top of page

Diyalog: Bugünün müzesi


Luca Molinari ve Alper Derinboğaz ile bugünün müze kavramını İstanbul ve dünyadaki çağdaş örnekler üzerinden konuştuk

Katmanlar, altyapı, mülkiyet ve coğrafya

Müze ve kent ilişkisini açmadan önce, ikinizin de İstanbul ile ilk karşılaşmanızı dinlemek istiyorum.

Luca Molinari: İstanbul’a ilk kez 1980’lerin başında gemiyle geldim. O zamanlar bir mimarlık öğrencisiydim. Cenova, Napoli ya da Venedik şehirlerine benzer bir hisle, denizden gelerek bir kentle tanıştığımı hatırlıyorum. Tüm şehir, denizden görülmek, karşılaşmak için inşa edilmiş gibiydi. Camiiler ve Ayasofya’yı görünce de oryantal bir hisse kapıldım. Bu tipte bir mimariyi görmek bana çok güçlü bir his verdi.

İstanbul’a 25 kereden fazla gelmişimdir. Kendimi yakın bulduğum, takip ettiğim ama aynı zamanda benim hayatımı da takip eden bir şehir İstanbul. Venedik ve istanbul’u doğduklarında birbirlerinden ayrılmış ikiz kardeşlere benzetiyorum. Venedikte yer alan San Marco meydanındaki katedrale baktığınızda oryantal bir form görürsünüz. Karşıtı olarak, Ayasofya’ya baktığınızda ise Batılı bir medeniyetin izlerini görüyorsunuz.

Luca Molinari, Fotoğraf: Marco Reggi

Alper Derinboğaz: İstanbul’ a ilk gelişim miydi, emin değilim ama, ilk hatırladığım tanışmam beş ya da altı yaşlarındayken tren yolculuğuyla olmuştu. Ya babamın İstanbul’da geçen yıllarından ya da dedemlerin İstanbul’da yaşamalarından dolayı, her yaz İstanbul ziyaret edilirdi.

Trenden Haydarpaşa’da indikten sonra ilk hatırladığım boğazla karşılaşmamdı. Garın büyük kapılarından geçip geniş merdivenlerden inerken, Ankara’nın modernist gar mimarisine alışkanlıklıktan kaynaklı olsa gerek, bir bulvara adım atmayı bekliyorsunuz ama sonuçta sahile harika bir boğaz panoramasına adım atıyorsunuz. Bir yandan boğaza da İstanbul’un ana bulvarı diyebiliriz belki simgesel anlamda. İstanbul’un sembolik yapılarını da eminim gezip görmüşüzdür ancak bu gezilerden bende en çok iz bırakan vapurlar, tramvaylar, dolmuşlar ve köprüler olmuştur. Her yolculuk kendi içinde bir maceraydı. Bu maceralardan birisi de “karşıya geçmek”ti. İstanbul’ da “karşı” ya geçmek konu olduğunda içinde bulunmadığınız taraf hep karşı oluyor. Karşının aslında bir yer olmadığını duruma göre değişebilen bir “taraf” da olması durumuna pek alışamadığımı hatırlıyorum.

Geleneksel müze anlayışı, ziyaretçinin bakıp gözlemlemesine dayanan bir temele oturur. Ziyaretçi aslında bu temeli tersine çevirip müze davranışları bozabilir. Bugün, çağdaş bir müzenin gereksinimleri nedir sizce?

Alper Derinboğaz



AD: Güncel müzeyi konuşmak için müzelerin bugün geldiği noktada ihtiyaçların yanı sıra yaşadığı krizleri de anlamak gerekiyor sanıyorum. Müzelerin sayısı ile ilgili bir istatistik okumuştum. Dünya’nın bir köşesinde her gün bir müze açılıyormuş. (UNESCO verilerine göre bugün dünyada yaklaşık 55.000 adet müze var.) Yani içinde bulunduğumuz dönemde kentlerimiz belki de her konuda birçokluk derdiyle baş etmeye çalışıyor.


Ancak yine de müzeler ve kültür endüstrisi turist çekmeye, kentlerin cazibelerini arttırmaya devam ediyor. Centre Georges Pompidou -Baudrillard’ın taktığı isimle Beaubourg- Paris’te temel çekim merkezi olmaya devam ediyor. Los Angeles’ta Broad Müzesi milyonlarca ziyaretçi topluyor, Whitney Müzesi, High Line ile bütünleşmesiyle New York’ta bir varış noktası olarak konumlanıyor. Bu başarının reçetesinin sadece Guggenheim gibi küresel müze zincirinin parçası olmaktan veya büyük ölçekli müzeleri açmaktan geçmediğini görüyoruz. Örneğin, neden Norveç’te sadece üç kulübeden oluşan Fjord de Luxe başarılı oluyor veya Çukurcuma’da küçük bir evde yer alan Masumiyet Müzesi nasıl Avrupa’nın Müzesi ödülünü alıyor bunu anlamak gerekli. Bu işin bir reçetesini çıkarmak zor ama her konuda bu kadar çeşitliliğin ve çok sesliliğin olduğu bir ortamda müzeler için de bütünlük ve özgünlük önemli kavramlar diye düşünüyorum. Başarılı örneklerde, ölçeği büyük veya küçük, müzenin amacı ile bütünlüğü, atmosferi, hikâyesi, mimarisinin hep diyalog halinde hatta iç içe olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde kentle iç içelik de önemli, lokasyonu ve çevreyi ve ulaşılabilirliği de en az müzenin yapılış amacı kadar önemli.

LM: Ben Pompidou neslinden geliyorum. Centre Pompidou, sizin de az önce bahsettiğiniz gibi geleneksel müze anlayışını değiştirmiş olan bir müzedir. Eğer müzeyi kentin aktif bir anıtı olarak ele alırsanız, müze bir laboratuara dönüşür. İnsanların içinde 24 saat yaşabileceği bir mekândan bahsetmiş oluruz. Müzenin içinde yer alan her mekân kullanıcının farklı deneyimler yaşamasına izin verebilmeli. Bugünün müzesi artık sadece bir müze değil, aynı zamanda bir deneyim merkezi. Ziyaretçiyi kentli olarak gören aktif bir yapı. Bana göre müze bugün bir meydan, kamusal alan, okul, restoran gibi kültürel deneyimi takas edebileceğiniz, kendi hikâyenizi başkalarıyla paylaşabileceğiniz bir yer. Müze artık fiziksel bir olgu değil, müze sizi izleyen bir olgu.

AD: Luca’nın, laboratuvar kavramı benim için de çok ilham verici. Bazı şeyleri o kadar olması gerektiği gibi yapıyoruz ki yapmamızın bir anlamı kalmıyor. Eğer literature, pratiğe yeni bir şey eklemiyorsanız, müze de anlamını yitiren bir kavram. Dünyanın her yerinde müze ve kültür yapıları var. Kendi amacı ve odağının sonucu olabilmesi için deneyselliğin önemli olduğunu düşünüyorum.

Gördüğüm en ilham verici müzelerden birisi Londra’daki Joan Soane’nin eviydi. Muhtemelen hiçbir mimari ve müzecilik gerekliliğini yerine getirmeyen bir müze. Sirkülasyon karmakarışık, ne kronolojik ne de tematik bir düzen var. Hiçbir objenin bilgi panosu yok. İşleri izleyebilecek yeterli mesafesi yok. Tavan yükseklikleri veya sirkülasyon standartlarından da bahsedemeyiz. Ama Joan Soane atmosferini her şeyi unutsanız bile unutamıyorsunuz.

Performansın sanat ürünü olarak algılanmasından bugüne müze ve kültür kurumlarının ezberini bozan yeni olgular da ortaya çıkıyor. Örneğin Bansky’nin Bemusment Park’ı bir park mı, sokak mı, müzeden neyi eksik, tartışılır.


Bugünün müzesine, sizlerin de değindiği gibi, bir laboratuar olarak bakarsak, aynı zamanda içinde korkunun olmadığı bir mekândan da bahsetmiş oluruz, çünkü laboratuar bir deneme alanıdır.

LM: Kesinlikle. Kentler artık sadece belirli bir komüniteye ve dile ait değil. İki milyondan fazla insanın yaşadığı bir metropol peyzajı, tek bir cephe ile ifade edilemez. Bugün komünitelerin ve taleplerin her saniye değişmesi ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Bugünün müzeleri farklı talep ve deneyimlerin ifade edilebileceği esnek alanlar sağlıyor. 19. ve 20. yüzyıldaki müze kavramı tamamen değişti. Müzeler, başka deneyim formları üreten alanlar olmaya başlıyor.

AD: Dinlemek ve anlamak da müzenin sorumluluğu olmalı. Kendi konusu çevresinde yapılan sergileri, üretimleri kültür birikimini toplamak ve yoğunlaştırmak kültür ortamına en önemli katkıları olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda değişen ve gelişen müzeleri severek takip ediyoruz. İstanbul’da belli başlı müzeler bunu çok iyi yapıyor. Mesela Salt’ın dijital arşiv projesini heyecanla takip ediyorum, İstanbul Modern’in güncelliği hiç kaybetmeyen sergileri veya Pera Müzesi'nin kendi odağındaki küçük ama özgün ve değerli içeriklerini, Sabancı Müzesi’nin özenli sergilerini severek takip ediyorum. Borusan Contemporary’deki dinamik etkinlik serileri ve dijital dünyayı yeni sanat alanı olarak benimseyen sergilerini izliyorum. Bu mekânlar birçoğumuz için sadece öğrenme değil, zaman geçirme, farkında olma belki biraz da kendini yenileme alanları.

US. Komünite hikayeleri, fikirler, ürünler ve Reggio Emilia bölgesi, Luca Molinari Studio izniyle

Bu noktada içerik ve mimari arasındaki bağı açmak istiyorum. İçeriğin gücünü mimariyi şekillendiren bir kavram olarak sorgulayabiliriz de.

LM: İçeriği olmayan bir müze içi boş bir kutu gibidir. Müze aynı zamanda kentin aktif bir parçasıdır, günlük hayattan ve gerçeklikten ayrı değerlendirilemez. İçerik çok önemli ama bir yandan da sürekli değişim geçiriyor. Bugün insanlar müzelere artık senede bir kez gitmiyor. Yeni neler olduğunu görebilmek için daha sık ziyaret etmeye başladılar. Geçici sergilerin yanı sıra kalıcı koleksiyon sergileri de zamanla değişim göstermeye başladı.

İçerik aynı zamanda peyzajın tamamını da değiştiren, kentsel peyzajın bir parçasıdır. Mimari; kentsel çevre hakkında bize stratejik veri sağlar ama mimari de zamanla değişen bir deneyim.

AD: Bilginin ve içeriğin, mekânın ve zamanın uyumu, bütünlüğü ve kareografisinin en önemli unsuru olduğunu düşünüyorum. İnsanları ne zaman teknolojiye ayak uydurmaya zorlasak, ne zaman bir içeriği bir müze mekânına oturtmaya çalışsak problem çıkıyor bence. Bir rüyada, hayal kurarken veya en basitinden film izlerken şimdi neye baksam diye düşünmüyorsanız, müzenin ve sergi mekânlarının da bu doğallıkta kareografisinin olması gerekiyor. Bu bakımdan mekânın akış ile bir araya gelmesi gerekiyor diye düşünüyorum.

Bu bilgi selinde bazı şeylerin diyalog kurabilmesi için yepyeni bağlamlara oturtularak bakılmalı. Mimari arketip olarak, müzenin zaten çelişkili bir yapı tipi olduğunu düşünüyorum. Belki de cazibesi buradan yola çıkarak var oluyor. Müze her şeyden önce dışarıya, kente açık olması gereken kamusal bir yapı tipi. Diğer taraftansa içerisinde kullanıcı açısından bir tür konsantrasyonu da gerektiren bir yapı tipi. Yani içinde sergilenen içerik veya etkinliğe odaklanabilmeniz için dışarıya kapalı olması gereken bir yapı. Bu açıklık ve kapalılık kontrastını bir arada kullanabilen mimari yapıların ağırlığının daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.

Mimari ve küratöryel bağlamda müzenin değişen dinamiklerinden bahsetmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

LM: İzleyici değişiyor çünkü toplum radikal bir şekilde değişim geçiriyor. 20 sene öncesine kıyasla çok daha farklı bir toplumla karşı karşıyayız. Sosyal medya çağında yaşıyoruz. Bilginin dijitalize edilmesi de değişiyor. Müzelere artık eskiden baktığımız şekilde bakamıyoruz. Bugün bir müzeye giriyorsunuz, bir fotoğraf çekiyorsunuz, yorum yapıyorsunuz, bir şeyler indiriyorsunuz.

AD: Müze tam da bu noktada, durup nefes alma gerçekliğini bütün tortusuyla hissetmek için bir kaçış noktası olmalı. Kokuları, sesleri, kalabalığı veya yalnızlığı düzeltmeden, düzlemeden bütün derinliği ile deneyimleyebileceğiniz bir yer olmalı. İşte o zaman belki müzenin, yapının izi dijital bir fotoğraf veya yüzeysel bir “ben de burdayım” tweet'i olmanın ötesine geçebilir. Bu kadar çeşitliliği bir araya getirebilen dijital platformdaki aynılaşmayı biraz olsun kırabilir, yeni ve özgün işlerin önünü açabilir. Ciddi olarak en büyük sorunumuzun durup düşünecek vaktimiz olmaması olduğunu düşünüyorum. Giderek bir tekerleğin içinde dönen hamster'lara dönüşüyoruz. Akış, hayatın kendisi oluyor artık. Kurumların da içeriksiz sosyal medya yönetimleri bunu destekliyor. Cümleler var ama içerikler yok artık. Gerçekçi veya ilham verici içerikler üretebilmeli kurumlar. Bu anlamda müzeler de sadece fiziksel dünyayı tüketen akışlar değil, değerli ve özgün içerik üreten kurumlar olmalı.

Luca’nın küratörlüğünü yapmış olduğu Reggio Emilia: Komünitelerin öyküleri, fikirleri, ürünleri ve alanları sergisi bana oldukça ilham verdi. Müzelerin ve sergilerin çağdaş dünyasında; süper dijital içeriklere geçmek ve gerçekliği flulaştırmak o kadar kolaylaştı ki… Bu sergideki küratöryel senaryonun arkasındaki ana fikri öğrenmek isterim.

LM: Bölgeden komüniteye, mekândan deneyimlere geçtik. Serginin ana fikri brada yatıyor. Bu sergi için Reggio Emilia bölgesinin gündelik yaşam objelerini kullandık. Sergiyi daha geniş bir bağlamda açabilmek için seslere, insanların hikâyelerine yer verdik. Reggio Emilia bölgesinde yaşayan insanlar kendilerini bu serginin bir parçası gibi hissettiler. Sergi birkaç ay içerisinde 60.000 ziyaretçi ağırladı. Gündelik hayatı kullanmak çok güçlü bir etki yaratıyor. Bu şekilde siz de serginin bir parçası haline geliyorsunuz, gerçek hikâyeden ayrı kalmıyorsunuz. Müzeye giren herkes yaşadığı yeri anmalaya çalıştı. Bu büyük bir başarı.


bottom of page