top of page
Evrim Altuğ

Karanlığa dönüştüğünde sessizleşme

Zilberman I Istanbul 2 Aralık 2020’ye dek Selçuk Artut’un Duvarların Dili Olsa da Sussa isimli sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergisinde deneyim, ses ve hafızayı teknoloji ve dijital yeniliklerin katkısıyla kesiştirdiği yeni ses yerleştirmesi projesini sanatseverlere sunmayı amaçlayan sanatçıyla Evrim Altuğ’un ışık ve ses teknolojilerini güncel sanatın ifade olanaklarıyla kesiştirdiği söyleşini yayınlıyoruz


Röportaj: Evrim Altuğ


Selçuk Artut, Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz



Selçuk, bu projenin senin kariyerindeki özelliği, dünyanın gidişatıyla yan yana geldiğinde sana ne ifade ediyor? Duvarlar, izolasyon, zorunluluk ve rastlantı... İstersen, gerisini sana bırakalım.

Duvar, aslında hepimizin hayatında çok belirgin, her an karşılaştığımız bir öğe. Daha önceki işlerimle kıyaslıyorum şimdi, önceden yaptığım bir başka kinetik yerleştirmelerden birinde, eski bilgisayar farelerinin içindeki yuvarlak topları kullanmıştım. İnsanlar o minik toplarla karşılaştığı zaman, “ben bunu anımsıyorum, bu neydi?” derken, bir yerden yakalanıp ondan sonra o detayı bir kenara bırakıp, oradan yapılan işe odaklanabiliyorlardı. Bu tür gündelik detaylardan kapsayıcı yerlere kapılar açmayı seviyorum.


Bu sefer son derece yalın ve net bir biçimde “duvar” üzerinden metaforlar kurmaya çalıştım. Burada, en akla gelecek olan şeylerden bir tanesi, içinde bulunduğumuz Covid-19 sürecindeki evde kapanma halimiz olabilir; ama açıkçası benim adıma hiçbir bağlantısı bulunmuyor.


“Duvarların sesli bir hafızası olabilir mi acaba, onlar bize bir ses çıkarabilirler mi?” gibi bir sorgu hali var. Aslında eser, kendi başlığıyla sanatçı “ben”i ciddi biçimde iş üretmeye provoke ediyor. “Duvarların dili olsa da konuşsa” yerine, “Aslında duvarlar konuşuyorlar, siz onları duymuyorsunuz, hem de neler söylüyorlar neler, sizin haberiniz yok, keşke hep sussalar, ben onları hep duyuyorum,” gibi bir hal üzerinden gitmeye çalıştım.


O anlamda da eser üretirken ben bu tür metaforları çok kullanıyorum diyebilirim. Çünkü, eseri okurken herkes kendi adına yepyeni boyutlar açabiliyor. İşlerimde didaktik olmayı sevmiyorum. “Bu eser şunu anlatır, sonra da budur, herkes, bu kadarını anlamalıdır,” gibi bir şey yapmak istemem. Yapılan eser belli bir deneyime dayalı olduğu için, insan o alanda kendisiyle yalnız kalabiliyor veya başkasıyla sohbet halinde olabiliyor.


Bu eserde, ortamdaki kısık sesli, anlamsız seslerin seni bir başka ruh haline soktuğu, performans gücü bulunan bir iş kurgulamaya çalıştım. Elbette, mekânla olan ilişkisi de benim için önemliydi, sonuçta ses işi yaptığınız zaman, özellikle ona da bir heykel boyutu kattığınız zaman, eserin o mekândaki duruşu, sanatçı adına önemli bir mesele haline dönüşüyor.


Devasa vücutları olsun, yukarı-aşağı hareket etsinler istediğimden, kutu biçiminde bir konstrüksiyon hazırlayarak, “lineer motor” denen mekanik sistemleri kullandım. Ve sanki, böyle ağzı kırık, bozuk, dişleri yamuk yumuk bir canavarın ağzıymış gibi bir biçim elde etmek istedim. O canavar da binaymış gibi duruyor.


“Canavar” denildiğinde, kelime korkutucu bir öğe gibi geliyor ama, aslında sana şiir okumaya çalışan beyhude bir adamın ağzı da olabilir, bu görüntü. Bu noktada, işte o metaforlar o kadar çok farklı yerlere gidiyor ki, bizim mahremiyetlerimiz, kapalı alanlardaki özgürlüklerimiz, belki de özgür olmadığımız haller.


Bunlar zaten son zamanlarda yıllardır hep konuştuğumuz şeylerdi, sokakta sayıları günbegün artan kameralar, kamusal güvenlik önlemleriyle beraber artık sürekli kaydedilebilir olmak, bir yandan da şimdi evlere kapanan insanların kameralarını açmasıyla beraber, artık ev mahremiyetinin sona erdiği bir tarafa doğru evriliyoruz. Çoğu insan artık cep telefonunun onu habersizce dinlediğinden bile şüphe duyuyor, bilgisayarında kamerasını bantlıyor. Aslında, duvarlar içinde, barındığın alanlarda kendince ne kadar özgürsün? O da ayrı bir soru olmaya başladı. Fakat bu tutum olumsuz yönde, eleştirel bir boyut gibi gözükse de aslında yaşanılanların artı tarafları olmadığını da söyleyemem. Sokakta kameraların olması, gerçekten sokaktaki terörü ya da insanların güvenliğini arttırıcı koşullara yönelik çözümler üretiyorsa, belirli bir seviyeye kadar kabullenilebilir de. Yani, artık siyah ve beyazı değil, grileri konuşabiliriz. Bu anlamda da aslında evin mahremiyetinin olumsuz tarafları da karşımıza çıkabiliyor. O evde, bir insan hayatı bir başkasına zindan ediyor veya onu evde bulunmaktan mahrum ediyor da olabilir.


Tüm bütün bunlarla beraber, o binaların içinde yaşananlar, duvarlar, hapishaneler hepsiyle beraber düşünüldüğünde aslında o “ses” denen titreşimlerin, duvarların içerisinde hapsolması, kaydolması ve sonra tekrar dışarı çıkabilmesinin mümkün olup olamayacağı üzerine bir metafor kuruyorum. İş tüm malzemesini de buradan alıyor ve özellikle anlamlı herhangi bir kelime üretmiyor. Ama, anlamsız bir şey üretmek peşinde de değil. Daha çok, ses biçiminde, konuşamayan, konuşmaya çalışan bir ses içeriği var diyebilirim.


Bir bakıma, düşünce özgürlüğüne de bir güzelleme gibi geliyor bana; çünkü belleğin bir tür formu, belleğin geometrisine de beyhude, dediğin gibi romantik, neredeyse nostaljik bir eylemde, bir güzellemede bulunuyorsun, yok ettikçe, onu var ediyorsun.

Evet, doğru. Öyle bir dürtüsü var işin, dediğin gibi birçok boyutu var. Bahsettiğim metaforla beraber, “İnsan kendi yaşadıklarına tek tek baktığı zaman, en öne çıkanlar genelde mahremiyet alanındaki özgürlüklerin acaba ne kadar dışına açık?” gibi bir yere varılıyor.


Kimi zaman, şöyle düşündüğüm oluyor: “Bütün duvarları yıkalım.” Çünkü insanlar, şizofren hayatlar yaşıyorlar. Evin içine girdiği zaman bir başkası, bir binanın içinde başkası oluyor; iş yerine gittiği zaman, o duvarlar arasında başkası oluyor. Toplantı odasına gittiği zaman, bir başkası oluyor. Her seferinde, kendi olabilmeyi başarabilmesi için o duvarların bir anda ortalıktan kaybolması lâzım. Onu, insan kendi muhakemesinde iç huzuruyla beraber sağlıyor olabilir ve “Ben, her zaman, her yerde kendim olmayı başarabiliyorum,” diyebilir. Bu, çoğu insan için bir lüks. Birtakım roller ve bu rollerin birbirleriyle mesafeleri, kimileri için çok farklı. Meselâ, okulda şefkatli bir öğretmen, evde despot bir ebeveyn gibi, bir sürü şeyler de tezatlar halinde ortaya çıkabiliyor.



Duvarların Dili Olsa da Sussa sergi görüntüsü



Bu iş, Türkiye’deki hafızaya da güzel bir yolculuk önerisinde bulunuyor bu mesela Sufizm, dervişlik, “çile” hali, kapanma-açılma, bir tür zihin orucu, yani bunlara beni götüren bir iş. Dolayısıyla, döngüsellik mesela, o döngüselliğin içindeki o espas ve oradan, Sovyet konstrüktivizmine bir sıçrama hatta. Fikrin asıl özgürleştiricisi olarak, formdan, bu gibi temel meselelere de çok güzel yankılar veren bir iş bu; ne dersin?

Sesin, bu konuda büyük bir avantajı var. Biçim uygulaması açısından konforlu bir alan olduğunu düşünüyorum. Ses adına, çoğu üretilen eserde temel öğe bir hoparlör gibi gözükse de ben bu eserde galeri odasının hacmine uygun bir şekilde mekânı dolduracak halde heykel biçiminde bir iş üretmeyi, görsel estetik açısından ise sesin önde olması niyetimle, bu iş özelinde yalın kalmayı tercih ettim. Bu eserde, çok etkileyici bir görüntünün altında belli belirsiz giden bir ses yaratmaktan öte, o dengeyi sağlamak açısından birincil önceliğimin, sesin yarattığı salt estetik duygu olduğu bir iş yapmaya uğraştım. Elbette, makinalaşma hissi barındıran bir tekrar hali, dokuz tane büyük ölçekli kutuların biri yukarda biri aşağıda dizilimi üzerinden okunabilir. Bu nesneler, sürekli hareket yapıyorlar ve duruyorlar. Bu şekilde süregelen bir ritüelleri var. Evet, bahsettiğin hallere yönelik benzer örtüşen şeyleri de bu eserin devinim barındıran biçim yapısı içinde görmek mümkün.


Biz de izleyici olarak, zamanın ve mekânın sindirdiği bir unsura dönüşüyoruz; işe dahil olur olmaz.

Bu metaforda, duvarlar gizli bir ses kayıt cihazı gibi, senin bütün çıkardığın sesleri tutabiliyor. Oradaki varlığınla, o eserle beraber ağzından çıkacak her şey, belki de aslında yine duvarların içerisinde bir yerlere siniyor ve bir süre sonra tekrar oradan çıkabiliyor. Sesi sadece kulaklarımızla duyduğumuz büyülü bir şeymiş gibi zannederken, zamanla plak gibi fiziksel bir yüzey üzerinde sesin var olabilmesi, bence çok beklenmedik bir durum. Sesi, görünmeyen, havada uçan bi şey zannederken, artık elimizde tutabiliyoruz. CD, kaset gibi biçimlerde oynatıcılara takabiliyoruz veya cep telefonumuzdan bir tuşa basınca, ses çıkabiliyor. Ses materyale dönüşüyor bir anda. Tüm bundan ötürü de şunu diyebilir insan; gerçekten, duvarlardan da bir gün ses çıkabilir.


Vakti zamanında, bir araştırma görmüştüm, çok gelişmiş, yüksek kare çekim yapabilen kameralarla sesi görüntüden üretmeye çalışıyorlar. Araştırmada, farazî bir mekânda bir cinayet gerçekleşiyor ve dışarıda, pencereden kayıt yapan bir kamera dışında hiçbir kanıt bulunmuyor. Kamera görüntüsünde, içerideki bir bitkinin yaprağı titriyor ve yaprağın titreşimlerinden yola çıkarak, içerideki konuşmaları analiz etmeye çalışıyorlar. Sonuçlar, göz ardı edilmeyecek seviyede başarılı. İçerdeki şeyi ses olarak duyamasan da görüntünün titreşimlerinden yola çıkarak, aynen plakta olduğu gibi, tekrar bizim alışageldiğimiz biçimde, kulaklarımızla duyduğumuz bir hale dönmesi mümkün gözüküyor. Bu anlamda, “Duvarlar bir ses kayıt cihazı olabilir,” söylemi de basit bir metafor olarak kalmayabilir. Gerçek olabilir yani.


Aktiflik ve pasiflik durumuna da bir meydan okuma, hesaplaşma yaratıyor mu bu proje? Yani biliyorsun zaten, bize ne verilirse onu alıyoruz artık ve sorgulamadan çıkıp gidiyoruz; bir fast food duygusuyla, imajı da metni de, neredeyse bütün göstergeleri de yüklenip, çıkıyoruz. Fakat, burada bizi ciddi şekilde zor durumda bırakan, aktiflik ve pasiflik eleştirisi var. İzleyici miyiz, eyleyici miyiz? Yani biz bir yapıta ne kadar katılırız? Peki yapıt bizi kendine ne kadar katar? Bunlar, radikal, tükenmez sorular.

Evet, bu iş aslında, programlanmış kurgusuyla on beş dakikada bir, rastgele yapılar içerisinde, kendi kendine özgün performanslar sergiliyor. Bu anlamda da aslında siz oraya girdiğiniz zaman işin bir parçası oluyorsunuz. Eğer ki, eserin herhangi bir şekilde saklanması düşünüldüğünde, aslında o eserin izleyici ile birlikte var olan ve sürekli değişken karakterinin, korunması gerekiyor. Kaydetmeye kalksanız da aslında o eserin sergilenme ömrünün çok kısa bir kısmını kayıt altına almış oluyorsunuz. Mekâna girdiğinizde, yaşadığınız deneyimin tek başınıza olma hali farklı, kalabalıkla beraber hali, farklı oluyor. Belki de o noktada, misal, dokuz enstrümanı olan, konser veren bir orkestraymış gibi bir şeyle karşılaşıyorsun. Eseri müzik üzerinden okumaya çalışırsak, o ana tanıklık eden seyirciler de aktif bir görev üstleniyor, bu durum, tarifi zor bir hâle yaratıyor ve müzisyenle seyirci arasında yapısal bir ilişki oluşuveriyor.


Genelde, ziyaretçiler benim yaptığım işler için “etkileşimli mi?” diye meraklanıyorlar. Etrafta çok fazla etkileşimli iş olduğundan ötürü bu doğal bir beklenti olabilir, ama ben sadece etkileşim olsun diye iş üretmeyi sevmiyorum. Çünkü, etkileşim meselesi çok fazla bire bir ilişkiler yaratabiliyor ve sonuçları çok hem bayağı hem de didaktik olabiliyor.


Örneğin, kolunu kaldırıyorsun, görüntüde hemen bir şeyler oluveriyor. Tüm beklentilerin aksine bu eser özelinde ben, izleyiciyi pasif kılmak, izleyici eserle karşılaştığında onu biçare etmek, tavan zemin ilişkisinde bocalatmak gibi izleyiciyi tüm bensimsenmiş koşullarından sıyrılabileceği bir başka yolculuğa sokmaya çalışıyorum. O noktaya vardıktan sonra, düşünsel olarak etken bir süreç başlıyor. Örneğin “Ben bu konuşulanları anlamıyorum,” diyebilir kişi. Ama, aslında birşey anlayamamak da kendine has bir duygu. Uzun süredir, belki de hayatımız sürekli detayları ile her şeyi anlamak üzerine yoğunlaşmışken, anlayamamakla, samimi bir ortamda yalnız kalmak, senin oradaki farkındalığı dürtülmüş yanını resmediyor olabilir.



Duvarların Dili Olsa da Sussa sergi görüntüsü



Dolayısıyla, mağdur olmak ve mağrur olmak meselesi de karşılıklı şapka değiş tokuşu gibi, yapıtla izleyici arasında, sürekli kendini dönüştürüyor dolaştırıyor. Bir bakıma platonik de bir iş meselâ, yapıt izleyiciyi düşlüyor; ama izleyici de yapıtı düşlüyor karşılıklı olarak...

Evet, böyle bir buluşma var, eser dediğim gibi, hep rastlantısal biçimler üzerinden oluştuğu için, onun da kendini icra etmesi için, karşısında bir seyircinin olmasına ihtiyacı var. Bu buluşmanın neticeleri, platonik karşılıklar bulabilir.


Fotoğrafın icadı ve tarihi, ilk karanlık odanın keşfi, ışığın yarattığı akis geliyor insanın aklına. Bu yapıt da bunu adeta akustik olarak tecrübe ettiğimiz bir çalışma. Sorduğu soru açık: “Kulağımızla bir şeyleri görebilir miyiz, kulağımız bize bir aydınlık verebilir mi?”

Ses kaydetme kavramını düşünecek olursak, o “akis”i tekrar yaratmaya dair sarf edilen çabanın karşılığı, bir anlamda hatta belki de ilk yansımalarından bir tanesi de konuşma yeteneğimiz gibi geliyor bana. Konuşma da aslında bir çeşit kaydetme yöntemi. Biz, kelimeleri ortak ses kabullerimizle dilimizle kaydettiğimiz için, aynılarını söyleye söyleye birbirimizle anlaşabiliyoruz.

Görüntünün eş niteliklerde kaydedilmesinin mümkün kılınması gibi, sesin de o anlamda kaydedilebilir ve yeniden duyulabilir hale gelmesi için, teknolojik evrimde epey bir zaman geçmesi gerekiyor. Geçmişte, örneğin Anadolu folkloründe ortada ses kayıt cihazı yokken, Âşık bir başkasına bir türkü söylüyor, o da bir başkasına aktarıyor ve bu şekilde, bellek ve kayıt süreci oluşuyor.


Bugün, anları fiziksel yüzeylere kaydettiğimiz ve saklayabildiğimiz bir dönem içerisindeyiz, ama tabii ki o bahsettiğimiz platonik mesele de halen ortada bulunmuyor değil. Neticede, sen biricik “an”ı sadece elinde bulunan en iyi koşullarla kaydederek, var olanın çok küçük bir temsilini elde etmiş oluyorsun. Oysa, o platonik anın tamamen kayıttan yola çıkarak yaşatılması, neredeyse imkânsız. Eserin birkaç ay boyu burada sergilendiği süre zarfında, herkes tarafından farklı bir şekilde deneyimlenecek olması ve sonunda yok olup gidecek olması hali de aslında benim hoşuma gidiyor açıkçası.


Onu daha realist hale getiriyor belki, ölümlü oluşunun verdiği bir ölümsüz bilinç... En azından.

Eserin fiziksel olarak ölümlü olması, önemli bir fark ortaya koyuyor benim için. Ancak eserlerimi daha çok, birer “ara yüz” gibi hissediyorum. Eser varken ve ardından konuştuklarımız, etrafında çıkan başka şeyler, daha kıymetli geliyor. Bu yüzden, eser hep var, eserin sergilenmesi sonrası da benim için çok önemli. Eserin orada boy göstermesinden öte, eser üzerine neler söylenecek, ne gibi deneyimler ortaya çıkacak, onu çok önemsiyorum.


İnsanları vefatlarından sonra anma biçimimiz gibi, onu karakteriyle mi, eylemleriyle mi hatırlıyoruz? Sanırım, yapıta da bu soruyu soruyorsun ve yapıtın cismi mi bizim için mülkiyeti veya değerinin yankısıdır; yoksa, çağrışım yaptığı bütün değerler, bilgiler, dediğin gibi yorumlar mıdır?

Birbirinden keskin bir biçimde ayırt etmek istemem. Ama açıkçası, bir kıyaslama yapmak gerekirse ikinci dediğin, yani çağrışım yaptığı bütün değerler benim için daha çok kıymet oluşturuyor.


Belki de bu yüzden, klasik yapıtlara sürekli post-modern yorumlar getiriliyor, değil mi? Sinemada, operada olsun, edebiyatta, hatta klasik olan her şeyde. Sanatçılar “Yahu şu metne bir de ben el atayım,” diyerek onunla hesaplaşmaya, onu hazmetmeye girişiyor...

Evet. Yorumların bazıları yıkmaya yönelik iken, bazıları da retro bir bakışla konuları ele alıyor. Benim yaptığım iş, nihayetinde elbette bir yere oturur, biçim üzerinden “konstrüktivist” bir yere de oturur, ses ve rastgeleselliğiyle beraber, Dada’ya da oturur. Bir başka açıdan, ortaya çıkan eser teknolojik sanat mıdır, o da bir sorgulama süreci. Çünkü, boya kullanırken de elinde teknolojik olanaklar var ama, tabii ki, teknolojiyi hangi dozda kullanıldığıyla ilintili olarak, sınıflandırma anlam kazanabiliyor. Bu işte oldukça yoğun bir teknoloji altyapısı var. On adet bilgisayar, birlikte sürekli çalışıyor, bir yerel ağ üzerinden birbirleri ile konuşuyorlar, uyum sağlamaları için, zamana dayanan senkronları var. Motorların yukarı aşağı hareketini sağlayan elektronik kontrol sistemi ve yazılan bilgisayar kodları ile üretilen seslerin rastgeleselliği var. Tüm bunlar, tercihen bu iş özelinde seyircinin gözüne sokulacak bir taraf değil.


Eserin sanatsal duruşunu yorumlamaya gideceksek, sanattaki çeşitli akımlardan etkilenmekle beraber, yepyeni bir çığır açtığını sanmıyorum. Zaten, sanatı bilimden ayıran temel fark da bu olmalı. Sanat, sürekli yenilik ve gelişim peşinde olmamalı. Bunu gaye edinen bilimin, dünyayı içine soktuğu kaosu çok belirgin bir biçimde yeterince yaşamaktayız.


Peki, bu “espas”a giren gönüllü olarak dahil olan, eseri tecrübe eden kişiler arasında, senin kafanda yaratığın bir tipoloji, bir kategorizasyon olmuş muydu? Yani bu sefer var mı? Yoksa onlar da bu espas kadar karanlık, anonim, düpedüz eşit varlıklar mı?

Belki, yaptığım diğer işlere dayanarak benzer şeyler görmeyi arzu edenler olabilir. Kendini kasten tekrar etmek, beni rahatsız ediyor. Herhalde hayatta yapmak istemeyeceğim ve en çok kaçınacağım şeylerden biri, kendini aşamamaktır. Çoğu sanatçı, kendi karakterini oturtmak adına kendini tekrar eden işler yapmayı tercih ediyor. Eserlere uzaktan bakıldığında, bu durum insanı belli bir sanatçının adını hemen akla getirecek tutarlı bir yere getirebiliyor. Ama ben sessiz sedasız bir kapıyı açtığınız zaman sürprizlerle karşılanmayı tercih ederim.


Kendine meydan okumayı seviyorsun...

Tabii ki. Kendine meydan okumaktan kaçındığı için, sanatçıların birçok eserinin seri üretime dönüştüğünü görebiliyorsunuz. Bu esere bakacak olursak, işin bir bölümü tavana asılıyor. Bunu başarabilmek pek kolay olmadı. Koleksiyonerler açısından düşünecek olursak, genellikle kimse tavana asmak için eser satın almıyor. Herkes, gidip duvarına asmayı yeğliyor. İnadına kavramsal ilerleyip, tüm beklentilere aykırı olmak, hatta bu tutumu vurgulamak için eseri devasa boyutta yapmak, bunlar benim özellikle tercih ettiğim şeyler.


Evet; o açıdan da espas diyoruz ya: Space’dir, “uzay”dır, oksijen yoktur ama şahadet vardır, yine de oksijen çok kıymetlidir orada. İşte tıpkı ses kaydı gibi. Burada kısa bir süre kalabilirsin ve dışarı çıkmakla yükümlüsün. Ve dediğin gibi o espasın da tavanı ve tabanı kendi kafasında eşitlemesi ya da umursamamasının da verdiği bir yer çekimsizlik duygusu mevcut. Bir illüzyon var burada; bir alacakaranlık var, değil mi?

Bahsettiğin o illüzyonu ben çok seviyorum. Ürettiğim eserlerde, geriye dönüp baktığımda öyle bir tutumu kendime dair net bir biçimde görür oldum. İllüzyon duygusu eserlerimde çok fazla yer alıyor. Duygunun hiçbir yere ait olmama hali, kendine has, belki kendini dahi reddecek kadar özgür bir duruş sergilemesi, sana zengin bir alan yaratıyor.


Bu konuda da aslında çok lirik bir sanatçı olduğun söylenebilir. Çünkü bir şairin nasıl sözlükteki herhangi bir kelimeyi bambaşka bir şekilde iadesi söz konusuysa, sen de aynı şekilde teknolojinin bize sunduğu bütün bu ifade olanaklarını neredeyse hack’liyorsun, korsan bir ruhla ele geçiriyorsun, bir şekilde. “Ya arkadaş bunu bu şekilde de kullanmayı hiç düşündün mü?” diyorsun. Bu da seni ya dadaiste ya da sürrealiste ya da işte Brut Art’a yakınlaştırıyor; çünkü bir çocukluk da var sende. Bir çocuksu yaramazlık var.

Evet var, eserlerimde sık sık ironi dilini barındırıyorum.


Aklıma mesela, Marcel Duchamp geliyor, John Cage geliyor. Dolayısıyla o şey sende mevcut, aynı anda hem Rönesans yaratıcılığı hem post-modern isyankârlık, hem anarşizm; bu açıdan da hiç şikâyetin yok, diyorsun ki, “benim tek bir tanımım olamaz”. Çünkü zamana ve mekâna böyle bakmıyorsun.

Aslında belirgin bir biçimde işler yapan bir sanatçı olarak anılmak bile, kendi adıma beni kalıplar içine sokacak diye, çok tedirgin oluyorum.


Mesela Can Yücel, Ece Ayhan gibi isimler geliyor aklıma. Senin işlerini tecrübe ederken.

Yalın olana anlam yüklemeyi seviyorum. İşe dönüp baktığımda var olan o bir şeye benzeme kaygısı yok; ama olabildiğince yalın. Doğru evet, lirik denebilir bu açıdan.


Ama şey de değil meselâ, düpedüz müzisyen tavrı da yok, sahneleme yok, sende dramatürji kaygısı da yok meselâ. Giriş, gelişme sonuç... İşte Libretto mantığı değil mi, bir staged performance (sahne gösterisi) yani nasıl diyeyim, kitle kültürü unsuruyla...

Evet, herhalde daha çok, “an”a odaklanmayı tercih ediyorum.


Evet, belki performatif, belki de aksiyon sanatına yaklaşık bir şey.

Haklısın.


Kamusal alan hep yutkunduruyor mu seni? Yani, Türkiyede çok zor kamusal alanda sanat üretmek. Hâlâ “Duran Adam” dan bahsediyoruz meselâ. Ya da Gezi’de yaşadıklarımızın tadı hâlâ damağımızda. Yani, kamusal alan bu pandemi koşullarında var mı hâlâ, bir espas olarak mevcut mu? Çünkü bu sergi bir tür delik de açıyor, kara delik gibi bir sergi bu. Gel diyorsun arkadaş, buradan da çıkabilirsin. Hani değil mi, böyle uzay filmlerinde görürüz, mevcut uzayın dışına bir kara delikten geçerek gemi hani başka bir yere ve zamana, hakikate varır. Bu sergi öyle bir sergi. Çok afedersin, kendine güvenen, hayal gücüyle başka bir yere gider. Halüsinojenik bir sergi bu.

Eser ve izleyici arasındaki etkileşimin gideceği istikameti ben tayin etmemeyi tercih ederim. Kamusal alan koşulları, epey bilinmezlikle dolu. Oraya dair, daha çok sosyal hilecilik (social hacking) gibi şeyler çok ilgimi çekiyor. Delicesine uğraş verdiğimiz, aslında etten, kemikten oluşan basit bir organizmayı getirdiğimiz şu sözde üstün medeniyet yapısı içerisindeki çıkmazlarımızla boğuşmak, daha çok merak alanımda. Buna dair verdiğin referanslar doğrudur, evet. Benim yaklaşımım ise özellikle elitist değil; fakat bir mekân içerisinde bu işi sergilemek, benim yaptığım işin ayaklarının daha rahat yere basmasını sağlayabiliyor. Çünkü, benim yaptığım şeyleri dışarda sergileme halime insanların vereceği tepkiler, geleneksel sanatlara vereceği tepkilerden çok farklı. Herkes, eserdeki makina görünümündeki bilinmezliğe dair, somut olarak işlevsellik sorgulayacaktır. Oysa, ben aslında işlevselliği tamamen uzaklaştırmak istiyorum, nasıl çalıştığına kimse takılmasın istemiyorum. Çok istiyor olsam, zaten kablolarını, bilgisayarlarını gösterirdim. Ama bu eserde dahi, hiçbir şeyin kablosu, zorunda kalınmadıkça görünmüyor.


O da seyirciyi sorumluluğu açısından senin her zaman gündeminde tuttuğun, alışveriş listesinde tuttuğun bir maddeye çağırıyor. Seyirci, senin için hep bir mesele. Çünkü seyirci, öteki demek, seyirci empati demek; ya da antipati demek. Aynı anda dost olmak demek; hem de düşman olmak demek. Sen işlerine ne kadar “seyirci kalabiliyorsun”? Yani, bence bütün mesele bu.

Bahsettiğin kendine dışarıdan bakma gayreti, sanatçı adına çok mühim. Ama sürekli kendini yinelemiyorsan ve her seferinde yeni bir şeyle uğraşıyorsan, zaten o sorgulama doğal olarak oluşuyor. Sanat üretirken ortaya koyduğum eserler, mutlaka yaşadıklarımdan yola çıkarak ortaya çıkıyor. O duvarların yoktan dile gelmesi, benim için kıymeti olan hafızalarına olan ihtiyacım ve söylediklerini duyma hasretim, bu eseri meydana getiriyor. O anlamda eser beni de anlatıyor. O noktada kendimi görebiliyorum. Kendini işin akışına biraz bırakırsan, aslında kendinle yüzleştiğin, ama uzak durduğun o aynalar, bir anda karşında sıklıkla belirmeye başlıyor.


Duvarların Dili Olsa da Sussa sergi görüntüsü



Yapıtlarının cinsiyeti oluyor mu? Buradaki sayıklamalar bildiğim kadarıyla bir “eril”e ait.

Sayıklamalar benim sesim. Ama, eserin bir cinsiyet meselesi yok. Özellikle erkek sesi olsun gibi bir çabam olmadı. Ama, kendi sesim olmasının eserde malzeme olarak başka bir katman yaratacağını düşünüyorum. Çoğu insan bunu belki öyle düşünmeyecek, kaydedilmiş herhangi bir ses zannedecek. Ben de eseri sergilerken bunu söylemiyorum. Bu tip detayları bir yerlere gizlemeyi seviyorum. Meselâ şimdi bu soru üzerinden, sen de farkında vardın ki, deşifre oldu, olmalı. O benim sesim aslında yani.


Aslında bir oto portre bu sergi.

Ses anlamında evet, bir performans varsa evet, benim ses performansım diyebilirim.


Ama isteseydin çok daha uyarıcı, reaktif veya dışlayıcı bir proje de olabilirdi... Hani tam tersine daha usul usul bir şey gibi. Hatta bir yatak ya da uyku veya rüya huzuru mevcut bu çalışmada; kâbus değil ama rüya mevcudiyeti söz konusu. Onu da seçmişsin sonuçta.

Düşünmedim değil, burada ortama yönelik bir ses dünyası yaratmak, insanları uyaran bir atmosfere sokmak gibi fikirler, ilk akla gelen şeyler oluyor. Ama, ben fısıltılarla konuşan, sesi az çıkan bir duvar hayalini yaşatmaya çalıştım, bütün hedefim oydu. Bu ısrarım neticesinde, ortaya böyle bir iş çıktı, o noktada, sanırım seyircinin beklentisini göz ardı ettiğimi söyleyebilirim.


O halde zaten yine edebiyata ya da günlük dile dönecek olursak, az önce dediğin söylenceler, söylentilerle bağlantılı olarak, meselâ benim için sergiyi tecrübe ederken kafamda geçen deyimler, tamlamalardan biri de şeydi: Gaipten sesler duymak. Bu çok büyülü hem benim için çocuksu hem korkutucu ama hem de manyetik. Gaipten ses duyabilmek için, bir kere kendine de ötekine de kulak kesilmen gerekir. Bilmiyorum, sen ne düşünüyorsun?

İç sesine çok konsantre olduğunda, kendi kendine bir türlü barışamadığın, seni yiyip bitiren bambaşka bir kişiyle yüzleşmek, hayatı zor duruma getirebilir. İşte o çıkmazlar, sürekli sorgulamalardan sıyrılamamak, yıkıcı sonuçlar doğurabilir. İnsanın kendi sesiyle kendini sorgulamasının çok daha iyi işlediğini tahmin ediyorum. Bir yerde bir rakam veya şifre ezberlemeye çalışırken, insan onu hafızasında tutmak için kendi kendine seslendirmeyi tercih ediyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, ses yumaklarına dönüştürerek yaptığım bu eseri deneyimlerken, içinden geçen düşünceleri kendince dillendirmeye kalkacak olursan, yüksek ihtimalle sen de çıkmazlara gireceksin. O sözler o kadar gerçekçi hale gelecek ki, artık kaçınılmaz hale gelecek. Bu yüzden o sesleri yer yer kulak arkası etmek lâzım. Kimi zaman bazı kelimeler gelir karşına; der ki “Ya sen şöyle birisin,” ve bu durum seni kendinle yüzleştirir. İşine geliyorsa kullanırsın, işine gelmiyorsa, unutursun gider. O yüzleşmelerde, sesin varlığı bence çok çarpıcı.


Burada da mesajın bir tür biçimleşmiş hali, tam tersi, yankı veya aynalama durumu veya aynanın tersi durumu var. Biz, mesaja bürünüyoruz, biz kendimize ne kadar yaklaşırsak, mesajı o kadar görünür kılmış, ona beden vermiş oluyoruz. Hatta, belki de şeyi bile göreceğiz sergi sürecinde: İzleyicilerden biri farkında olmadan, yine kendisi de sayıklamaya başlayacak. Eşlik, bir davet, bir kışkırtma da mevcut...

Evet, o zihninde dönüp duran sesler -rüyayı düşünelim örneğin- orada bile, ses dışarı çıkmaya çalışıyor bir yerlerden, yine karşılık bulmaya çalışıyor. Sürekli, gerçek dışı görüntüler rüyalarımızda var olurken, onların sesleri de bizim rüyamıza eşlik eden etken unsurlar olabilir. Sadece ses morfolojisi olarak değil, kelime olarak da senin hiç duymadığın bir ses üzerinden dahi, seni bambaşka taraflara doğru itebilir. Bir kelime söyler sana rüyan, o kelime yoktur, ama o kelimenin sembolize ettiği şey aslında senin karşılaşmak istediğin bir şeydir belki de. Hep bir görüntü üzerinden düşünüyoruz aslında rüyaları... Ama o sayıklamalardaki anlamsız şeyler, belki de biçimsel karşılıkları olan anlamlı kavramlar olabilir.


Yine, mesela, dramatürjik ya da koreografik bir çağrışım: Projeyle ilgili bir şey bu. Hatta, çok ironik gelebilir belki sana, elektrikler gittiğinde, konuşurken de fısıldaşmaya başlarız, sesimiz kısılır daha sessiz konuşmaya başlarız. Onu da çağrıştırdı bana bu çalışma, çünkü elektrikler gidince mekân büyür, beynimiz de büyür, ruhumuz da büyür, sanki, birilerini ürkütmemek, bir şeyleri kışkırtmamak için.

Sessizleşiriz doğru, belki de çok gürültü olduğundan o kadar yüksek sesliyizdir normalde.


Çok ilkel bir şey bu refleks, belki de dünya tarihi kadar eski değil mi?

Acaba, bu içimizde var olan içgüdüsel bir şey mi gerçekten?


Paleontolojik bir şey olabilir mi, bir anı?

Karanlığa dönüştüğünde sessizleşme.


Evet, hani yaban hayvanları duymasın diye.

O da olabilir, avlanmamak için örneğin. Evet böyle düşününce mantıklı geliyor.


Dikkat ettin değil mi, böyle de bir şey var yani. Serginin böyle de tarihi bir…

Olabilir, bu içgüdüyü mü çıkarıyor acaba diyorsun. Eserde özellikle bir fısıldama hali var. Yanı sıra, kullandığım fonetik alfabeye dair seslerde bizim konuştuğumuz Türkçe gırtlak yapısına çok aykırı sesler var. Dünyada var olan bazı dilleri dinliyorsun. O sesleri çıkarabilmek için gerekli morfolojik yapıya, doğuştan alışmak lâzım. Hem sessizce fısıldar gibi bir karakteri var eserin, hem de bir yandan konuşmaya çalışan, ama gereken sesleri çıkaramayan bir yönü de var. Sanki, biri gırtlağına bastırmış da tam söyleyeceksin ama, ağzından laflar çıkmıyor gibi bir durum...


Peki, surete, mülkiyete sözü getirip, konuşmayı bitirelim. Bu eserin sureti, kalıntısı, anısı nasıl saklanacak? Artık, bu görüşme mi yani bu eser? Anlatabiliyor muyum? Yani bitecek, ölümlü bir deneyim değil mi, her serginin başına geldiği gibi. O yüzden meselâ, bir sanatçı olarak senin sanat tarihinden, eleştiriden beklentin nedir? Yani yankının yankısı nasıl mümkündür?

Bu konuşma tabii ki, eserin ortaya koyduğu çıktılarından bir tanesi olacak. Tarihi süreç içerisinde durup dönüp baktığımızda bu eserin bir ses heykeli yerleştirmesi olarak içinde bulunduğu aykırı hali, bırakın bu coğrafyayı, dünyada üzerinde yaygın bir izleyici ortamının oluşabildiği bir nokta değil.


O anlamda hâlâ bir şeyi zorlayıp, sınıyor ve uğraşıyor bu kinetik ses yerleştirmesi. Bu kadar basitleştirecek olursak işi, belki de zaman içinde tarihte böyle bir iş yapılmış diye bir bilgi olarak da kalabilecek. Esere verilen kıymet bizim yüzyıllarca yıl süre zarfında ortaya koyduğumuz insan medeniyetinin vereceği bir karar. “Bu eser, kıymetli bir sanat eseridir ve sonuna kadar saklanmalıdır,” söyleminin en büyük filtresinin zaman olduğunu düşünüyorum. Eserin kalıcılığının, bir sanatçı olarak benim tahayyül edebileceğim bir şey olmaması gerekir.


NASA’nın evren denen sonsuzluk denizine bıraktığı medeniyet şişeleri var ya, Voyager 1 ve 2, onlar da gidiyor şu anda. Bence insanlık tarihinden kalacak, kalmış ve kalmakta olan yegâne iki sanat eseri onlar. Çünkü fiziken mümkün değil artık tarihe kalmak, ne derler, sonsuzluğa kalmak. Hani dünyanın sonu kötü diye tartışıyoruz şu anda, küresel ısınmasıyla, bilmem pandemisiyle; bu Voyager’lar da birer sonuçta teknolojik diskti değil mi, altın plaktı ve içinde imajlar, sesler vardı. O açıdan da yani senin tecrübelerine baktığımızda bir tür, seyir defteri tutar gibi hani çeşitli formlarda bize bunu yaşattığını söyleyebiliriz.

Bütün önyargılarımızla insan odaklı düşünmek çaresizliğindeyiz. Biz o Voyager’ları uzaya gönderdiğimizde de karşı tarafta insan gibi bir şeyin var olduğunu sanıyoruz.


Hatta bir plak çaları vardır diye avunuyoruz.

Oysa bizim plakların yanında sunduğumuz grafik anlatımları anlayabilecek bir başka yaşantı, aslında bizim alışılagelmiş halimizden çok uzak olabilir.


O açıdan, başta verdiğin, olaylara tepki veren o bitki ya da biliyorsun bi takım hayvan bilimcilerin yaptığı deneyler oluyor; işte meselâ resim yapan canlılar, ayılar maymunlar filler... Bunlara yönelik merakın nasıl? Şaklabanlık mı, yoksa ciddi markalar mı bunlar? Sanat ve hayvan, sanat ve insan olmayan denilerek ayrılanlar...

İnsanın, diğer canlılara oranla, zekâ üstünlüğü üzerinden var ettiği ciddi bir kibirli yanı var. Oysa hayvanlarla birlikte yapılan birtakım deneylerde elde edilen çarpıcı sonuçlar, bizleri bu durumun aksi yönünde gelişen sonuçlarla bîçare bırakıyor. Benim çok ilgimi çeken bir deneyde, bir maymuna ekranda çok kısa bir sürede rastgele rakamlar gösteriliyor ve maymun, o rakamları sırasıyla ekranda farklı yerlere dokunarak buluyor. Karşılığında, maymuna mükafat olarak fıstık veriliyor. İşin hayret uyandıran yanı, maymun insanın yapamayacağı kadar hızlı bir şekilde bu işlemleri yapabiliyor. Bana göre hayvanlar çok mütevazılar, insan gibi, doğduğu zaman dünyanın en aciz olan hayvanına yaşama fırsatı tanımışlar. Ancak insan, öyle bir gövde gösterisi sunuyor ki, belki de onunla sadece doğa başa çıkabiliyor. Koskoca bir at senin sırtına çıkıp etrafta koşmana, yapılan o cürete müsaade ediyor. O derece mütevazılığa sahipler, ama insanda, bunun esamesi okunmuyor.

Comentarios


bottom of page