top of page

Arşivinden tanımak: Bir Şahin Kaygun oyunu

Şahin Kaygun’un Oblique başlıklı sergisi 8 Eylül - 22 Ekim 2022 tarihlerinde Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde Galerist’te izleyiciyle buluştu. Serginin hatırlattıklarıyla birlikte yıllar öncesine, arşivin zamanda açtığı portaldan Kaygun’un iç dünyasına, sorularına ve pratiğine yol alıyoruz


Yazı: Naz Beşcan


Şahin Kaygun, İsimsiz 50, 1985, Renklendirilmiş gümüş jelatin baskı, 30 x 44 cm


1.


Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde 8 Eylül - 22 Ekim 2022 tarihlerinde Galerist’te gerçekleşen Oblique sergisi, Kaygun’un arşivini oblique* bir çizgi ile kesiyor. Kaygun’un hem fotoğraflarında hem de yönettiği ve sanat yönetmenliğini üstlendiği filmlerinde gördüğümüz plastik ve grafik kaygının, aslında grafik tasarım eğitiminden gelen kendine has ve zamanından çok ileri bir estetik dilin peşinde buluyorum kendimi.


Arşivi dönemsel olarak verev kesen bir bakışla Kaygun’un farklı farklı zamanlarda, küçük/büyük işlerinde, sokaklarda, bedenlerde, kendi kurduğu sahnelerde aradığı dramatik ve grafik oyunu görünür kılıyor Oblique: Kuşların tünediği elektrik telleri, sanat yönetmenliğini yaptığı ve set fotoğraflarını çektiği Dul Bir Kadın filminin siyah beyaz çizgili arka planı ve elinde mızrağı ile Müjde Ar, tiyatro fotoğraflarındaki hareketler, Salzburg’da bir binanın gölgesi, askerlerin düz çizgi halinde yürüyen botları, çıplak bedenlerin kıvrılışı, ışığın bu bedenlerde oluşturduğu gölgeler, bir odanın içinde Kaygun’un kendi yarattığı gölgeler, ısıtıp manipüle ettiği Polaroid işlerinin kıvrımları…


Şahin Kaygun, İsimsiz, 1970'ler, 60 x 90 cm. Burçak Kaygun ve Galerist'in izniyle


Küratör Pınarlıgil, Kaygun’un, en iyi bildiğimiz foto-pentürlerinde, “yaptığı” fotoğraflarda rahatlıkla gördüğümüz, oyuncu, deney seven ve döneminin fotoğraf çevrelerine göre bir hayli de cesur karakterinin, formda, ışıkta ve oblique’teki yansımalarını da görüyor. Görmekle kalmayıp oyunu üstüne ekleyerek devam ettiriyor. Serginin adını aldığı eğik* sıfatını, gri ve daha grinin birbiri üzerinde kaydığı verevlik ile aynı eğik ikililiği bir kadın bedeninde göğsün altından geçen gölgede gördüğümüz işin tam arkasındaki duvara taşıyor. Galerist ile özdeşleşmiş, binanın tarihini taşıyan freskli duvarlarla Kaygun’un serin ve steril bakışını üst üste getiriyor. Galeri mekânın en dibinde, duvarı kaplayan siyah-beyaz kuşlar ve dalların gölgeleri bizi de oblique’e davet edip çizgileri takip etme içgüdümü uyandırıyor, belki de Kaygun’un forma ve fotoğrafa karşı bitmek bilmeyen merakının bir tezahürünü ziyaretçilere yaşatarak.


Şahin Kaygun, Oblique sergisi yerleştirme görüntüsü, Galerist'in izniyle


2.

Şahin Kaygun’la 20 yaşındayken tanıştım. Kendimi o yaz “tesadüfen” stajda bulduğum İstanbul Modern Fotoğraf Departmanı, Kasım 2014’teki Şahin Kaygun sergisine hazırlanıyordu. Müzede olmanın kalbimden fışkıran heyecanı ile etrafta dolanırken karşıma daha önce ismini hiç duymadığım Kaygun çıktı. Görevim, Kaygun’u önceki sene bir sergi ile şehrin sanat ekolojisine tekrardan tanıştırmış ve İstanbul Modern’deki sergiye önayak olmuş Elipsis Gallery’de sanatçının 1992 yılında hayatını kaybetmesinin ardından kolilere kaldırılmış fotoğraflarının, negatiflerinin, contact sheet’lerinin, notlarının ve mektuplarının tek tek dijitalleştirilmesi, hem dijital hem de fiziksel olarak arşivlenmesiydi. Ben Şahin Kaygun’u arşivinden tanıdım.


Şahin Kaygun, İsimsiz 20, 1987, Karışık teknik, 35,8 x 53 cm


Galerinin kapalı olduğu pazartesi günleri bile anahtarımla yukarı kattaki baskı atölyesinden galeriye iner, dış dünyadan tamamen koptuğum saatler boyunca Kaygun’un küçücük bir galeri ofisine sığdırmaya çalıştığım uçsuz bucaksız dünyasında gezerdim. Set fotoğrafları, asker fotoğrafları, siyah seriler, beyaz seriler, sanatçı portreleri… Beyaz eldivenlerimle, üzerine hafif italik ama arası açık harflerle not aldığı, sararmış zarfların içinden negatifleri pür dikkat çekip çıkarır; baş ve işaret parmaklarım arasında neredeyse temassız bir dengede tutarak filmleri tarayıcının üzerine arşivleme için özel olarak yerleştirilmiş bölümlere bir mücevher gibi tek tek yerleştirir; tamamlanan dörtlüyü taratıp bilgisayardaki doğru dosyaya doğru isimle kaydeder ve masama geri dönüp taranmış negatifleri asitsiz kâğıtlarla üretilmiş, 2014’te İstanbul’da çok zor bulunan film dosyalarına tek tek yerleştirirdim. O yazın iki ayını Kaygun’un arşiv dünyasında geçirdim.


Bu öyle bir deneyimdi ki, gördüğüm sadece sanatçının külliyatı değildi. Zamanda açılan bir portaldan Kaygun’un iç dünyası da, sanki minik minik sızmak için uğraşıyordu. Bastığı sayfalarca contact sheet’lerle, onların üzerine aldığı notlarla (hangi karenin kesinlikle eleneceği, hangi kareyi seçtiği, hangisini basarken nasıl oynamalar yapacağına dair), bazen bu notlara eklediği esprileriyle düşünme ve bağlantı kurma biçimlerine dair küçük kırıntılar bırakıyordu. Evde, setlerde, arkadaşlarıyla çıktığı tatillerde çektiği fotoğraf, bu fotoğrafların arkasına aldığı notlar, dergilerin kıvrık kulakları, fotoğraflar üzerine yaptığı boyama baskılarının kat yerleri, ölü kuş fotoğrafları çekmeye başladığı Salzburg’da belki de kendi varlığını kanıtlamak için fotoğraf makinesini kendine çevirerek çektiği ve o dönem henüz bir adı bile olmayan selfie’ler… Kaygun’un arşivi benim için onun gerçekliğinin, düşüncelerinin, hislerinin, korkularının, neşelerinin kanıtıydı.


Şahin Kaygun, İsimsiz, 1985, Renklendirilmiş gümüş jelatin baskı, 17,7 x 24 cm


Oblique, Kaygun ile ilk tanışmamdan sekiz sene sonraya denk geliyor. Onun ürettiği yaşlarda, hayatı ve insan olmayı biraz daha iyi anladığım ve deneyimlediğim, onun kaygılarının kendi yaşamıma denk gelmelerini biraz daha çok gördüğüm bu yaşımda baktığımda, şimdi başka hisler hissediyor, başka bir derinlik görüyorum. Kaygun’un ışık ve çizgilerle yarattığı eğik çizgi, benim bedenim ve onun işlerinin arasından geçip bir şeyleri yansıtıyor. Arşiv bir ayna olarak yaşamına devam ediyor.


Şahin Kaygun, Fantasya, 1984, Polaroid, 11 x 9 cm

3.


Jacques Derrida’ya göre arşiv, Batı toplumlarının hep bir başlangıç ve son arama ateşine su serpmektedir: “Arşiv hummasına” yakalanmış olan bizler, her an bir arşive bakma arzusuyla yanıp tutuşur, takıntılı ama nostaljik bir şekilde her şeyin merkezine dönme isteğimizi bastıramaz, eski zamandaki keskin başlangıç noktasına bir özlem duyarız.


Peki zamanın başlangıcı ve sonu olmadığına inanan bir teori ile dünyaya baktığımızda arşiv, hatta konuyu daraltırsak bir sanatçının arşivi, tam olarak nerede duruyor? Bükülen, uzayan, genişleyen, katlanan ve daralan bir zaman-mekân algısının içinde arşiv, sadece yaşanmış anları temsil eden birer hatıra parçasının bir araya gelişi olabilir. İşlerinin, sürecinin ötesinde, karşımıza alıp oturtamayacağımız sanatçının kişiliğine, düşünce biçimine, aşklarına, rüyalarına, korkularına dair bize aradığımız cevapları tam olarak veremeyebilir, ama hissettirir.


Arşivsel olanın sözde somutluğunda ve tarafsızlığında ortaya çıkan bu his Derrida’ya göre dünyanın en öznel yorumlamalarındandır. Topyekûn kalabalığıyla arşiv, ona bakanın aynası olmaktan öteye geçemeyebilir. Anın içinden geçmişe bakma ya da geleceği düşünerek bir arşivi oluşturma eylemlerininin zamanlararası iletişiminde acaba gördüğümüz sadece kendimiz de olabilir miyiz? Seçici dikkatimize takılanlar, arşiv ile karşılaşmamız sırasında aklımızdan geçenler, o günkü duygu ve kaygılarımızı yansıtan öğeler olabilir. Farkında olmadan alışık olduğumuz, belki de bilincimizin altında bir yerlerde zaten aradığımız imgelere yöneliyor olabiliriz. Bin yıllardır şeyler arasında bağlantılar kurarak kendini bu günlere getirmiş beynimiz, parçaları her zamanki gibi birleştirmek ve kendi hikâyesini yazmak ister; zanneder ki kanıtlar önümüzde ve apaçıktır. Arşivi oluşturan kişi ise belki bambaşka şeyler düşünerek bir araya getirmiştir elindekileri. Belki sakladıkları, biz kendimizi arşivin sakladığı en derin sırlarını gördük sanırken bile, bize gözükmemek üzere çöpe atılmış, aslında önemli olabilecek bazı bölümler kolilere bile konulmamıştır. Biz, bakan taraftakiler, hem algıladığımız, deneyimlediğimiz zaman hem de arşivin kendisi tarafından manipülasyona uğruyor olabilir miyiz?


Şahin Kaygun, Kırmızı Fantasya, 1984, Polaroid, 68 x 87,5 cm


Arşivin bu kaygan, belirsiz ve parçalı hali de Derrida’nın ilgisini çeker. Arşivler sadece yazılmış ve işlenmiş olan bilgiye yer verebilir, aslında hayat deneyimimizde en büyük payı olan düşüncelerimizi ve sözlerimizi (henüz) kaydedemezler. Bu bakımdan arşiv her zaman eksik olmaya mahkumdur.


Bu yazıya da aynı bölük pörçüklükle yaklaşıyorum. Yekûn olan şeyi anlamanın tek yolu da belki de bu parçalı deneyimden geçiyor. Özellikle sonsuz bir zamandan bahsediliyorsa, denizde boğulmamak için bu parçalılığı kabul etmekten başka bir çaremiz de olmayabilir. Deneyimlenen kadarıyla yetinemezsek, arşiv humması ateşimizi bizi delirtene, bize şuurumuzu kaybettirene kadar yükseltebilir mi?


4.


Eğer Şahin Kaygun’la 41 yıllık yaşantısında denk gelen şanslılardan değilseniz, siz de Şahin Kaygun’la arşivinden tanıştınız demektir.


Oblique sergisinde galerinin en öndeki üç odasının sonuncusunda, sol tarafımızda kalan kolaj fotoğrafı ile karşılaştığımızda belki Kaygun'un da bizimle tanışmaktan memnun olabileceğini hissedebiliriz. Dört ayrı karenin bir araya gelişinden oluşan ve yayvan bir düzleme yayılan bu fotoğrafta, fotoğrafçının muhtemelen ev olan bir iç mekânda camdan giren ışık ve kendi gölgesiyle oynadığı oyunları görüyoruz. Kaygun kendi elini ışığa doğru kaldırıp, adeta gölgesiyle el sallıyor. Fotoğraf anı ile zamanın ötesine taşınan bu el sallamada, hepimizde olan bir dürtüyü görebiliyorum: Burada olduğunu, var olduğunu ve oyunun içerisinde olduğu bir şekilde kanıtlama dürtüsü. Biz seyircisiyle, fotoğrafa bakan gözle, kendisinin de bizim kadar etten ve kemikten, bir mercekten öte mercekten bakan, mutlulukları, aşkları, melankolisi, kaygıları ve fikirleriyle, eliyle ve gölgesiyle bir insan olarak iletişim kuruyor.



Şahin Kaygun, İsimsiz, Gümüş jelatin baskı, 14 x 15 cm | Arşivsel pigment baskı, 21 x 22,5 cm, Ed. 5 + 2 AP


Salzburg’da gezdiği kiliseler ve ölü kuşlar serisiyle görünmeye başlayan, Polaroid’lerindeki limitleri olmayan bir fotoğraf için çıktığı sanatsal arayışında vuku bulan, Dolunay’da zamandaki bükülmeler olarak perdeye yansıyan ve Eskizaman Denizleri serisinde ise zamana paralel bir hikaye ile bambaşka bir tondan karşıma çıkan varoluşsal sorularına bir cevap arayışı var belki de Kaygun’un. Yanıbaşımızda olan, kuşlara ve medeniyetlere son veren ölüme, insan bedeninin kırılganlığına, tinsel soruların ve sorunların çıkmazlarına belki de sanat yönetmenliği yaptığı Aaahh Belinda filminde bir anda küçük rolüyle karşımıza çıkması gibi bu fotoğrafta da bir o kadar hafif bir oyunla cevap arıyor. Arşivdeki kişisel kırıntıları gibi bu el sallayış da Şahin Kaygun’un pratiğinin içerisine minik bir glitch gibi yerleşiyor, oyunu kuranın kendisi olduğunu hatırlatıyor.


“Kaygun, zamansız biten sanatsal yolculuğunun sonunda aradığı cevapları bu hayatta bulmuş mudur?” sorusundan ziyade asıl ilgimi çeken şu: Sorduğu soruların herhangi bir cevabı var mıdır? Var ise bunlar bulunabilir mi, yoksa bu sorular cevapsız kalan cinsten sorular mıdır? Cevapları mevcut olsa bile bu cevaplar algılanabilir mi, içinde yaşadığımız bu deneyime aktarılabilir mi?


Bu yazı şu anda okuduğunuz kâğıdın üzerindeki harflerden oluşuyor olabilir; fakat pekâlâ eş zamanlı olarak Eskizaman Denizleri’nde köpüklü dalgaların karaya vuruşunun bizim boyutumuzdaki bir yansıması da olabilir.


 

*Fransızcada eğik.


bottom of page