Deniz Aktaş’ın Tesadüfi Bir Kronolojinin 76 Parçası başlıklı kişisel sergisi 9 Nisan 2022 tarihine kadar artSümer’de devam ediyor. Sanatçıyla sergi üzerinden üretim pratiğini, şehirleri, yıkımları ve yeniden inşaları konuştuk
Röportaj: Çiçek Doğruel
Deniz Aktaş, Umudun Enkazı 3, 2022, Kağıt üzerine mürekkepli kalem, 130x200 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Büyük kentlerde planlar üzerine kurduğumuz sistemli hayatlarımızın sisteminin bozulmaması, görmek ve düşünmek istemediklerimizin aslında var olmadığına kendimizi inandırmamıza bağlı belki. Önem verdiklerimizden “daha önemli” olabilecek konuları görmezden gelmeye çalışmak da bunun bir parçası. Tabii bunu bir tehdit olarak görmek ve bundan kaçınmaya çalışmak bir tercih ama göstermek istemeyen, engeller, sansürler koyan düzen de işimizi kolaylaştırıyor. Sergi boyunca bununla yüzleştikçe yükümüz artıyor sanki. Sanatsal üretiminizin sizin tanıklık sürecinizde yeri nedir? İçselleştirme yoluyla bir anlam arayışı mı içini dökerek yükü hafifletme isteği mi ya da belki kayıt altına alış mı?
Sanatsal üretimim şehirlerden ve şehirlerdeki binalardan, şehrin nasıl düzenlendiğinden (veya düzenlenemediğinden) besleniyor. Yaşadığım her yer yeni işlerin üretimi için bana, daha önce deneyimlemediğim yeni ve şaşırtıcı imkânlar sunuyor. İstanbul-Diyarbakır-Paris arasındaki yolculuğum yeni projelerin ortaya çıkmasına aracı oldu. Deyim yerindeyse, doğru zamanda doğru yerdeydim. Diyarbakır çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm şehir. İstanbul ise gençliğimi sanat ile doldurduğum zamanlara tekabül ediyor. İki şehir de vazgeçilmezlerim arasında. İki şehirde de ana arterlerinden girip eksik gedik, yarık ve oyuk, sayabileceğimiz bir dizi sorun ve sorunların bendeki izleğidir. Önem verdiğimiz ya da vermediğimiz, tehdit olarak gördüğümüz ya da görmediğimiz, sansür, engel, düzen başka birileri için başka anlamlar taşıyabilir. Bir yere bakmak ya da şöyle söyleyeyim bir yere bakamamak, o yerle ilgili uzun yıllar biriktirdiğim gerçeklik ve o gerçekliğin her gün yavaş yavaş değişip, başka bir gerçekliğe dönüşmesi de düşündüren bir sorunlar yumağı.
Sergi ismini, 1994 yapımı Haneke filmi Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası’ndan ilhamla alıyor. Filmde şiddet eyleminin etrafında gelişen olayları, savaş ile ilgili haberlere duyarsızlaşan tepkisiz insanları izliyoruz. Aslında hayatımızın içinde olan bir durumun yüzümüze vurulması oluyor ki bu da Haneke izleyicisini alttan alta rahatsız ediyor olabilir. Filmde çalışmalarınıza karşılık gelen referans noktalarından bahsedebilir
misiniz? Şiddet ve buna karşı yabancılaşma yaratma sürecinizde ne gibi yankılar bıraktı?
Tesadüfi Bir Kronoloji’nin 71 Parçası filmi çok çarpıcı ve sarsıcı. Serginin İngilizce ismini aldığı film. Sahipsiz toprak, insansız bölge, tarafsız topraklar, sahipsiz ülke, cepheler arasındaki toprak, belirsiz durum, iki cephe arasındaki sahipsiz toprak, yabancılaşma, ölüm, yas, melankoli vb. devam eder. Yabancılaşma, belirsizlik, birilerinin hayatı, yani gerçeğin ta kendisi olan olayların, başkalarının televizyonda izlediği görüntülere dönüşmesi üzerine 71 tane parça. Savaşta gerçekten ölen insanların, haberlerde veya sosyal medyada akşam yemeği esnasında izlenen hikâyelere dönüşmesi, bir şiddet örneği olarak kabul edilse de hemen hemen tüm fiziksel şiddet ekran dışında kalır, yani yüksek bir isim ve film, arka plandadır. Bana “yabancılaşmak” fiilini görselleştirmek konusunda ne kadar usta olunabileceğini gösterir. Duyguların nasıl da birbirine girebileceğinin canlı kanıtıdır. O da bizler gibi, nefes alır ve verir. Bu bana yaşadığım hayatın pek de renkli olmadığını, gitmediğini, gidemediğini hatırlatıyor. Bunlar bir resim ile anlatılacak veya hayalini kuracak kadar küçük şeyler değil. Zamanla oluşacak ve üzerine bol bol konuşulacak mevzular. Örneğin yanıbaşımızda devam eden savaş, kentsel dönüşümler, diğer yandan Ortadoğu’nun yeniden yıkılması varken, benim ancak bir köşesinden tutabildiğim bir mevzu.
"Yerin ruhu 'mekân' ve 'karakter' kavramlarına bağlı olarak anlaşılabilir. Yerin ruhununun görünür hale gelebilmesi için üç önemli değerin 'tarih, kimlik, ve anlam'ın olması gerekiyor."
Salona girdiğimiz anda karşılaştığımız kum torbaları kısa bir an için devam edip etmeme konusunda tereddüt etmemize neden oluyor. Bu terk edilmiş bir savaş alanı mı, geçişi engellenemek için kurulmuş bir barikat mı diye düşünürken ilerlemeyi seçmek devamında göreceklerimizin sorumluluğunu da üzerimize almamızı sağlıyor. Kendi hayatlarımızda da bakmayı ve görmeyi seçtiğimiz noktalarda tanık olduklarımız bize nasıl bir sorumluluk yüklüyor diye sorgulamaya yöneltiyor. Yaşamda tanık olunanın duygusal yükünden ya da hissettirdiği sorumlu olma durumundan sonra ne gelir? Sizce bundan kaçmak için başka yöne baktığımızda ya da dönüp gitmeyi seçtiğimizde barikatın arkasında var olanın sorumluluğu başkasına mı geçer?
Gördüklerim, yaptıklarımın ve yapacaklarımın yansımasıdır. Çevremize bakalım ne görüyoruz. Yıkıntılar arasında bir yaşam alanı. Hep geriye dönüp baktığımda gördüğüm bir insana, bir hayata ait izler. Kimsenin olmayan, herkesin gidebildiği bir kimliksizlik hali. Aynı zamanda bir empati durağı. Devam etmek veya devam etmemek, görmek ve bakmak, anlamak ve idrak etmek gibi. Umudun enkazı tam bu durumda hissediliyor.
Deniz Aktaş, Yerçekimsiz Obje (45), 2021, Kağıt üzerine mürekkepli kalem, 50x35 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Değişken Ufuklar’da ufuk çizgisini izlerken birbirini takip eden yıkılmış, insansız bir kent ve bomboş alabildiğine uzanan arazi iki zıt görüntüyü ortak bir hiçlikte buluşturuyor. Hangisinin daha hiç, daha boş olduğunu sorarken insanın hiçlikteki yerini düşündürüyor. Yıkım yaşamın izlerini siler mi? Mekânın belleği yıkılan mekândan ve orada yaşamış insandan bağımsız varlığını sürdürebilir mi? Çalışmalarınızda boşluğun yanında duran yıkılmış kent görüntüleri izleyiciye hangi soruları yöneltiyor?
Heidegger’e göre insanlar dünya üzerinde yer bulma çabalarını inşa eylemiyle fiziksel hale getirirler. İnşa etmek ile ikamet etmek yer üzerinde bütünleşir. İkamet etmek insan varoluşunun ana koşullarından biridir. İnşa, zıt anlamı da yıkım. Yıkımlar ve inşalar devam ediyor. İnsan, birebir yaşadığı ya da tanıklık ettiği zamana ayna olur. Bu zoraki bir vicdan yansımasıdır. Yaşadığımız mekânların dokusundan tutun kültürel kodlarına varıncaya değin ne varsa onunla organik bir bağ kurarız. O bağın devam etmesi için orayı hatırlatacak ne varsa göstermeye çalışırız.
Yerin ruhu “mekân” ve “karakter” kavramlarına bağlı olarak anlaşılabilir. Yerin ruhununun görünür hale gelebilmesi için üç önemli değerin “tarih, kimlik, ve anlam”ın olması gerekiyor.
Temelde, tarihi, kültürü olan “yer” ile tarihsiz, zamansız, yersiz, kimliksiz bir biçimde var olan yok-yerler arasında önemli bir ayrım vardır.Toplumların bulunduğu yerin ekonomik, coğrafi ve kültürel özelliklerine, iklimine, yapısal ve doğal çevresiyle ilişkilidir. On yıldır dünyayı saran bir kriz durumu mevcut. Ortadoğu’nun yıkılması ve inşası. Halen devam eden yıkımlar sadece mekânlarının yıkımları ile ilişkili değil, ekolojik tahribatın, bireyin kimliğini kaybetmesi, göç ve mültecilik gibi sorunlarla karşı karşıyayız.
Genel geçer toplum hayatında her türlü işlenen suç, durum ve olay aslında yine aynı toplumun kanalizasyonu olduğunu ve her bireyin buraya bakmak istemediğini sebepleyen durum. Art arda devam eden değişen, yan yana duran ama belirsizlikte kalan, yıkım ile doğa arasında kaybolan işler. Yıkımların, yıkıntıların, molozların, süprüntülerin ve hafriyattan sayabileceğimiz çer çöpün “doğal” yollardan oluşmadığını, doğal olanında sürekli bir tahribatla “doğallaştığını” görüyoruz. Tam da bu karmaşa üzerindeki soruları sordurmaya çalışıyorum.
Deniz Aktaş, Sessiz, 2021, Kağıt üzerine mürekkepli kalem, 35x50 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
İzleyici gözünü ufuk çizgisinden ayırdığı noktada yerde bir kuş fark ediyor. Yolda yürürken ise yerdeki kuşlar pek gözümüze çarpmaz aslında. Kuş neden yerde sorusu aklımıza geldiğinde uçmak isteyip de uçamıyor belki de çabalıyor diye cevap verebilir, kuşun uçacağına kendimizi inandırabiliriz. Yoksa bu yine görmezden gelmemiz gereken ölü bir kuş mu? Duygu Demir’in ziyaretçiye mektupta yönelttiği sorular da yine
benzer bir ikileme yöneltiyor bizi. “O bir bulut mu yoksa duman mı? Kalıntılarını gördüğümüz araba eskiyerek hurdaya mı çıkmış, yoksa bir patlamadan geriye kalan mı?” Görmekten kaçındıklarımızı bir kere gördükten sonra kendimizi inandıklarımız umut ile inkar, umutsuzluk ile gerçek arasında nerede duruyor? Bakınca gördüklerinizde ve işlerinizde siz hangisine yakın duruyorsunuz?
Yukardaki yazıdan tekrar alıntı yaparsam, Bir yere bakmak ya da şöyle söyleyeyim bir yere bakamamak, o yerle ilgili uzun yıllar biriktirdiğim gerçeklik ve o gerçekliğin her gün yavaş yavaş değişip, başka bir gerçekliğe dönüşmesi de düşündüren bir sorunlar yumağı. “Hiçbir şey yapmamak tarafsız kalmak değildir” gibi bir anlama gelen, aksine insanların çaresizliğini mükemmel şekilde tekrarlayan ve değişen, boşlukta duran, hareket ediyor mu, etmiyor mu diye devam eden sorular yumağı… Mekân ve zaman kavramını yitiren, kendi içerisinde iki farklı zamana bölünebilen ve tekrarlarını devam ettiren sessizlik içerisindeki sessizlik… Tam da Duygu’nun yönettiği benzer ikilem.
Deniz Aktaş, Değişken Ufuklar, 2021, Kağıt üzerine mürekkepli kalem, 35x50 cm, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz
Tüm bunlarda koltuğun yerinden bahsedelim biraz da. Sergide tekrar eden boş koltukla birlikte gelen iktidar çağrışımı, koltuğun neden boş olduğunu düşünmeye yöneltiyor izleyiciyi. Aynı zamanda bu boşluk koltukta oturan kadar oturmayanı da akla getiriyor. Yıkımın ortasında koltuğun hiyerarşisi nedir? Bu koltuğun boşluğu tahribattan önce mi
sonra mı gelir?
Çünkü, günümüz dünyasında insanoğlunun elinin değdiği her şey bir şekilde manipüle oluyor ve kendi öz gerçekliğinden uzaklaşıyor. Çünkü insan herşeyi kendi küçük dünyasında büyük bir şey yapmış gibi kendi emel ve doğrusu için bir yerler, bir şeyler kurar. Bu dünyayı değil de tüm kainatı, uzayı daha derin düşündüğümüzde bir nokta bile olmayan ama her şeyin insan için bir şekilde hizmet ettiğini, etmesi gerektiğini düşünen biz ölümlülerin gerçek diye yaşadığının çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Doğa bir şekilde silkelenir ve kendini yeniler. Bizim tüm amacımız doğal olandan uzaklaşıp yapay olanı yerine koymak. Böyle bir durumda sanatçıyı düşündüğümüzde önümde kocaman bir soru yumağının biriktiğini ve bu soruların sanat ile çözülemeyecek kadar zor olduğunun bilinci ile işlerimi üretiyorum. Koltuk, tekrar eden koltuklar, sadece bir iş. Çok da anlam yüklemek sanata haksızlık olur. İzleyicinin kendi bakış açısına bırakalım.
Yorumlar