleğinde içine katılan yazıları, imgeleri de barındırır. Hamur içine katılan malzemelerle bir kez daha değişir ve verilen formla bir kez daha. Atık kâğıtların yapıta dönüşmesi, değersizin değerli kılınması veya bir nevi dünyanın çöpünü temizleme çabası da olabilir benim için. Kâğıdın suyla ilişkisi de ilginç, kâğıt hamuru ve kâğıt yapımında su kullanılması çalışma yöntemini meditatif kılan unsurlardan bir tanesi. Kâğıt hamurunu aldığınız kasnaklardan suyun süzülmesi beklenirken damlaların akışı izlenir, sesi duyulur. Tel gerili çerçevelerin üzerinde ıslak hamur kururken, rengi ve dokusu değişir, başka bir şeye dönüşür. Papier maché ile çalışırken de yavaş ve sabırlı olmak gerekir, pişirmek için de teknolojik bir alete gerek yoktur, güneşin ısısı ona yeter. 


Filler Neden Öfkeli?, Sergiden yerleştirme fotoğrafları, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz


Galeri mekânı içinde ayrı bir oda formunda, İç Bahçe olarak adlandırdığınız bölüm, âdeta hayatınızın kaydını tutan kişisel bir arşiv alanı. Uzunca bir masa üzerine ve dolap raflarına yerleştirilen kurumuş yapraklar, tohumlar ve antik bölgelerden topladığınız seramik parçalarının yanında, parmaklara geçirilmek üzere tasarlandığı belli olan el formundaki bir obje dikkat çekiyor. Tarımda hasat zamanı kullanılan tırmığın ilk örneği olduğunu öğrendiğim bu obje, Anges Varda’nın Toplayıcılar filminde gösterdiği gibi endüstriyel makinelerden arta kalan ürünleri toplayarak hayatını geçiren ya da çöp olarak algılanabilecek birikintilerden yeni hayatlar kuran insanları akla getiriyor. Toplama ve biriktirme kavramlarının sizin üretim pratiğinizdeki yeri nedir? 


İç Bahçe ismini verdiğim yer kendi hatıratlarımı, koleksiyonumu sergilediğim, ana mekândan ayrı, küçük bir oda. Burada bulunan dolapların raflarından yararlanarak mekânı nadireler, ilginçlikler dolabı olarak düzenledim. Ortaya yerleştirdiğim dar ve uzun ahşap masanın üzerine serdiğim el dokuması eski tülbent, üzerinde de kendi yetiştirdiğim bitkilerden arta kalanlar, diğer organik ve buluntu nesneler sergileniyor. Kırsalda yaşadığım ilk dönemde toplamaya başladım bu nesneleri. İçinde yapraklar, tohumlar, kökler, tüyler, kabuklar, kemikler, keramik parçaları, tarımda kullanılan ilkel aletler, bazı paslı demir parçaları gibi nesneler var. Örneğin Kayaköyü’nden taşınırken kapımın önünü süpürüp İstanbul’a getirdiğim bahçe süprüntüsü var koleksiyonumda. Kendi yaptığım ve geri dönüşümlü pamuklu kâğıtlarla akordeon şeklinde tasarladığım defterde doğanın her küçük parçasının deseni var. Akdeniz coğrafyasının, yaşadığım küçük bahçesindeki ağaçların yapraklarının, tohumların, solmuş çiçek yapraklarının kaydını tutan bir defter bu. Süpürülen yapraklarla birlikte defterin yaprakları kâğıt bir kutu içinde muhafaza ediliyor. Relikt-Bahçe süprüntüsü adını verdiğim bu defter İç Bahçe ismini taşıyan odayı oluşturma biçimim ve topladıklarım hakkında bilgi veriyor.


Tüm bu doğal nesneleri neden toplayıp biriktirdiğimi tam olarak bilmiyorum çünkü onları sezgisel olarak topluyorum ama onlarla duygusal bir bağım olduğu ve geçmişimin hafızasını taşıdıkları açık. Bitki dünyasını gözlemlemek yaşamımda çok severek sürdürdüğüm bir alışkanlık. İncelediğim her bitki bir şey fısıldıyor kulağıma. Bazen çok özel bir şey paylaşıyoruz, o anı saklamak istiyorum. Bazen yaşadıkları dönüşümün izlerine hayran kalıyorum, dokular, renkler, çizgiler ve kıvrımların cazibesiyle koleksiyonuma giriyorlar. Bazen seyrettiğim bir yaprak yaratım sürecinde ilham veriyor bana. Örneğin galerinin ana mekânında sergilenen beş figürden oluşan yerleştirmenin esin kaynağı olan sarmaşık yaprakları var koleksiyonumda. Küçük sarmaşık yapraklarını dev boyuta taşıdığımda bakanın izleğinde yaprakların formu fillere dönüştü. Benim için bu nesneler faniliğin, kalıcılığın, sıradanlığın, güzelliğin, çürümenin, dönüşümün, zamanın izini taşıyan maddeler. Hepsi kendi hafızasının dışında benim onlarla kurduğum ilişki bağlamında belleğimin parçalarına dönüşen subjektif nesneler. Bu nesnelere bakmak benim için anılarımda dolaşmak gibi. Yaşamı sürdürürken hepimiz ilgi alanlarımıza göre bir şeyler toplarız ve biriktiririz. Kendi mikro kozmosumdan çıkanları biriktirmek, kendi bedenimden, kendi bahçemden, yediklerimden, okuyup yazdıklarımdan arta kalanları toplamak, dönüştürerek üretmek yapıtın içine samimiyet katan bir eylemde birleşmek gibi hissediyorum. Yaşamımdan arta kalanları yapıtın özüne taşımak otobiyografik anlatımlara dönüşüyor belki de. 


Lale Çavuldur, İsimsiz, yumurta kabuğu, plastik torba, 2023


Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır, diyor Bachelard. Yaşamımızı sürdürebilmek için nesnelere ve mekânlara bağlanma ihtiyacı duyarız. Bu bağlantıları kurarken yaşadığımız ilişkilerse göremediğimiz bir kabuk oluşturur. Kırılmış yumurta kabuklarıyla kurguladığınız yerleştirme, yumurtanın taşıdığı, doğum ve ölümle ilişkili sembolik anlamın ötesinde yaşamın içinde barındırdığı başka bir zıtlığı da gösteriyor: Bu dünyaya seçilmek için kabuğunu kırmak zorunda olurken yaşamını devam ettirdiğin süre boyunca bambaşka mekânlar ve insanlarla birlikte yeni kabuklar oluşturmak. Kendi hikayenizde bu kabukların yeri nedir?


Yumurtayı malzeme olarak ilk kez 1991 yılında Karlsruhe’de yaptığım bir yerleştirmede kullandım. Kabuklarını biriktirmeyeyse kırsalda yaşadığım yıllarda başladım. Yumurtanın kabuğu renk, form ve nitelik açısından mükemmel bir yapıya sahip. Eliptik biçiminin çeşitliliği, o ince ve kırılgan koruyucunun kendi içindeki dayanıklılığı, dışarıdan içeriyi koruyan ama nefes alan bir yapıya sahip olması, zamana karşı direnci, sürdürülebilir ve kalıcı olmak gibi özellikleri sadeliğinin yanında karmaşıklığını özetler gibi. Yaşamı koruyan ince duvarlar kırıldığında geride kalan boşluk belirsizlik içeriyor. Doğum mu içinde barınmıştır ölüm mü, bilemiyoruz.

Sergide yer alan plastik poşetler dolusu boş yumurta kabuğundan oluşan yerleştirme son altı yedi yıldır biriktirdiğim kabuklar. Yaşamı ne denli oburca tükettiğimize işaret eden bir iş bu. Günümüzde beslenme alışkanlıklarında üretim-tüketim ilişkisine ve et endüstrisine de atıfta bulunuyor. Leonardo da Vinci’nin yerde gördüğü boş yumurta kabukları için yazdığı, beni çok etkileyen bir sözü var: Ah, sayısı ne kadar da çok hiç doğmayacak olanların. Bu yerleştirmenin ruhunda bu sözün de izi var.


Serginin İç Bahçe isimli odası Bachelard’ın kabuk kavramına daha yakın sanırım. Kendi biriktirdiğim nesnelerle kurduğum ilişkide yarattığım öznel dünyamı sergilerken ilk başta biraz rahatsızlık duymuştum. Çünkü onları şimdiye kadar hiç kimseye topluca göstermemiştim. Onlar benim kabuğuma çekildiğim alanın zevk nesneleri ve mahremimdi. İzleyiciye açıkça göstermek kabuğumun kırılması gibi bir duygu yarattı içimde. Bu duyguyu şu sıralar evimden uzakta, İstanbul’da geçirdiğim günlerde de hissediyorum. Kabuğuma çekileceğim bir mekânım olmadan yaşamak oldukça yıpratıcı bir süreç oldu.


Lale Çavuldur, Dipsiz Kuyu, detay, 2023, Kadın saçı, pleksiglas, bazalt kaldırım taşı


Kadın saçı tarih boyunca her zaman bir problem olmuş. Açılması kapanması... Herkes bir laf söyleme cüretinde bulunmuş, kurallar koymuş, kutsallıklar atfetmiş. Direnişin de sembolü olmuş. Öyle ki saç, toprak altında bile yok olmadan kalan bir parçamız. Beden ölüyor, saçlar aynı yerinde duruyor. Dipsiz Kuyu isimli yerleştirmenizde kullandığınız saçların köklerini görmüyoruz ama o kökler bir şekilde Devrik Ağaç işinize kadar uzanıyor belki. Bu iki işin hikayesini sizden duymak isterim. 


Dipsiz Kuyu ve Devrik Ağaç isimli yerleştirmeleri birleştiren ortak kavram şiddet, kadına ve tabiat anaya uygulanan yıkıcı, yok edici tutum. Bir yıl boyunca tanıdığım bir kuaförden topladığım kadın saçlarının yanında uzun yıllardır biriktirdiğim kendi saçlarım da bulunuyor bu kuyunun içinde. Yerleştirmede kadın saçı kullanmamın nedeni senin de işaret ettiğin sembolik değerlere sahip olması. Yaratıcı, merhametli, doğurgan, şifacı olan kadına yüzyıllardır cinsiyetinden ötürü uygulanan sözlü ve fiziksel şiddeti simgeliyor. Sokaklarda, kaldırım taşlarının üstünde taciz edilen, öldürülen kadınların hikayeleriyle dolu bir tarih yaşıyoruz. Kırsalda rastlanan kadın cesetleriyle dolu mezarlara dönmüş kuyulara dair sessiz hikayelerle örülen bir uygarlık tarihi… Devrik Ağaç isimli işimdeyse akademik yaşamım süresince biriken ders notları, yoklama çizelgeleri, doktora tezimin taslak metinleri benzeri kâğıtlarla oluşturduğum hamurun içine yetiştirdiğim bitkilerin yaprakları, mutfaktan arta kalan soğan kabukları gibi parçaları da katarak renkli tabletlere dönüştürdüm. Terracotta izlenimi veren bu zemin, içindeki organik atıklarla toprak dokusuna sahip oldu. Üzerinde yer alan desen, devrilmiş iki ağaç gövdesinin topraktan çıkıp birbirine karışmış köklerinin imgesi. Yer altından yeryüzüne fırlamış köklerin kıvrımları birçok dişil formu barındırıyor kendi içinde. Devrilmiş olmasına rağmen hâlâ toprağa tutunmaya çalışan, derinlerdeki bağlarıyla, kökleriyle yaşamaya devam eden ağaç desenini tabiat anayı temsilen yaptım. Yarattığımız ekolojik felaketlerle tahrip edip, dengesini bozduğumuz, yıkılmış dünyamızı tasvir ediyor. Ağacın yer altında kalan köklerinin, dipsiz kuyuda yer alan kadın saçlarının yer altına uzanan kökleriyle toprağın derinliğindeki ağın içinde birleştiğini varsayabiliriz.  


Lale Çavuldur, Biz, 2023, Atık inşaat tahtaları, plastik boya


BİZ isimli, atık inşaat tahtalarıyla çalıştığınız iş, sergide soyutlama olarak bile olsa insan figürünü kullandığınız tek eseriniz. Yüzleri görünmeyen, olup biteni bir tribünden izliyor misali bekleyen bu insanlar kim? 


Bu işte atık inşaat tahtalarının üzerine çizdiğim figürler hepimizi temsil ediyor. Topladığım kullanılmış ahşap parçalarla oluşturduğum paravan üzerindeki kalabalık bizleriz aslında. İlkel sayılabilecek şekilde, “çöp adam” gibi çizdiğim kadın, erkek ve çocukların ortak noktası bedenlerinin bir parçasının eksik olması. Sakat olmalarına rağmen kendilerine ayrılan dar alanda dimdik ayakta durmaya çalışıyor gibiler. Kendi aralarında, kaybettikleri kesik uzuvlarını, yüksekten atlayıp düşenleri de saklıyorlar. Hareketsizler çünkü onlara ayrılan alan çok sıkışık ve paravanın bir parçası olmaları gerekiyor. Duruşlarıyla belki arkalarındaki yeni bir finans merkezini, rezidans inşaatını veya patronlarının sırlarını gizleyip, korumak zorunda hissediyorlar. Günümüzde kapitalizmin üretim koşulları hepimize bedensel, ruhsal ve zihinsel zararlar veriyor. İş cinayetleri, kazaları, meslek hastalıkları ve mobbinglerle örülü bir çalışma düzeniyle antidepresanlar alarak başa çıkmaya çalışıyoruz. Ama bir yandan da bu sistemi koruyoruz. Üretim-tüketim ilişkileri içindeki çarpıklığın yalnızca kendi dünyamıza değil, tüm canlıları kapsayan tahribatına da seyirci kalan bu sakatlanmış topluluk bugünkü insanlığın durumunu tasvir ediyor diyebilirim.

bottom of page