top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

Nefes alamıyorum...

Tekil Çoğul Çoğul Tekil serisinin üçüncü bölümünde Misal Adnan Yıldız, kamusal alanda heykellerin bugünkü durumu üzerine düşünüyor


Yazı: Misal Adnan Yıldız


Nicholas Galanin, Shadow on the Land, An Excavation and Bush Burial, 2020, Earthworks, Arkeolojik kazı malzemeleri ve bariyerler



“Bizi bölen farklılıklarımız değil. Bu farklılıkları tanımak, kabul etmek ve kutlamak bizim yetersizliğimiz.” Audre Lorde


“Bize kalmayacak dünya için, bize kalacak günahlar biriktiriyoruz.” Malcolm X

“Siyah adamın nefretinin kökünde öfke vardır, beyaz adamdan nefret etmekten çok yolundan çekilsin ister. Aslında bunun da ötesinde çocuklarının yolundan çekilsin ister.” James Baldwin


Nicholas Galanin, Shadow on the Land, An Excavation and Bush Burial, 2020, Earthworks, Arkeolojik kazı malzemeleri ve bariyerler



Başka bir dünya değil;

-Tiqqun’un deyimiyle, burası “artık dünya olmayan bir dünya.”


İçeride ne kadar izole olmaya, dengede kalmaya çalışırsak çalışalım; dışarısı o kadar hızlı değişiyor. Tabiri caizse, dışarısı yanıyor. Hele artık hiç değişmeyecek, sonsuza kadar böyle gidecek, hep orada olacak dediğimiz şeyler... Belki de haberlerde gördüklerimizi kendi çevremizde, bağlamımızda ve hayatlarımızda hayal edersek…


“Tek adam” heykelinin her il, ilçede, kasaba ve beldede dikili olduğu bir coğrafyadan geldiğimden ya da “tek adamların” kader olduğu bir bağlamdan çıkamadığımızdan belki... 7 Haziran’da en çok Bristol’da olmak isterdim. Minneapolis’te ırkçı polis vahşetiyle öldürülen, son sözleri “nefes alamıyorum” olan -ve haftalardır benim kulağımda çınlayan- Georg Floyd’un uyandırdığı öfke bütün dünyayı sarmışken, Bristol’da ırkçılık karşıtı gösteriler sırasında, protestocular 17. yüzyıl köle tacirlerinden Edward Colston' un heykelini nehre fırlattı. Hedef white supremacy (beyazların üstünlüğü)!


90’lardan beri yerinden kaldırılması için aktivistlerin uğraştığı bu heykelin artık boş olan kaidesinin üstüne çıkmış o çocuğun yumruğunu kaldırarak zafer işareti yapan pozu sosyal medyada anında “viral” oldu. Günlerdir bu imaja bakıyorum. Ölümle yüzleştiğim, sınıfsal öfkeyle yaşadığım, her şeye rağmen zamanın gücüne inandığım tuhaf bir aralıktayım. Ahmet Kaya’nın dediği gibi, “öyle bir yerdeyim ki ne karanfil ne kurbağa...” Berlin’deki gösterilere gidiyorum. Öfkeli insanları dinliyorum. Deneyimlediğim kadarıyla, ırkçılık konusunda, özellikle siyahi arkadaşlarınızla konuşurken, kendinize yapacağınız en büyük iyilik onları dinlemek… Elbette Amerika’yla senkronize olan beyaz Alman gençliğinin siyah tişörtleriyle, Black Lives Matter çağrılarıyla sokaklara dökülmesinden umutluyuz ama kendi gerçekliklerine uzak bu duruma gösterdikleri, çevrimiçi ilişkilendikleri, ne kadar derinliği olduğunu kestiremediğim bu empatiyi, Hanau’da yaşanan ırkçı saldırı için de görmek isterdim. Algoritmanın yönlendirdiği kitlesel gündemler, sadece anlık boosting jestlerinden mi ibaret? Boosting derken, zayıf öğrenmeyi ya da öğrenciyi güçlülere dönüştüren bir makine öğrenmesinden bahsediyoruz, yani topluluk meta-algoritması ya da bir tür makine öğrenme algoritmaları ailesi.


Edward Colston heykelinin protestocular tarafından nehre atılması,

Bristol, İngiltere, 2020



Bir tarafta heykelin varlığını Bristol’da bir arada yaşayan farklılıklar için bir “hakaret” olarak gören ve aktivistlerle diyalog halinde bir belediye başkanı, diğer yanda olayları tipik bir vandalizm olarak okuyan muhafazakârlar, politikacılar var. Yeni dünya ve eski dünya arasında giderek açılan farklar, giderek değişen siyasal çerçeveler, her şeye rağmen bizi umutla dolduran Black Lives Matter hareketi. Türkiyeli bir küratör arkadaşım sosyal medya hesabından, “bir beyaz olarak...” diye bir paylaşım yapmış, onu görünce kendime sordum: Acaba biz kendimizi bu tartışmada nereye koyuyoruz? Ben hayatımda kendimi hiç beyaz hissetmedim. Herhalde sorsalar, Avrupalıya tekabül etse de Kafkas (Caucasian) derdim… Ne bileyim babamdan, yanaklarımdan Türkmen’im biraz, belki kalben biraz Yörük. Beyaz hissetmiyorum, çünkü hiç ayrıcalıklı hissetmedim. Beyaz hissetmiyorum, çünkü hep merkezin, resmî görüşün, statükonun karşısındayım. Bunu seçmedim. Dilimle eledim, tavrımla elendim. Arda Denkel hocamın dediği, “aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere” lafının acı gerçekliğini her girdiğim ortamda bütün hücrelerimde yaşadım. Yirmilerin ortasından sonra hayatımın geçtiği kuzey ve orta Avrupa’da kara kafamdan dolayı ev bulamadığım da oldu, rezervasyonumun kabul edilmediği de… Hatta açıkça dışlandığım... Leman dergisi karikatürü gibi mi yoksa: “Yeni hayata alışmak zor değil. Polis molis çıkar, maskeni al, cebinde dursun. Ha bi de! Bayan demiyoruz, z… demiyoruz.”


Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde belirttiği gibi, bizim kolonyal sistemle ilişkimiz Türklük ve İslâm kurumlarının ortaklaştığı kimlik tartışmasıyla sona eriyor. Kurtuluş Savaşı’nda “düşmanı” denize döken “Türkler” emperyalistlerden böylece kurtulunca, sömürge olmaktan kurtuluyor. Zaten Osmanlı, Avrupalı anlamlarıyla ne feodal ne de kolonyal ne de emperyalist! Bugün bize komşu Irak, İran ve diğer Orta Doğu sınırlarımızda benzin istasyonlarından marketlere, Türkiyeli yeşil sermayenin ürünlerinden başka bir seçenek olmayan raflar; İstanbul’da üç kuruşa, boğaz tokluğuna çalıştırılan Suriyeli çocuklar, ana dillerini öğrenemeden büyüyenler, çocuklarına istediği ismi koyamayan ebeveynler, Diyarbakır’da, Cizre’de, Dersim’de yaşananlar… Konumuzla ilgisi yok bunların. Biz kolonyal değiliz. Bizi virüse karşı koruyan da kolonya! Bunun yanına koyacağım tek referans, akademisyen ve sanatçı Denise Ferreira da Silva’nın 2007 tarihli, Toward a Global Idea of Race isimli kitabı. Eğer üç dakikanızı verirseniz, kendisi size Wall Academy için üretilen bir videoda, bugün yaşadığımız sosyal ve politik adaletsizliklerin, sömürge tarihiyle ve ırkçılıkla ilişkisini, birkaç geometrik, üzerinde noktalar şekil çizerek, eleştirel, spekülatif ve yaratıcı modaliteler üzerinden açıklayacaktır. Zorunluluk (necessity) kavramı üzerinden konuşan Ferreira de Silva, polis vahşetinin adli vakalarla ilişkilendirilirken alınan kamusal kararlarda, siyahi toplumların yaşadığı önyargı, adaletsizlik ve diğer problemli koşulları inceliyor.


Berlin Hermannplatz'daki Black Lives Matter gösterilerinden,

Fotoğraf: Misal Adnan Yıldız



Aklıma pandemi ve sonrasında giderek dönüşecek, değişecek olan kamusal alanlarla ilgili olarak, yıllardır bu konuda çalışan küratör Fulya Erdemci’nin bir vurgusu geldi. Erdemci, kamusal alana konulan anıtların, heykellerin ve dış mekân yerleştirmelerinin kalıcı eser olarak konumlandırılmalarına karşı, bunların etkilerinin zamana yenik düştüğünü belirtiyor. Aslında onlara karşı zamanla bakar-kör oluyoruz. Bu körlük zamanla bizi o kadar uyuşturuyor ki, aradan yüzyıl geçmesine rağmen bir köle tüccarının heykeli hala ayakta kalabiliyor. Sökülmesi için on yıllarca uğraşan sivil toplum çabaları kar etmiyor ancak toplumsal öfkenin patlaması ve böyle bir mucize etkisi gerekiyor.

Edward Colston heykelinin dikiliş tarihi 1895 Kasımı’na kadar uzanıyor; o tarihlerde görev yapan İngiliz hükümetinin Afrika’ya gönderdiği ordunun yaptığı katliamlar kayıtlarda belgelerle biliniyor, Ashanti Savaşı, sonra Benin, Sudan… Edward Colston'un heykelinin hemen ardından, aynı ivmeyle yine bir köle taciri olan Robert Milligan'ın uzun yıllardır tartışma konusu olan Londra'daki heykeli de kaldırıldı. Yine Londra’da, Churchill'in heykelinin kaidesine boyayla “bir ırkçıydı” notu düşüldü. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, Amerika’da Virginia eyaletinin Richmond kentinde, sömürgeci Kristof Kolomb’un heykeli ırkçılık karşıtı gösteriler sırasında göle atıldı. Belçika’da ise, Kongo’da 10 milyon Afrikalının katledildiği kolonyal vahşetin sorumlusu olan II. Leopold’un heykellerinin sökümünü izledik. Ben hala bu yazıyı tamamlamaya çalışırken gelişen olaylar arasına, Lafayette Park’ta olanları da not edelim. Parkın sembolü sayılan yedinci Amerikan Başkanı Andrew Jackson'ın heykelini iplerle bağlayan yüzlerce gösterici, heykeli devirmeye çalışsa da park polisi ve Gizli Servis polisi olaya hızla müdahale etti.


2015 yılından beri Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle New York’ta (elbette başka eyaletlerde), ağırlıklı olarak Charlottesville, Virginia, Brooklyn ve Bronx’ da 2015 yılından beri, kölelik, ırkçılık gibi konularla ilişkilendirilen yüzden fazla heykel kaldırıldı. Hala bin beş yüzden fazla eser için yasal süreç devam ediyor. Akademisyen Nicholas Mirzoeff, bunların sadece heykelden ibaret olmadığını, aslında sistematik ırkçılığın topluma ve dimağlara yerleştirilmesi için araçsallaştırıldığını belirliyor. Baskının, ırkçılığın ve beyazların üstünlüğe inananların tarih yazımıyla, toplumsal hayal gücünü ve kamusal alanı üzerinden şekillendirdiği; bir nevi bu fonksiyonları nedeniyle korunan eserler. Geriye dönünce, 1962 yılında Cezayir’de başlayan, Afrika’ya yayılan “dekolonize” edilmeye başlayan kamusal alan ve yerinden sökülen heykellerin tarihi 2015 yılında, Cape Town’ da üniversitedeki Cecil John Rhodes sheykelinin kaldırılması ile taçlandırıldı. Bu herkes için “evde” kazanılan çok önemli bir zaferdi.



Sağda: 9 Mayıs 2015 tarihinde, Cecil Rhodes'un heykeli Cape Town Üniversitesi'nden kaldırılmıştı, Rhodes'un başka bir heykelinin de Oxford Üniversitesi'nden kaldırılması için mücadele devam ediyor

Solda: Leipzeig, Black Lives Matter gösterilerinden, Fotoğraf: Misal Adnan Yıldız



Berlin’de yaşayan eleştirmen Ingo Arend ile aramızda geçen, sosyal medyada cereyan eden ve beni bu yazı için epey bir besleyen bir tartışmayı buraya çekmek isterim. Ingo, Sofya’da yaşayan sanatçı Luchezar Boyadjiev’in sökülen heykellerle ilgili tartışmalarda iyi bir referans olarak işleyebilecek bir çalışmasını paylaşmış, aslında dekolonize edilen kamusal alanı sanatın başka bir gündemi olan Antroposen ile ilişkilendirmiş. Boyadjiev, dünyanın farklı yerlerinde çekilmiş anıt fotoğraflarındaki erkek ve otorite figürlerini basit bir görsel jestle imajlardan silince, anıtların kaidelerinin üstünde sadece atlar kalmıştı. Aslında kamusal alanın emperyal, kolonyal ve siyasi sembollerinden bağımsız olarak yeniden düşünülmesi için, merkezde erkek egemen otorite, hatta insan yerine diğer canlıların perspektifini önermek elbette tartışmayı bambaşka bir yere götürebilir. Ben yorumumda ikimize de kamusal alanlardaki heykellere farklı yaklaşımlarla, jestlerle müdahaleler yapan Daniel Knorr, Yorgos Sapountzis, Oscar Murillo gibi diğer sanatçıları da hatırlatarak, bugün sokağın öfkesini herhangi bir sanat referansı ile karşılayamayacağımız gerçeğini vurgulaşmıştım. Müzeyle, müzenin kurumsallığı ile birlikte düşününce Andrea Fraser, sürgün edilme, toplumdan çıkar(ıl)ma, toplum haklarından mahrum etme/olma bağlamıyla müsemma Adrian Piper, yeni bir hayal gücü Kara Walker ve biricik Coco Fusco! Kamusal alanda kalıcı hiçbir eser, anıt ya da heykelin geçerliliğine inanmadığımı ekleyerek... İkinci Dünya Savaşı’nın pişmanlık ve utancını yansıtan anıtları düşününce, bunun Ingo için bir tabu olduğunu anladım. Bütün bunların arasında, Sydney’den gelen bir ileti, bu yazının nereye doğru evrileceğini belirledi. Ingo’ya söylediğim gibi, hala sokağın öfkesiyle başım dönmüş olsa da sanat fikrinin içinden gelen, sanat felsefesinden çıkan, sanat metodolojisinden doğan “bağzı şeyler” var ki… Onlar iyi ki varlar, kahrolsun diğer “bağzı şeyler”! O yüzden en güzeli bu yazıyı bir sanatçının cümleleriyle bitirmek…


Pandemi dolayısıyla açıldıktan çok kısa bir sonra ziyarete kapanan; yakın zamanda yeniden açılan ve sanatçı Andrew Brooks küratörlüğünde NIRIN başlığıyla gerçekleşen Sydney Bienali’nin bu edisyonu yerli (indigenous) güncel pratiklere odaklanıyor. Pasifik’ten Tlingit/Unangax̂ kökenleriyle Alaskalı sanatçı Nicholas Galanin’in Shadow on the land, an excavation and bush burial başlıklı projesi ise, zeitgeist (zamanın ruhu) dediğimiz şeyin içinden geçmiş. Yakın zamanda Sydney’de, Hyde Park’ta ırkçılık karşıtı gösterilerde, dünyanın diğer yerlerinde gerçekleşen olaylardan hareketle, polisler kanlı kolonyal tarihin aktörlerinden Kaptan Cook’un heykelinin etrafını sardı. Bu belki, o an için kalabalığın heykeli sökmesini engelledi, ama zaten Galanin bienal ekibiyle beraber heykelin mezarını kazmıştı. Daha sonra mailleştiğim sanatçı, projesini şöyle açıklıyor:


“...projem, Sydney'de, Hyde Park'ta bulunan Kaptan Cook heykelinin gölgesini kazıyor. Heykelin gölgesini kazmak derken, ne demek istiyorum? Bir nevi gölgenin izini sürerek, onu açık alana transfer ediyor ve dikkatli bir kazıyla gölgenin şeklini koruyarak, aslında toprağın yüzeyin altında ne tuttuğunu ortaya çıkarıyor. Cook anıtının gölgesi, kurumsallaşmış kapitalist sömürgeci düzenin; açgözlülük, kirlilik ve yıkımın bir örneğidir. Yeterince büyük bir delik açarak, daha doğrusu ince ince hesaplayarak, Cook anıtının kendisinin gömülmesini öneriyorum. Yerli halkların, yerli bilgilerin ve yerli anıtların yok olmasına yönelik girişimlerle birlikte gömülmesini… Kazılan şekil boyunca kullanılan küçük bayraklar Cook’un buraya gelişinden önceki yerli varlığına işaret ediyor. Bir yerli sanatçı tarafından sömürgecinin temsilinin gölgesinin kazılması ve arkeolojinin bilimsel pratik olarak bir sanat aracına dönüşmesi, aslında kolonyal güçlerin, sömürgecilerin beyaz ırkın üstünlüğüne olan inançlarını düşününce çok katmanlı bir eleştiri olarak okunabilir. Sömürgeciler tarafından hapishane olarak tasarlanan bir arazide yapılan kazıyla ortaya çıkan bu toprak yığını bize aslında sadece Cook’ un heykelini değil, yerli yaşamlara ve bilgilere karşı sistematik bir şekilde uygulanan, dayatılan şiddeti, yok saymayı, yağmayı ve kirliliği yöneten, meşrulaştıran her şeyi gömme fırsatını da veriyor…”




Luchezar Boyadjiev, On Vacation, Friedrich the Great from Berlin, 2005


Şiddetle tavsiye:


Denise Ferreira da Silva’nın şahane yazısı

1 (life) ÷ 0 (blackness) = ∞ − ∞ or ∞ / ∞: On Matter Beyond the Equation of Value


Dan Hicks’in şahane yazısı: Why Colston Had to Fall


“Müzeler ne yapacak?” sorusu için:


Nicholas Mirzoeff’in şahane yazısı: Once More, The Monuments Must Fall

Comentarios


bottom of page