top of page

Bir çizgide 20 evren izi

IFA ve Goethe Institut Istanbul işbirliğiyle, Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde 7 Mart'a değin yer alan Çizgi sergisi, 20 sanatçının eserlerini buluşturdu. Sergi, içimiz dışımızın dijitale esir düştüğü 21. asırda, duygu, düşünce ve enerji oluşumunda yüzey, araç ve yalınlığın kıymetini, desenin olanca çeşitliliğiyle yeniden anımsatmayı başarıyor


YAZI: EVRİM ALTUĞ

FOTOĞRAFLAR: STUDIO MAJOR





İstanbul Teşvikiye'deki Millî Reasürans Sanat Galerisi, on yıllardır bir müze sorumluluğuyla hareket ederek, yerli yabancı kişisel ve grup sergileri, küratöryel yaklaşımlı tematik sanat eylemleri düzenliyor. Kuruma yıllarını vakfetmiş Amelie Edgü'nün ardından, artık Elvan Tekcan ve Ayşe Gür'ün büyük emekleriyle var olan kurumun, uzun yıllardır sağlam bağlar içinde bulunduğu Almanya üzerinden getirdiği yeni sergisi Çizgi, 20 çağdaş Alman sanatçının el emeği, zihin nuru ile ortaya koydukları, birbirinden değişken ve çoğunlukla soyut, dışavurumcu desen ürünlerini buluşturuyor.


Sergide tekrar buluşan yapıtların izleyicide uyandırdığı ilk duyusal yankı, bir tür botanik bahçesi desek, yeri. Görme duyusu üzerinden, birbirinden farklı kültürel ve estetik organizmalarla aynı anda, ilk kez tanışıp, onlarla yakınlaştığınız, ruhanî seviyede sarmaş-dolaş olabildiğiniz, alabildiğince bakir, tabirin her türlüsünden kaçışan, yabanıl bir imge bahçesi bu.





Galerinin şifai sessizliğiyle seralaşan, "bahçıvan"/"küratör"lüğü Volker Adolphs'a ait ve daha önce, Bonn Sanat Müzesi'nde de deneyimlenmiş bu görsel iklime girişte, açılışı Pauline Kraneis'in 2005 tarihli, 173 x 310 cm ebatlarındaki karakalem Ghasgai halı kompozisyonu yapıyor.





Büyük bir sabır, emek ve dikkat ürünü olan, İran'ın güneyindeki göçmen konfederasyona ait ismiyle de politik göndermeler içeren bu işi, Pia Linz'in günümüz dijital hakikatine yine göz ve el işçiliğiyle meydan okuyarak tartışmaya açan, mimarî ruhlu ama aynı zamanda da insana Leonardo da Vinci'nin tasarım işçiliğini çağrıştıracak klasik olgunluğu içeren 2002-2003 tarihli şeffaf desen-düzenlemesi izliyor. Linz'in, bu yapıt için ortaya koyduğu teknik, günümüz gözetleme kameralarına da nazire edercesine, sanatçının kendini konumladığı pleksiglas küp içinden gördüklerini tasvir etmiş olmasına dayanıyor. Bireysel hakikatin, dış dünyayla görsel müzakeresi, sanki bu şeffaf küp içinde soyut bir mimarî oto-portreye evriliyor.





Almanya Dış İlişkiler Enstitüsü (IFA) desteğinde İstanbul'da yer alan Çizgi sergisinde ayrıca, temelini günümüz politik-teknolojik hakikatine dayayan bir diğer ilginç seri de mevcut. Gerhard Faulhaber'in mukavva üzerine ürettiği bulanık, soyutlaşmaya yüz tutmuş "sığınmacı" imgeleri, dünyada gerek ekolojik, gerekse ekonomik ve politik krizlerden nasibini almış yüz binleri tasvir ediyor. Bir yanıyla on binlerce yıl öncesinden, insanoğlunun kendi suretini, el izini, simge ve tasvir denemelerini mağara duvarlarına bırakma teşebbüsünü de çağrıştıran, 2006-2007 tarihli bu mukavva üzeri motifler, belki de geleceğin folklorüne yönelik birer ibret vesikası olarak kayda geçmeye teşebbüs ediyor.




Katharina Hinsberg'in sergide yer alan yapıtları, fikir ve tasvir arasındaki sınırı zorlayan, bir diğer performatif eğilimi yansıtıyor. Çizgi, kâğıt, görünüm, temsiliyet gibi unsurları üretim ve yorum pratiği için gerek deneysel, gerekse eleştirel birer aygıt olarak kullanma yolunu seçen Hinsberg'in sergide sunulan 21x21x21 cm ebadındaki 932 yapraktan menkul çalışması Nulla dies sine linea 3, ikinci, üçüncü ve dördüncü boyutu tek bir çizgide yoklayan alabildiğince yalın, ama bir o kadar da yüksek yoğunlukta bir imge çatlağı/heykeli gibi. Sanatçının sergideki öteki işleri Diaspern O ve Strichgitter'da da, Optik Sanat akımına selam veren, ama felsefe ve estetiğin ip cambazlığını da yapmaktan geri durmayan bir çalışkanlık barınıyor.





Christiane Löhr'ün galeride yer alan 2006-2008 tarihli çalışmaları, doğadaki soyut formların yine foto-grafik ve optik yorum zenginliğine yaklaştırıldığı, yalınlığınca zenginleşen bir görünüm ihtiva ediyor. İmgenin elindeki boşluk, detay, ağırlık, hafiflik, merkez ve simetri ya da asimetri gibi imkânların son derece farkında olan, göz ve el işçiliği ile hayranlık veren Löhr, insanın aklına fotoğraf ve ansiklopedinin ilk yıllarındaki illüstratif bitki tasvirlerini getiren bu çalışmalarıyla, yazımızda hissettiğimiz botanik ruhu da, perçinliyor adeta. Diğer yandan, eserlerinde suyun, bulutların, yaprakların, ışığın ve gölgelerin fotoğraflarını da kullanan Malte Spohr, önce bilgisayar, ardından cetvel yardımı ile ürettiği bu iklime kendince özgünlük katmasını biliyor. Hafızamızı yokladığımızda, yarı elektronik, yarı uydusal atmosferik ve coğrafi imgeleri çağrıştıran bu soyut kompozisyonlar, dünyaya tepeden bakışımızdaki fetihçi, küstah yalnızlığımızı da gerisin geri yüzümüze vurmasını biliyor. Günümüzde, sınırlardan insan ilişkilerine, neyin soyut, neyin somut olmadığı artık iyice birbirine geçmiş durumdayken, asıl renk ve dokuların nereye kadar ve ne uğruna, dahası, kimin inisiyatifi ve hükmünde korunması gerekliliği tartışması da, yansıtılan bu 'doğal' suretlerle, bir kere daha oylamaya açılıyor.







Sergide yer bulan German Stegmaier imzalı desenler, insan ve doğa arasındaki zekâ satrancının yeni hamlelerini, olanca kendiliğindenliği içinde, "hatası sevabı ile" paylaşıyor. Çok büyük "bütün"lerin parçaları oldukları hissi veren bu el işi, "aciz", mükemmellikten bîhaber, ama bir biçimde onlara gönül veren geometrik yapılar bunlar. Düşüncenin soyutlandığı, imgeleştiği o "ilk" hallere bizleri davet ede dursun, sanatçı, sürekli oluş halindeki alçakgönüllü bu desenlerinin içine gömdüğü "büyük anlatı" ve soru işaretlerinden, bizi hiç bir biçimde dışlamıyor. Adeta, bize "gelin bu soruları birlikte yanıtlayalım," diyor Stegmaier. Onun sesini duyduğuna emin olabileceğiniz bir diğer sanatçı, Thomas Müller ise, kurşunkalem, tükenmez kalem, fırça, kırık cam parçası, tebeşir, çini mürekkebi, yağlıboya gibi farklı malzemeler ile, kazıma, boyama, inceltme ve fırçalama gibi teknik ve ebatları aynı iş-zaman düzeyinde kullanarak, çizginin, rengin ve formların ifade olanaklarına yönelik meraklı, sürprize açık bir gezintiyi bizlerle paylaşıyor.



Keza, René Magritte'e selam eden çizgilerinin yanı sıra, aforizma lezzetli, kara mizahı bol felsefî tümceleriyle Markus Vater de, sergide izleyici zihnine alternatif evrenler vaat ediyor. En basit ve en derini hem zeminde nasıl kesiştireceğinin hınzır metotları peşine düşen Vater, 2002'den 2007'ye çeşitli çalışmalarıyla, tiyatronun sembolü sayılan gülen ve ağlayan yüz maskelerini çağrıştırıyor ve bize hem aklın, hem de duygunun sınırlarını yeniden tayin etmeyi öneriyor.





"Çizgi" üstü bir kalite ile izlediğimiz sergide, figüratif-dışavurumcu anlatının desenle ilişkisine delil sayılabilecek, çok büyük emekle kotarılmış öteki işlere gelince, Alexander Roob'un galeri salonuna yayılan story-board lezzetindeki sessiz görsel hikâyesi, Marc Brandenburg'un devasa foto-kolaj 'takımyıldızı'yla bir arada deneyimleniyor. Buna, Theresa Lükenwerk'in erken dönem renkli baskı fotoğraf tekniğinin makro boyuttaki görünümlerine yasladığı 2004 tarihli isimsiz yapıtları ve Nanne Meyer'in, bir uçağın içinden baktığı esnada gördüklerini yansıttığı "hareket halindeki" desenleri refakat ediyor. Olmuş değil, olmakta olanın tasviri, Meyer'in tutkuyla peşine düştüğü. Christian Pilz'in büyük boyutlu kara kalem kombinasyonuna baktığımızda da, gözlerimize dolan, çok büyük bir mekanizmanın aklımızda çıkardığı o soyut "ses" oluyor. Jorinde Voigt de, düşünce ve görüntü arasındaki koalisyonu gözler önüne seren 2008 tarihli 'Blinckwinkel Studie' örnekleriyle sergide hazır bulunuyor. İzleyicinin 'göz kararı' ile tecrübe ettiği bu akıl haritaları, görüntü ve metin arasındaki verimliliği sınayan, önemli birer vesika halini alıyor. Bunlar olurken, dünyadan savrulmuş yüzlerce figürüyle boşluktaki insanlığı betimleyen Ofu ve Euroma çalışmaları, Ralf Ziervogel imzasıyla, bedenlerin kıyametsi bir devasalık ve boşluk içinde ürettiği toplumsal ve duygusal dokuyu tasvir adına, anıtsal birer belgeye dönüşüyor. Yapıtlar, hiç bir şeyin, hiç kimsenin tek başına olduğu yere gelmediğini, mutlak suretle başka unsurlarla bağıntılı olduğunu, bunun sebebi veya sonucu olabileceğini düşündürmesi veya sorgulaması adına, hayli etkileyici duruyor.



Çizgi sergisi, bunların dışında, Marcel van Eeden'in tekinsiz, gotik ama güncel bulmaca - kompozisyonları, Monika Brandmeier'in sanki zihinsel birer trans halinin meyveleri olabilecek yoğunluktaki renkli soyutlamaları ve Fernando Bryce'ın "asıl ve suret" arasındaki ince hakikat çizgisini kopyalama metodu ile zaman ve mekâna isyanla eşelediği illüstratif - portre çalışmalarıyla perçinleniyor. Bryce eserinde, Bavyera'nın efsanevî kralı II. Ludwig'in farklı zamanlarda ve biçimlerdeki "hale"sini yan yana getirerek, bir tür "Hakikat-Sonrası" teslisi, üçlemesi kuruyor.



IFA ve Goethe Institut Istanbul işbirliği ile, Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde 7 Mart'a değin yer alan Çizgi sergisi, 20 sanatçının eserlerini buluşturdu. Sergi, içimiz dışımızın dijitale esir düştüğü 21. asırda, duygu, düşünce ve enerji oluşumunda yüzey, araç ve yalınlığın kıymetini, desenin olanca çeşitliliğiyle yeniden anımsatmayı başarıyor.




Bilgi:


bottom of page