top of page

Sosyal medya ile imtihanımız

Akademisyen Özlem İnay Erten, pandemi süreciyle birlikte sanatın değişen rolünü ve sektörün artan dijital eğilimini sorguladığı yazısında, öğrencilerine yönlendirdiği sorular üzerinden olası senaryoları ve sürecin getirilerini yorumluyor


Yazı: Dr. Özlem İnay Erten


Ali Alışır, Haz Dolabı, 2017, Enstalasyon, 29 x 48 cm



Mart ayının ikinci haftası, Kültür Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nde okuyan öğrencilerimle, Bozlu Art Project Mongeri Binası’nda bir hafta önce açılışını yaptığımız Utku Varlık sergisindeyiz... Bir sonraki dersimizi çevrimiçi olarak işleyeceğimizi, sergileri sanal mekânlarda gezeceğimizi henüz bilmiyoruz… Covid 19 pandemi ilanıyla birlikte süreç hepimiz için çok hızlı ilerliyor, tüm sanatsal etkinlikler hızla dijital mecralara kayarken derslerimizin devamını çevrimiçi platformlarda sürdüreceğimizi öğreniyor, bir taraftan fiziksel ve ruhsal sağlığımızı korumanın yollarını arayıp, tüm dünyayı saran bu korku dolu belirsizliği içimize sindirmeye çalışırken bir taraftan da içinde hepimiz için ilkler barındıran ‘dijital devrime’ adapte olmaya çalışıyoruz. Üniversitedeki derslerimi çevrimiçi olarak sürdürdüğüm izolasyon sürecinde, öğrencilerime yönelttiğim bazı sorularla sanat kurumlarının sosyal medya paylaşımlarını değerlendirmelerini istiyorum ve onlara “Bir sanat kurumunun başında olsalardı bu süreci nasıl yönlendireceklerini,” soruyorum. Ortaya çıkan sonuçlar adeta bir bilgi ve görsel bombardımanının yaşandığı bu mecralardaki “beğeni” ve “tercih”ler hakkında çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor…


Jean Baudrillard, “Sanat ikon kırıcı hale gelmiştir. Modern ikonkırıcılık artık imgeleri yok etmekten değil, imge imal etmekten, görülecek hiçbir şeyin olmadığı bir imge bolluğu imal etmekten oluşuyor,” derken Andy Warhol’a göz kırparak imge ile ilişkimizi sorgulamış ve şu an yoğun bir şekilde takipte olduğumuz sanal dünyaya da yepyeni bir pencere aralamıştı. Pandemi sürecine girildiğinde yaşanılan ekonomik belirsizlikten öncelikli olarak nasibini alacağı düşünülen sanat kurumları, müthiş bir hamle ile sürece kısa sürede adapte oldu ve arşivlerin açılması, sergiler, sanat konuşmaları gibi faaliyetlerle görünürlüklerini dijital mecralara kaydırdı.



Solda: Berkay Tuncay

Sağda: Evren Erol, Histeri, Ahşap, 2017, 74 x 16 x 10 cm



Sanat kurumlarının ekonomik güçlüklerin üstesinden gelerek varlıklarını devam ettirmeye çalışması tarih boyunca bu kurumlarının asli vazifesi sayıldığından, belki de geçmişten gelen bir hayatta kalma refleksiyle, zaten bir süredir dijital içeriklerini güçlendiren kurumların adeta birbiriyle yarışırcasına bu konuda bir sıçrama yaşamasını sağladı. Sanat kurumları ve sanatçıların yaşanılan ekonomik belirsizlik ortamında varlıklarını nasıl sürdürebilecekleri hâlâ tartışılıp çözümler üretilmeye çalışılırken, sosyal medyadaki sanatsal paylaşımlar akıl almaz bir izleyici sayısına ulaştı. Bazı kurumlar sürece adapte olmakta zorlanıp sessiz kalmayı tercih ederken, çoğu sanat kurumu bu krizi daha fazla izleyiciye ulaşmak bağlamında bir fırsata çevirmeyi başardı. Salgın döneminde “Devlete ait sanal müzelerin ziyaretçi sayısının 800 bini aştığı,” tarzındaki haberleri, “İnternet bağımlılığının % 116 arttığı,” haberleri ile birlikte okumaya başladık. Bu esnada ilk dikkatimi çeken şeylerden biri, tüm dünyanın çaresizce eve kapanmak zorunda olduğu izolasyon sürecinde sanatın insanlar için adeta bir “terapi” gibi görülerek “kurtarıcı” bir rol oynadığını görmek ve sanatla hiç ilgisi olmayan kişilerin bile sanatsal paylaşımlarına tanık olmaktı.

İlk kez karşılaştığımız bu küresel felaketin sonuçlarını henüz kestirmediğimiz bu günlerde, belki de hiç olmadığı kadar ekran karşısına kilitlenen bizler, sanat etkinliklerini sosyal medyadan takip ediyor, sanal müzelerde geziniyor, sanatçıların atölyelerini ve son üretimlerini görüyor, onlarla yapılan çevrimiçi söyleşilere katılıyor hatta küratörlerden sergi ve yapıtlar hakkında bilgi alabiliyorduk. Bu tarihe kayıt düşmek isteyen birçok sanat profesyoneli ya da amatör sanat gönüllüsü evlerinden yaptıkları canlı yayınlarla söyleşiler düzenliyor, konuşmalar yapıyordu. Kafamı kurcalayan bir başka konu ise sanatçısından, sanat yazarına, sanat kurumu çalışanlarından, sanat izleyicisine kadar uzanan bu halkada sektörün içinde var olmaya devam etmeye çalışan herkes, bu yoğun bilgi ve görsel akışından nasıl etkilenecek, bu hıza nasıl yetişecekti? Sosyal statü, coğrafya ya da ekonomik ayrım olmaksızın dünyanın ilk kez küresel bir şekilde sırtından vurulduğu bu süreçte, sanat gerçekten kendi işlevini yerine mi getiriyordu, terapi rolü mü görüyordu, yoksa Alan Bryman’ın bahsettiği "Disneyleşme"den nasibini mi alıyordu? Gençler bu deryanın içinde boğulmamak adına seçimlerini bilinçli yapmak zorundaydı, belli bir jenerasyonun üzerindekiler ise tren kalkmadan ona yetişme telaşı içinde son güçleriyle teknolojiye ayak uydurmaya çalışıyordu. Üniversitedeki derslerimi çevrimiçi olarak sürdürdüğüm izolasyon sürecinde bu konuyu tartışmak ve öğrencilerimin de konu hakkında fikir yürütmelerini sağlamak adına onlara bazı sorular sormaya karar verdim; aldığım yanıtları paylaşmadan önce bu gerçeküstü sürecin nasıl ilerlediğini anlatmak istiyorum…



Utku Varlık’ın Sanrı isimli sergisinden bir kare, Bozlu Art Project Mongeri Binası


Mart ayının ikinci haftası, Kültür Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nde okuyan öğrencilerimle, Bozlu Art Project Mongeri Binası’nda bir hafta önce açılışını yaptığımız Utku Varlık’ın Sanrı isimli sergisindeyiz. Onlara sergiyi gezdirip birlikte resimleri üzerine konuşurken, 1968 Kuşağı sanatçılarından, II. Dünya Savaşı sonrası tüm dünyada esen özgürlükçü değişim rüzgarlarından, Mehmet Güleryüz, Komet, Utku Varlık, Alaettin Aksoy gibi sanatçıların devlet bursuyla Paris’e gönderilmelerinden, döndüklerinde figür resminde önemli bir değişimi başlattıklarından, bu kuşağın edebiyat, sinema ve tiyatro gibi farklı disiplinlerle kurdukları ilişki ve dostluklarının sanatlarına nasıl yansıdığı gibi birçok konudan bahsediyor ve sanırım kendimi konuşmaya kaptırıp dersi biraz uzatıyorum. Dışarıda nefis bir bahar havası… Sonraki derslerini kaçırmamaları için onlarla alelacele vedalaşıyor ve haftaya onları sanatçıyla tanıştırmayı planlıyorum. Bir sonraki dersimizi çevrimiçi olarak işleyeceğimizi, sergileri bundan sonra sanal mekânlarda gezeceğimizi henüz bilmiyoruz…


Utku Varlık, sergiye birkaç gün kala Paris’ten İstanbul’a doğru yola çıkmış ve sergiye koyacağımız tüm resimleri havaalanında kaybetmişti… Birlikte yemeğe çıktığımızda, aklımdan sergiyi nasıl kuracağımıza dair olmayacak alternatifler geçirip, içimdeki tedirginliği bastırmaya çalışırken “Bu bir sanrı olsa gerek,” şeklinde espriler yaparak kendisini rahatlatmaya çalışıyorum. Sanırım Varlık da beni rahatlatmaya çalışıyor; “Her sergimden önce aklımdan olmayacak şeyler geçer ya galerinin sahibi hastaneye kaldırılır ya sergi hiç akla hayale gelmeyecek bir sebep yüzünden iptal edilir,” diye sözlerine devam ederek, bu konuda ne kadar pesimist olduğunu gülerek anlatıyor. Bir ara Covid 19’un yavaş yavaş tüm dünyaya yayılmasından da bahsediyoruz; fakat Varlık’ın aklındaki senaryoların kısa bir süre sonra gerçek olacağını düşünmüyoruz bile…


Evde çocuklardan uzak bir köşe bulup bilgisayarın başındaki ilk çevrimiçi dersimi işlemek üzere öğrencilerimle bağlantı kurmaya çalışıyorum; o gün hava sıcak, öğrencilerim beni görüyor fakat sesimi duymuyor. Ben uğraştıkça vakit de bir o kadar hızlı geçiyor ve süremiz azalıyor. Üç yaşındaki oğluma çevrimiçi ders vermeye çalışan öğretmenlerinin ruh halini düşünüyorum. Öğrencilerin beni beklerken sıkıldıklarını, dersi nasıl telafi edebileceğimizi düşünüyorum. Mongeri’de işlediğimiz son dersimiz aklıma geliyor ve “Bu bir ‘Sanrı’ olmalı,” diyorum… O gün birkaç kişiyle görüştükten sonra teknik sıkıntıları aşıp öğrencilerime sesimi duyurduğumda bize verilen süre de bitiyor. Benden sonra başka hocaların da aynı program üzerinde dersi olacağı için bir sonraki hafta buluşmak üzere öğrencilerimle vedalaşıyorum. Sonraki haftalarda zaman zaman yine teknik sorunlar yaşansa da derslerimizi daha başarılı bir şekilde ilerletiyor ve çevrimiçi derslere alışmaya başlıyoruz. Öğrenciler çoğu zaman görüntülü konuşma konusunda isteksiz, onları kameralarını açma konusunda zorlamak istemiyorum ama kendimi çoğu zaman, sevmediğim bir monolog içinde buluyorum. Hepimizin ilk kez yaşadığı bu yeni deneyim sayesinde derslerimize çevrimiçi de olsa devam edebiliyor, eve kapandığımız günlerde göreceli de olsa bir sosyallik yaşıyoruz…


Berkay Tuncay, İsimsiz (Louvre), 2014 , Tek kanallı HD video, sesli 00.14.45 (Medium)


Çoğu 20’li yaşlarda olan öğrencilerimin baharın güzel günlerini zorunlu olarak evde geçirdikleri bu dönemde, sanat etkinliklerini nasıl takip ettiklerini, en çok nelerden hoşlandıklarını, yaşadıkları sanal deneyimleri nasıl yorumlayacaklarını merak ediyor ve onlara konuyla ilgili bir ödev veriyorum. Bu yöntemin onların daha aktif bir şekilde derse katılmalarını sağlayacağını da düşünüyorum. Aldığım geri dönüşler sosyal medyadan takip edebildiklerimle zaman zaman örtüşüyor, aralarında daha ileri yaşta olanlar da var ama hepsinin deneyimleri aşağı yukarı birbirine benziyor. Öğrenciler bir anda çok sayıda sanat platformun arşivlerini, koleksiyonlarını kamuya açmasından, sergileri çevrimiçi izlemekten, konser, tiyatro gibi büyük organizasyonları ücretsiz olarak izlemekten büyük heyecan duyduklarını belirtseler de ilerleyen günlerde, başlangıçta yaşadıkları merak ve heyecan duygusunun zamanla köreldiğini gözlemliyorum.

İlginç olan, daha ileri yaşta olanlardan bazılarının çevrimiçi sergi ziyaretlerinden veya katıldıkları bazı sanat konuşmalarından pişmanlık duyduklarını söylemeleri. Bir öğrencim yurt dışındaki bir müzeyi çevrimiçi gezdikten sonra pişmanlık duyduğunu çünkü bunun gerçekte yaşamayı planladığı deneyimi olumsuz yönde etkileyeceğini düşündüğünü söylüyor. Başka bir öğrencim ise birlikte gezdiğimiz Utku Varlık sergisinin gerçek mekândaki son sergi ziyareti olduğunu, sonrasında sergiyle ilgili yapılan çevrimiçi içerikleri de takip ederek yaşadığı her iki deneyimi de karşılaştırma fırsatı bulduğunu söylüyor ve sanal sergi gezilerinin, resimlerin orjinalini, sergi ortamında görmenin yerini asla tutmayacağını belirtiyor. Buna benzer yorumların sayısı fazla; fakat şehir dışında veya yurt dışında gezme fırsatı bulamadıkları sergileri, koleksiyonları görebiliyor olmaktan da son derece memnunlar. Ayrıca bu tarz paylaşımların, bir nevi fırsat eşitliği sağladığını ve sanatsal etkinliklerin yalnızca büyükşehirlerle sınırlı kalmasına bir alternatif yarattığını düşünüyorlar.


Öğrencilerin sosyal mecralarda en çok ilgisini çeken paylaşımlar: Sanal sergiler, sanat eğitimleri, sanatçı veya küratörle yapılan konuşmalar ve sanatçıların atölyelerindeki üretim süreçlerini görmek. Sanat eğitimiyle ilgili içerikler öğrencilerin oldukça ilgisini çekse de bu etkinliklerin tanıtımı esnasında kullanılan iddialı başlıkların içerikle pek de örtüşmediğini düşünenler var. Bir öğrencim sanat yazarlığı konusundaki çevrimiçi sanat konuşmasına büyük bir hevesle katıldığını ama konuşmanın bir süre sonra günlük bir sohbete dönüştüğünü ve konuşmanın oldukça sıkıcı bir hale geldiğini anlatıyor. Sahne Sanatları kariyerine sahip, yaşı daha ileri olan bir öğrencim ise arşivlerin kamuya açılmasını gündeme getirerek, bir kurumun en değerli varlığının arşivi olduğunu bu değerin böyle cömertçe dağıtılmasının izleyicideki merak ve heyecan duygusunu zamanla öldüreceğini vurguluyor. Daha genç olan başka bir öğrencim ise tüm arşivini kamuya açan bir sanat kurumunun arşivlerini kendi bilgisayarına kopya edebilmek adına bilgisayar başında uzun saatler geçirdiğini belirterek aksi bir görüş belirtiyor. Çoğu öğrencim sanal ortamdaki paylaşımların bir süre sonra birbirinin aynı ve tek düze olmasından şikayetçi, hatta bazıları başlangıçta heyecanla takip ettikleri bu paylaşımların artık ilgilerini çekmediğini ve paylaşımları takip etmeye artık vakit ayırmadıklarını belirtiyor.


Bu yorumlara dayanarak onlara “Peki, siz bir sanat kurumunun başında olsaydınız bu süreçte neler yapardınız?" sorusunu yöneltiyorum. Sertifikalı eğitim programları düzenlemek, sanata ilgisi olan sağlık çalışanlarına yönelik etkinlikler gerçekleştirmek, farklı disiplinlerdeki sanatçıların birbiriyle etkileşim içinde canlı üretimlerinin izlenebileceği bir platform kurmak, her hafta bir konu belirleyip jürisini sosyal medya izleyicilerinin oluşturacağı yarışmalar düzenleyip en çok beğenilenler üzerinden sosyal medyada sergiler organize etmek, çocukların ve yetişkinlerin katılabileceği farklı disiplinlerden eğitimlerin verildiği ve atölye çalışmalarının olduğu çevrimiçi sınıflar oluşturup çevrimiçi sanat eğitimleri vermek, Covid-19 sürecinde eczanelere girenlerin kayıtlarını içeren datalarla video art oluşturmak, sanal sergileri sanatçıların seslerinden dinleyebileceğimiz içerikler üretmek, sanatçı olmasalar da herkesin kendi eserlerini tek bir mecrada sergileyebilecekleri bir platform kurmak gibi birçok öneri geliyor. Bu yorumlar genel olarak öğrencilerin interaktif iletişime daha çok önem verdiğini gösteriyor. Verilen cevaplar arasında en çok ilgimi çekenlerden biri, tüm müzelerin, galerilerin tek bir adresten izleneceği ve arkadaşlarıyla çevrimiçi turlara katılabilecekleri bir aplikasyon üretme fikri. Beni oldukça etkileyen bu yanıt, yaşanılan süreçteki sosyalleşme ihtiyacını göstermekle birlikte, sergi gezmenin çoğu zaman tek kişilik bir eylem olmadığını çevremizdeki kişilerin yaptıkları yorumlar veya davranış biçimlerinin de sanatsal deneyimlerimizdeki algılarımızı etkilediğini düşündürüyor. Bir başka öğrencim ise tamamen sanal bir mekânda gerçekte var olmayan bir sanal sergiyi gezmenin kendisine oldukça cazip geldiğini söylüyor ki kısa bir süre sonra Türkiye’de de bu tarz sergilerin düzenlenmeye başladığı haberini alıyoruz.



Semih Zeki, Sosyal Yapı, 2017, 140 x 140cm, Tuval üzerine karışık teknik



Sosyal medya kullanım alışkanlıkları ve en çok takip ettikleri platformları öğrenmek adına kendilerine yönelttiğim on soruluk ankete verdikleri yanıtlara göre; öğrenciler en çok Instagram, YouTube, Twitter, WhatsApp ve Spotify gibi mecraları kullanıyor sanat etkinlikleri ve sanatçıları ise daha çok Instagram, YouTube, Twitter üzerinden takip ediyorlar. Bu mecralarda sanat kurumlarının yaptığı paylaşımlar arasında en çok ilgilerini çeken içerikler ise sanal sergiler, 3D sergi turları, sergilere dair mekân ve yapıt görseli paylaşımları, küratörle veya sanatçıyla yapılan konuşmalar, koleksiyon arşivleri ve sanat haberleri. Müzeler başta olmak üzere çeşitli sanat kurumları tarafından verilen eğitimler arasında dikkatlerini en çok çeken konular ise sanat tarihi, müzecilik, sanat yazarlığı, küratörlük ve çağdaş sanat.


Sanat kurumlarının yaptıkları paylaşımları eleştirdikleri noktalar da var, örneğin farklı sanat kurumlarının yaptıkları paylaşımlarının genelde birbirinin tekrarı olması, yeni içerikler üretmektense daha çok arşivlerin paylaşılması ve izleyici ile interaktif iletişime geçilememesi. Birçok öğrencim daha önce de belirttiğim gibi yaşadıkları sanal deneyimlerin gerçekte yaşadıkları deneyimlerin yerini tutmadığını vurguluyor. Bu süreçte sosyal medya kullanım sıklığının da oldukça arttığı bir gerçek, öğrencilerin çoğu izolasyon öncesinde günde 1-2 saatlerini sosyal medyada geçirirken, izolasyon sürecinde bu süre 3-4 saate çıkmış, günde 5 saatten fazla vaktini İnternet'te geçirenlerin sayısı da oldukça fazla.


Özgür Demirci, Who likes it, 2011, Sticker installation, 100 x 100 cm, Detay



Bu sonuçları incelerken üç yıl önce düzenlediğim, sosyal medya kullanımını ve sosyal medya bağımlılığını sorguladığım Sosyomanya isimli sergiyi hatırlıyorum. Sergideki sanatçılardan Berkay Tuncay, Louvre Müzesi’nin meşhur cam piramidi önünde onu tutuyormuş gibi poz vererek bu görüntülerini sosyal medyada paylaşmak isteyen kişileri habersizce kameraya çekmiş ve onların art arda geldiğinde akıl almaz bir ifade kazanan birlikteliğini, sergideki video art çalışmasıyla ortaya koymuştu. Covid 19 sürecinde İnternet bağımlılığının %116 arttığı haberini okuduktan sonra Black Mirror dizisindeki bir sahne geliyor aklıma, insanlar birbiriyle karşılaştığında yüzlerinde beliren ekranda birden takipçi sayıları ve aldıkları beğeniler gözüküyor, karşılarındaki kişi onlara bu oranlar üzerinden değer biçiyordu. İnsanlar beğeni alabilmek adına olmadıkları kimliklere bürünüyor, sahte mutluluk pozları veriyor, belki de hiç beğenmedikleri paylaşımları beğeniyor… Tüm bunlar aklımdan geçerken ekran karşısında geçen saatlerden sonra giderek kimliksizleşen yüzlerimizin aldığı ifadeyi düşünüyorum, klavyelerdeki emojiler bu ruh halimize ne kadar ayna oluyor?


Arşivlerin açılması, çevrimiçi sergiler, koleksiyonların çevrimiçi ziyarete açılması, çevrimiçi sohbetler her şeyin bu kadar yoğun bir şekilde adeta bir bombardıman gibi üst üste gelmesi ve bunların hiçbir editör süzgecinden geçmeden adeta bir bilgi kirliliği şeklinde etrafa saçılıyor olması, ekran başındaki kişilerde bir süre sonra bir yabancılaşma ve bıkkınlık yaşatabiliyor. Belki de yazının başında değindiğim gibi bu yoğun bilgi ve imaj akışı bir süre sonra paylaşılan içeriklerin değerini ve anlamını yitirmesine sebep oluyor. Bununla birlikte, tüm dünyanın hiç beklemediği bir şekilde eve kapanmak zorunda olduğu bir süreçte, İnternet'in imdadımıza koşarak sanatsal tüm etkinlikleri sosyal mecralardan takip edebilmemize ve paylaşmamıza imkân vermesi, göreceli de olsa bir sosyallik yaşıyor olmak ve sanat ortamındaki kliklerin yerini sanal dünyadaki demokratik paylaşımlara bırakıyor! olması, sanat dünyasındaki dijital devrimin geleceğine dair önemli ipuçları sunuyor.

Comments


bottom of page