Yazı: Ayşe Draz & Mehmet Kerem Özel
Berlin’de gerçekleşen, Rimini Protokoll ile Sasha Waltz & Guests ortak yapımı olan Spiegelneuronen hakkındaki izlenimlerimizi, gösterinin içerik ve sahneleniş mantığına paralel olarak bir diyalog şeklinde kaleme aldık. Bir yazarın bıraktığı yerden, o kişinin kullandığı son kelimeyi kopyalayıp diğeri devam etti
Spiegelneuronen, Fotoğraf: Bernd Uhlig
Berlin Radialsystem'in salonunda, seyirci tribününde yerlerimizi alıyoruz. Işıklar sönüyor, perde açılıyor. Işıklar yavaş yavaş yandıkça hemen perdenin arkasında sahne ağzını bütünüyle kaplayan bir ayna olduğu fark ediyoruz. Işık, oditoryumu aydınlattıkça biz seyirciler de aynanın üzerinde gittikçe daha net görünür oluyoruz. Zaten 75 dakikalık bu gösteri bütünüyle bizimle ilgili; çevremizdekileri ne kadar taklit ettiğimiz, ne kadar onlarla iş birliği yaptığımız veya bir şeyi yapmayı reddedip reddetmediğimizle ve bunlardan sorumlu olan beynimizdeki sinir hücreleriyle. Bu hücrelerin adları ayna nöronlar. Rimini Protokoll ile Sasha Waltz & Guests ortak yapımı, Stefan Kaegi’nin konsepti oluşturup sahneye koyduğu gösteri de adını doğrudan onlardan alıyor: Spiegelneuronen (ayna nöronlar).
Kaegi'nin seyirciyi performansçıya dönüştüren işlerine İstanbul seyircisi yabancı değil. Beykoz Kundura sayesinde İstanbul'da da deneyimleme şansına erdiğimiz Remote İstanbul, kulaklıklarımızdan aldığımız direktiflerle bizi Kadıköy sokaklarında gezdiriyor; bedenimizin, çevremizin ve toplumsallığımızın eğlenceli bir şekilde farkına vardırıyordu. Kaegi, gösteriye bizleri katmak için bu sefer ise, sözleri değil, aramıza serpiştirdiği dansçıları kullanıyor. Ama…
Spiegelneuronen, Fotoğraf: Bernd Uhlig
Ama bizlerin, bir topluluk oluştururcasına hareketlerini hem fiilen hem de aynadaki görüntümüzle yani “aynalayarak” taklit ettiğimiz kişiler sadece dansçılardan ibaret değil. Deneyimli bir gözün kimin dansçı olduğunu tespit etmesi çok da zor olmayabiliyor ama bazen belki de seyirciler arasındaki bir arkadaşımızı aynalamaya yahut gösteri süresince oluşan bu geçici topluluğa kendimiz yeni bir öneri getirmeye karar veriyoruz. Gene de aramıza serpiştirilmiş dansçıların hareketlerinin nitelik ve ritmi hem bizi onları takip etmeye teşvik ediyor hem de kendilerini ele vermelerine sebep olabiliyor. Bir yandan başka kimse bizim önerilerimizi takip etmese de tek takipçimiz aynadaki görüntümüzden cesaret alarak küçük direnişler gerçekleştirmeye devam edebiliyor, öte yandan herkes aynı hareketi tekrar etse de farklı bedenlerin oluşturduğu varyasyonları izlemekten keyifleniyoruz. Hareketlerimiz, küçük el jestlerinden adeta bir diskoda dans ediyormuşçasına esrik dans adımlarına kadar çeşitleniyor çünkü bir ara müzik ve aramızdaki dansçılar, bizi zaten kendimizin (ve aynadaki görüntümüzün) oluşturduğu diskoya katılmaya davet ediyorlar. Aralarda müzik yerini alanında uzmanlaşmış kişilerle yapılan röportajlardan alıntılara bırakıyor. Empatinin ne olduğuna dair; duygu (emotion) ve demokrasi (democracy) kelimelerinin birleşiminden oluşan, siyasi karar alma süreçlerinde duyguların ne kadar etkili olabileceğinin altını çizen ve tabii ki de sosyal medyanın bizi kontrol ederken devreye soktuğu “emokratie” kavramına dair; yalnızlık hissinin içinde yer aldığımız kalabalığın niceliği değil kendi iç dünyamızdaki duyguların niteliğinden kaynaklanabileceğine ve direnişin hangi koşullarda ortaya çıkabileceğine dair alıntılar bunlar. Sadece bedenlerimiz değil zihinlerimiz de harekete geçiyor. Bir yandan…
Spiegelneuronen, Fotoğraf: Bernd Uhlig
Bir yandan Tobias Koch’un bazen arka plan oluşturan bazen ritimleriyle yerimizde durdurmayan atmosferik müziği eşliğinde ve Martin Hauk’un gösterideki her fikrin altını sakince çizen ışığı altında eğleniyoruz. Bir anda nerden çıktıklarını anlamadığımız sarı balonları şişirip birbirimize atıyoruz, ortalık kindergarten’a yani bir çocuk yuvasına dönüyor, bir yandan da -belki daha önce bilmediğimiz veya üzerinde etraflıca düşünmeden icra ettiğimiz- gündelik davranış tercihlerimiz hakkında bilgileniyoruz. Örneğin; birinin bize yaklaşmasına ne kadar izin vereceğimiz konusunda her zaman bedenlerimizle pazarlık yapıyor olmamız. Üst ses sonraki sekansta tam da buradan yürüyor. Az önce aramızda ortak hareketlere katılmayıp öylece kollarını kavuşturmuş oturan insanların da olabilme olasılığını bile tahmin ederek dillendirmiş olmaktan çekinmeyip, çıtayı Orta Avrupa seyircisi için bir derece daha yükseltiyor ve yanımızdakinin omuzuna dokunmamızı, biraz sonra da etrafımızdakilerle el ele tutuşmamızı öneriyor. Berlin’in her şeye açık ve teşne seyircisi ikiletmiyor, bir anda seyirci tribününde koltuk sıralarını aşan bağlar oluşuyor. Sonlara doğru Sasha Waltz’in dansçıları da anonimliklerinden iyice sıyrılıp, çok da bir parıltısı olmayan bir koreografi eşliğinde bulundukları farklı noktalardan birbirleriyle bağlar kurmak üzere yavaş çekim hareketlerle bir araya gelecekler.
Yalnızlık mı, grup dinamiği mi? Kitle içinde mi olmak, birey mi kalmak? Kitle içinde aykırı olunabilir mi, eleştiri yapılabilir mi? Şüphecilik sağlıklı mıdır? “Normal” mi, yoksa “farklı” mı davranılırsa hayatta kalınır? Gösterinin dert edindiği, hakkında bu ve benzer soruları sorduğu mesele 70 dakika sonra gelip Radiohead’in eskimeyen kült şarkısı Creep’e dayanıyor. Zaten…
Zaten aynadaki görüntülerimiz de Mikko Gaestel’in hazırladığı video içinde bir belirip bir yok olmaya başlıyor. Bir yandan dilimizdeki şarkının sözlerinde olduğu gibi belki kendimizi “buraya ait değil” gibi hissediyor öte yandan belki de hepimizin birer creep olduğunda birleşerek oluşturduğumuz geçici topluluğun bir parçası olarak sadece zihinsel değil bedensel empati yetimizin de uyarıldığını fark ediyoruz. Ayna sahnesinden inip hayatın sahnesine döndüğümüzde yolumuza dönüşmüş bir beden ve zihinle, uyarılmış duyularla devam ediyoruz.
Comments