Performans sanatı ne zaman açıklanmak istense esnek tanımlar kullanılıyor. Özgürlüğü teşvik eden bir mecraya sahip olmak sanatçılar için rahatlatıcı ancak eserlerin sanatsal niteliklerini denetleyebilecek kriterlerden yoksun çalışmak, gerçekten vahim işlerin meşru gözükmesine sebep olabilir. Performans sanatı izleyeni tatminsizlik, boşluk ve anlamsızlık dışındaki hislerle de tanıştırmaya elverişli ancak bu yönünü açığa çıkarmak sanatçının mesleğine ve izleyicilere duyduğu sorumlulukta yatıyor. Fiziksel ve teknik virtüözlüğün bu sanatın icrasında bir gereklilik olmaması altyapısız işler üretme bahanesine dönüşmemeli. Seyirciler, performans sanatının belirsizlikten beslenen doğasından ürkmeyi bırakıp, onlara sunulanları cehaletlerinin açığa çıkmasından korkmadan yorumlamaya başlarsa, bu müphem karakterli sanat dalı gelişebilir. Güçlü bir tiyatro geleneğine sahip olan Polonya’da sahne eseri üreten genç sanatçılar, performans sanatını yaptıkları işleri geliştirmek için kullanmanın yolunu bulmuşlar. Varşova’da tek bir oyun için opera söylemeyi öğrenen aktörler ya da gece kulüplerindeki eğlence kültüründen esinlenerek eserlerine anlamlı kavramsal zeminler oluşturabilen dansçılar var. Şehirdeki sahne üretimi genç sanatçıların bedenleriyle kurdukları ilişkinin profesyonelliğini gösterdiği için ilham verici
YAZI: NADİR SÖNMEZ
Make Yourself, Fotoğraf: Bartek Stawiarski
Paris’te tiyatro öğrencisi olmanın mükâfatlarından biri dünya sahnesinde ne olup bittiğini bulunduğum yerden takip edebilmekti. Robert Wilson, Thomas Ostermeier, The Wooster Group, Kristian Lupa, Christoph Marthaler, Rodrigo Garcia ve isimlerini çoğaltabileceğim bir çok dev tiyatro yönetmeni ve grubunun en güncel oyunları Paris’teki tiyatroların programlarında yer alırdı ve tüm sezon benim için festival gibi geçerdi. Avrupa’da yoğun ilgi gören tiyatro yönetmenlerinden biri olan Polonya’lı Krzysztof Warlikowski’nin evreniyle de Paris’te tanıştım. İlk izlediğim sahnelemesi Isabelle Huppert’in başrolünde oynadığı Arzu Tramvayı'ydı. Oyun Blanche’ı canlandıran Huppert’in uzun süre mikrofona geviş getirir gibi sesler çıkardığı bir açılışla başlıyordu ve "büyük oyuncu" izlemeye giden seyircinin şevkiyle gönül eğlendiriyordu. Sinemada Marlon Brando ile özdeşleşen Stanley karakterini ise gerçek hayatta tek kelimesini konuşamadığı halde tüm oyunu Fransızca oynayan Polonyalı bir oyuncu canlandırıyordu. Bir yönetmenin kendi vizyonunun ve estetik anlayışının, tiyatro seyircisi tarafından çok iyi bilinen ve hâlihazırda yerleşik çağrışımlara sahip bir metnin algılanışını nasıl değiştirebileceğini o oyunla gördüm. Ardından ne zaman bir Warlikowski oyunu Paris’e gelse izledim. Onun sahne üzerinde yarattığı ve temposu gerçek hayattan uzak zamanın oyuncuları tarafından benimsenerek yaşatılmasına hep hayran kaldım. Oyunları anlaşılmaz derecede entelektüel bulunsa ve bazen beş saati bulan uzunluklarından ötürü tiyatro çevrelerince alay konusu olsa da, kimse kendini yeni bir Warlikowski sahnelemesini izlemekten de alıkoyamazdı.
Warlikowski’nin sanatçı arkadaşlarıyla Varşova’da kurduğu Now Teatr'da geçtiğimiz Temmuz ayında (2019) bir yaz kampı düzenlendi. Otuz yaşın altındaki sanatçıların katılımına açık ve tüm dünyadan başvurular kabul eden bu programa başvurdum ve bursla kabul edildim. Bu sayede hem Warlikowski’nin oyunlarını yarattığı tiyatroda iki hafta boyunca çalışıp vakit geçirme şansı elde ettim hem de Varşova’daki güncel performansları takip ettim. Sırp dramaturg Sodja Lotker ve Polonyalı performans sanatçısı Wojtek Ziemilski’nin yürütücülüğündeki atölyede çoğunluğu Doğu Avrupa ülkelerinden gelen on iki sanatçıyla birlikte devising (kolektif/ortaklaşa üretim) metodu üzerine bir çalışma gerçekleştirdik. Öğrendiklerim ve izlediklerim hem kendi projelerime bakış açımı şekillendirdi hem de bana Varşova’da olup bitenleri Türkiye’de tiyatro yapanlarla paylaşma ihtiyacı verdi.
Polonya’nın en prestijli tiyatrolarından Nowy Teatr’ın binası çağdaş bir mimariye sahip. Dışı beyaza boyalı bu sade yapının içinde seyirci platformunun yeri değiştirilebilen büyük bir sahne alanı bulunuyor. Seyirciye açık olmayan kısımda provalara ve toplantılara tahsis edilmiş iki geniş bölüm, üzerindeki oyun isimlerini görünce insanın iştahını kabartan dekor depoları ve dünyadaki en heyecan verici tiyatro topluluklarından birini ağırlayan kulisler bulunuyor. Bu kısmın koridorlarında, karşılaştığınızda sizi bölgedeki eski komünist rejimlerden miras kaldığını tahmin ettiğim bir çeşit saygı ve nezaketle selamlayan teknisyenler dolaşıyor. Tiyatronun kamuya gün boyu açık kısmındaysa geleneksel Polonya yemeklerinin vejetaryen yorumlarını sunan bir kafe-restoran bulunuyor. Sabahtan itibaren bu alandaki masaları kapan insanlar tiyatronun dingin atmosferinde bilgisayar başındaki işlerini yapıyor ya da sosyalleşiyorlar. Nowy Teatr’ın bahçesindeki şezlongu andıran oturma yerleri ‘chill’ etmek için ideal. Belki de her ülkede olduğu gibi, bu tiyatronun ağırladığı insan grupları da memleketlerindeki iktidardan yakınıyor ve her şeye rağmen hayattan zevk almanın yollarını arıyorlar.
Varşova’da ilk izlediğim oyun günümüzde Avrupalı olmayı tartışan Erasmus isimli oyundu. İsmini üniversiteler arasındaki değişim programlarına da veren düşünürün görüşleri, yaşları 22-25 arasında değişen bir ekip aracılığıyla günümüz koşulları göz önünde bulundurularak yorumlanıyordu. Seyirciyle sarkastik bir edayla ve gündeliğe yakın bir üslupla konuşan anlatıcı karakteri ile sahne üzerindekine paralel bir hikayenin daha önceden kaydedilmiş videolar aracılığıyla eş zamanlı olarak gösterilmesi, çağdaş tiyatro sahnelemelerinde çok rastlanan seçimlerdendi. Oyunun ayrıcalığı ise opera türünü yeniden yorumlamasıydı. Bu gösteriye özel bir şan eğitimi alan genç oyuncular oyunun kimi bölümlerinde opera sanatçılarına dönüşüyorlardı ve bu geçişler işlenen konunun algısında mizahi bir değişikliğe yol açıyordu. Arkada sürekli sessiz dönen videoların sesini duymaya başladığımızda ise oyunun en can alıcı anı yaşandı. Sahnedeki ekibin derin ve ciddi bir tartışma halini görüntüleyen çekimde, oyunculardan birinin Suriyeli mültecilerin ülkesine girmesine tahammül edemediğini anlatırken gösterdiği performans, gerçek olduğuna ikna edecek kadar inandırıcıydı.
Erasmus
Her ne kadar görüşleri politik doğruculuk düzleminde kabul edilemez olsa da muhtemelen bastırılan ve büyük kesimler tarafından savunulan bir düşünceyi işaret ettiğinden, salondaki seyircilerin dinleyişinde esrarengiz bir değişiklik yaşandı. Oyun ertesinde ekipteki oyunculardan Adrian Pezdirc, üzerindeki durdukları bu hassas konuya da ithafen, Avrupa’da yaşayan ve tiyatro yaparak para kazanan bir genç olmanın ayrıcalıklarından bahsetti. Bu farkındalık sempati gördü ancak günümüzde kimsenin vicdanı kolay rahatlayabilecek gibi değil.
Zimbabve kökenli Nora Chipaumire’nin performansı Punk Nowy Teatr’ın holünde ve sahneye ayrılan alanı iki tarafından ayakta çevreleyen seyircinin yanıbaşında gerçekleşti. Punk icra edildiği yerlere göre algılanışı değişen bir performans çünkü Afro Amerikalıların beyazlar tarafından nasıl görüldüğüyle ilgileniyor. Gösteride yer alan iki dansçı bir yandan gürültülü bir müzik icra ederken öte yandan sloganlar şeklinde yazılmış ve siyah ırkla ilgili klişeleri yineleyen İngilizce bir metni mikrofonlardan haykırıyorlar. Müzik öyle hareketli ve dansçıların enerjisi öyle vahşi ki seyircinin adrenalini hemen yükseliyor. İster istemez kendilerini eğlenir ve haz alırken buluyorlar. Bir süre sonra keyifli dakikalar yaşatan şovun manipülatif yönü açığa çıkıyor. Aslında Afro Amerikalı performansçıların kendi bedenlerini fetiş objesi haline getirdiği ve beyazların kaslı, çevik ve siyah bedenleri nasıl algıladığıyla ilgili satirik bir gösterinin gerçekleştiği anlaşılıyor. Dansçılardan Shamar Watt seyircinin çok yakınlarında geziniyor, kaslarını şişirerek böbürleniyor ve onlara tatil köyünde animasyon gösterisi izleyen bir kitle gibi hissettiriyor. Gösterinin başında duyulan beğeni kendini bir suçluluk hissine ve sorgulamaya bırakıyor. İki dansçının elli dakika boyunca aynı yüksek enerji seviyesinde tuttuğu çığlıklı ve abartılı koreografi, seyircinin algısını yönetip onları empati duymaya zorlayışıyla başarılı. Ancak bir süre sonra dansçıların manifestolarından duydukları gurur göze şovenizm gibi görünmeye başlıyor. Irkçılık eleştirisini, kendinden ve yaptıklarından fazlaca memnun performansçılardan almak, seyirciyi belki de hak etmediği bir hakir görülme pozisyonuna sokuyor. Beyaz ırkı düşündürüyorlar mı yoksa onlardan öç mü alıyorlar?
Punk, Fotoğraf: Jesus Robisco
Communa Warszawa Polonya’nın öne çıkan bağımsız ve avangard tiyatro gruplarından biri. Make Yourself kendi ülkesinde gerçekleştirdiği turnelerle sükse yapmış ve adından söz ettiren bir dans gösterisi. Başına buyruk bir parti gibi gerçekleşen performansın açılış sahnesi çok heyecan verici. Yan yana sıralanmış dansçılar coşkulu bir elektronik dans müziği parçası eşliğinde ve ağır çekimde hareket ederek seyirciye adeta tanıtım veriyorlar. Her biri çok küçük bir bedensel jesti, internetteki iletişim dilinin vazgeçilmezleri olan gif’leri andırır biçimde yavaşça yineliyor. Kayıtsız süsü verdikleri yüz ifadeleri ise alaycı. Güncel görsel iletişim kodlarımızın yetkin dansçı vücutlarında vuku bulması, sanat eserlerinde çoğunlukla olumsuz etkileriyle ele alınan teknolojiye bir güzelleme gibi görünüyor. Birkaç dakika içinde yaşadığımız çağda teknolojiyle olan ilişkimizi özetleyen bu şairane girizgah gösterinin kalanının da rengini veriyor. Dansçılar hepimizin bildiği küresel markalara aşık gibi davranıyorlar ve seyirciyi rencide etmeden güldürüyorlar. Selfie çekmenin narsisizmi ya da Instagram’da fotoğraf kaydırmanın röntgenciliği gibi yüzeysel tatminlerden duyulan utanma hissi bertaraf ediliyor. Tüketim alışkanlıklarını performansı icra edenlerle izleyenler arasında bir fark yaratmadan ele almaları hepimizin aynı yolun yolcusu olduğunu hissettiriyor. Make Yourself'i izlemenin en güzel tarafı dansçıların kavramsal bahanelerle bedenlerini kullanmaktan kaçmamaları. Sadece teknikli ve eğitimli bedenlerin gerçekleştirebileceği bir koreografiyi izlerken seyirci olarak sahnedekilerden olmadığımızı hissetmekte hiçbir problem yok.
Make Yourself, Fotoğraf: Bartek Stawiarski
Hana Umeda’nın Teatr Studio’da gerçekleştirdiği performansı sayesinde şehrin önemli bir diğer tiyatro sahnesini görme şansı buldum. Önemli bir zamanın, çok yüksek sesli müzik eşliğindeki pek de etkileyici olmayan ışık oyunlarına ayrılması, tek kişilik performansın süresinden çalınmış gibi hissettirdi. Ancak Hana Umeda’nın yadsınamayacak bir icra başarısı vardı ve bedenini Japon tiyatrosuna has teatral kodları aktaran bir aracı olarak kullandı. Sada Yakko isimli gösteri uzak bir coğrafyanın sahne sanatları geleneğinin Avrupai bir çağdaş performans sahnelemesi içinde nasıl yaşatılabileceğinin başarılı bir örneği. İsmini ve ilhamını Japon tiyatrosunu yirminci yüzyılın başında batıya tanıtan efsanevi bir aktristen alıyor. Hana Umeda insan hayatının kapsadığı tüm ruh hallerini fiziksel dışavurumlara tercüme edebiliyor. Bir an çok acı bir kaybın taze yasını tutan acılı bir bedene bürünürken ansızın nötr haline geri dönüyor ve hemen ardından başka ekstrem bir duygu durumunu canlandırıyor. Performansçının yüzü kısa ve ani duraklamalarla bambaşka hissiyatlar yaşadıkça, vücudun ruhsal bir yaşantının meskeni olduğu gerçeği seyirci tarafından tekrar idrak ediliyor. Bedenlerimiz, zihnimizden geçenleri ifade ettiğimizde anlam kazanıyormuş gibi gözükseler de aslında kelimelerle tanımlanması zor, yalnız iç yaşantımızın sınırlarını oluşturuyorlar. Acı çekerken kasılarak büzüşen ya da çığlık atarken deşarj olan anatomilerimiz yaşamımız boyunca hiç mola vermeden tecrübe ediyor.
Hana Umeda, Fotoğraf: Karolina Gorzelańczyk
Varşova’da izlediğim performanslardan bir tanesi beni bir seyirci olarak yaşayabileceğim en yoğun hislerle buluşturdu. Michele Rizzo kendisinin de içinde dans ettiği performansın koreografı. Higher xtn. adlı her boş alanda sahnelenebilir eserinde gece kulübü kültürünü yorumluyor. Eğlenmek ve kendilerinden kopmak isteyen gençlerin tekno müziğin etkisiyle başka bir bilinç evresine geçip bedenlerini teslim edercesine dans etmesi işin çıkış noktası. Rizzo geceyle ve çoğunlukla hafta sonuyla özdeşleşen bu trans halinin zihinsel ve bedensel süreçlerini dansçılarıyla beraber araştırıyor. Performansın gerçekleştiği alanı gözlemlemek Varşova’da performans sanatlarını takip eden kitleye dair ipuçları veriyor. Zacheta Çağdaş Sanat Galerisi’nin en üst katındaki beyaza boyalı ve çok yüksek tavanlı boş bir sergi odasında ücretsiz düzenlenen etkinliğin başlamasını bekleyenlerin çoğunluğu 20-30 yaş arasındakiler. Bu kalabalık seyirci grubu duvarları çevrelemiş bir şekilde namını duydukları gösterinin başlamasını bekliyor. Lorenzo Senni’nin minimal tekno müziği eşliğinde teker teker boş alana giren dansçıların her biri tamamen kendi bedenine odaklanmış ve dış gerçekliklerle ilişki kurmadan müziğin içlerindeki yaşantısına göre hareket eder halde. Tavırlarını tanımlayan bir üslup birliği olsa da her birinin kişisel özelliklerini takip edebilmenin de mümkün olduğu esnek bir ortak dilleri var. Konsantre olmuş, ritme odaklanmış ve devinim halindeki bedenleri aynı hareket döngüsünü gerçekleştirirken bir süre sonra bir grup koreografisinde birleşiyorlar. Bir sonuca odaklanmayan ve bir patlama noktasına evrilmeyen bu dans sürecin kendisinin ve hareketin detaylarının incelenmesine olanak tanıyor. Bir saat boyunca, çok aydınlık bir çağdaş sanat kurumu odasında, sanki her taraf alacakaranlıkmış gibi dans eden ve birbiriyle göz teması kurmadan etkileşime girebilen bir grup genç seyrediliyor. Mekandaki enerji öylesine yoğun ve müziğin dansçıların ve izleyicilerin bedenlerine tesiri öylesine derin ki, gerçek anlamda kan kaynatıyor. Başlı başına bir kültür olan gece kulüplerinin bedenler üzerindeki etkisi ilahi görünmeye başlıyor ve yaşadığımız çağın hayranlık duyulası yönleri açığa çıkıyor. İyi ki kendimizi kaybetmeye ihtiyaç duyuyoruz.
Higher xtn, Fotoğraf: Milena Liebe
Comments