Art Unlimited’in Mart-Nisan 2016, 35. sayısında Gökhan Karakuş’un sorularıyla daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz İsrail asıllı mimar Ron Arad’ı hatırlıyoruz
SÖYLEŞİ: GÖKHAN KARAKUŞ
Ron Arad, kendi döneminin yarattığı bir eser. İsrail’de doğan ve büyüyen Arad, 1970’lerde Londra’ya taşındı ve nihayet ünlü mimarlık okulu Architectural Association’da eğitim görmeye başladı. İşte Arad, profesyonel kariyerinin ilk adımlarını bu, modayı ve politikayı punk ve ardından New Wave müziğin belirlediği 1970’lerin ve 80’lerin ilk dönemlerinin zengin kültüre sahip Londra’sında attı. İlk tanınmış tasarımı, bir hurdalıktan topladığı parçaları kullanarak bir araya getirdiği Rover Chair, o dönemin radikal fakat yine de sade yaklaşımına (ki bu yaklaşım bugünkü eserlerinde de yer almaktadır) örnek oluşturur. 1980’lerde verdiği eserler, tasarımda çeşitli deneyleri de beraberinde taşıdı. Ortağı Caroline Thorman’la beraber ürettiği sadece tek seferlik, tekrarlanmayan ürünler, aynı isimli ofiste hazırlandılar: One Off (Tek Seferlik). Big Easy ve Well Tempered isimli sandalyeleri, sadece tasarım ikonları olmakla kalmayıp, değerli koleksiyon parçalarına da dönüştü. 1990’lardaki başarıları, endüstriyel tasarım alanında, Kartell ve Vitra gibi sanayi ürünleri üreten şirketlerle bir arada yaptığı çalışmalarla geldi. Arad’ın merakı ve bireyciliği, onu kariyeri boyunca, mimarlık, tasarım, sanat, benzersiz biçimler ve işler yaratma alanlarında, bir yönden diğerine sekerken buldu. No Discipline isimli retrospektifinin, 2009 yılında Paris Pompidou Center’da ve New York MOMA’da gerçekleştirilen iki farklı versiyonuyla Arad, benzersiz yaratıcı üslubuyla ilerlemeye devam etmeye kararlı. Bugün, Londra’daki stüdyosu, atölyesinde tasarladığı ve ürettiği cisimlere biçimler ve malzemeler bulma konusunda deneylerin yapıldığı bir laboratuvar; bu cisimler daha sonra sanat, tasarım ve mimarlık alanlarında kendilerine özgü yörüngelerini buluyor.
1973’te Architectural Association’da (AA) mimarlık okuluna gitmekte amaçlarınız neydi? Ayrıca, niye AA’yı seçtiniz? Mimar olmayı mı hedefliyordunuz?
Aslında, hayır. AA’ya gitmeyi planlamıyordum. Londra’ya gittiğimde, eğitim görmeye gelmemiştim, bunu planlamıyordum. AA’yı keşfettim ve oraya gittim, bir mimarlık okulundan ziyade bir sanat okuluydu. Oradaki insanlar, binalar yapmıyordu aslında. Dikkatleri başka bir yerdeydi. Kavramsal mimari ve kâğıt mimari gibi ifadeler ağır basıyordu ve eğlenceli görünüyordu. Orada kendimi buldum.
Oraya gitmeden önce, ünlü mimarlar Bernard Tschumi ve Archigram grubundan Peter Cook gibi orada öğretmenlik yapan isimlerden haberiniz var mıydı?
Archigram’ı biliyordum. İlk katıldığımda, Bernard Tschumi hakkında pek bir şey bilmiyordum. Fakat öğrenmeniz fazla zaman almıyor.
AA’dayken öğretmenlerinizle ilişkileriniz nasıldı?
Öğretmenlerle öğrenciler arasındaki alışıldık ilişkiler… Öğrencilerin ortaya koyabileceği bir şey varsa, öğretmenler bunun üzerinde hak iddia edip, sahiplenir. Öğrenciler, o sırada öğretmenin kafasındaki düşüncelere uygun ilginç bir iş ortaya çıkarırsa, bunlar sahiplenilir ve yağmalanır. Sanırım, ben de böyleydim.
Sizin AA’da bulunduğunuz dönemde, günümüz modern sanatının pek çok kahramanı da orada öğrenciydi. Mesela Zaha Hadid ve Rem Koolhaas…
Rem o dönemde öğretmendi. Zaha’da onun öğrencilerinden biri. Benden önce mezun oldu.
O zamanki işlerinden veya aranızda geçen konuşmalardan, bu kişilerin bu gün bu derece itibarlı kişiler olacakları belli oluyor muydu?
Herhangi bir seviyede olmaları gerekmiyordu. AA gibi bir kesişim noktasında olduğunuzda, zaten dünyanın merkezinde olduğunuza dair bir illüzyona kapılırsınız. Bir şey olmayı beklememiz gerekmiyordu. Yaptığımız buydu zaten: Küstahlık ve kendini kandırmak. Fakat buna rağmen AA, aynı zamanda aşırı derecede çoğulcu bir okuldu. Peter Cook gibi, başka bir dünyanın eksikliğini, çöküşü, düşkünlüğü temsil eden insanlar vardı. Brian Hanson gibiler de vardı, Troçki’ciydi. Bunların hepsi Alvin Boyarsky’nin (1971’den 1990’a kadar AA’nın müdürü) kılavuzluğu altında oradaydı. Boyarsky’nin çoğulculuğunu umursamazlıkla karıştırsaydınız sizi suçlayamazdım, ondan öğrenecek çok şey vardı. Hangi bayrağın altında olduğunuzun önemli olmadığını, bireysel olarak ne yaptığınızın önemli olduğunu öğreniyordunuz.
Sizce AA’daki bu cemiyetin içindeyken, bireysel olarak siz, bu insanlar için neyi temsil ediyordunuz?
Ben gönülsüz bir mimardım. O dönemlerde mimarlıktan çok, güzel sanatlar ve müzikle ilgileniyordum ve bunların daha çok içindeydim. Hepimizi kapsayabilme konusunda çok iyi bir mekanizmaları vardı.
Peki, İsrail’deki farklı kültürel geçmişinizle ilgili neler söyleyeceksiniz?
Ben dış çemberinde büyüdüm. Bulunduğum yerde, her yeni sanat biçimi veya konusu bir etkinlik anlamına geliyordu. Dış çemberdeyken her şeye merkezdeyken olduğundan daha fazla önem verilir, adeta her şeye bu önem yüklenir. Bazen çeşitli yerlere gittiğimde… Mesela Polonya’ya, ateşli bir hayranım benimle röportaj yapar ve ben, benim hakkımda kendi bildiğimden daha fazlasını bildiklerini fark ederim. Verdiğim her bilgi kırıntısı büyük bir açlıkla bünyeye katılır. Anlatmak istediğim de bu.
Düşünme biçiminizde dış çemberle ilgili bir şeyler de olduğunu hissediyor musunuz?
Ben merkezdeyim (Londra), buna şüphe yok. Fakat dışarıdan olma özelliğini taşımaya devam ediyorum. Her zaman gönülsüz bir üye olmuşumdur; mesela, endüstriyel tasarımcı çevrelerinde de böyleyimdir, mimarlık çevrelerinde de.
Sanat çevrelerinde de gönülsüz bir üye misiniz?
Belki de oralarda o denli gönülsüz değilim. Tasarım ve mimaride üyelik kartım var; durum böyle olunca gönülsüz bir üye olmak daha kolay oluyor.
Bir mimar, tasarımcı veya sanatçıdan daha çok, bir yaratıcı mısınız?
Halen ilerici çocuk yuvasına devam ediyorum. Merak ettiğim şeylerle uğraşıyorum. Fikirler aklınıza geliyor, sonra onların dışarı çıkmasına izin veriyorsunuz. Bu fikirler süper uygulanabilir veya süper teknolojik olabilir, bunların hiçbiri olmaması da mümkün. İlgimi çektikleri sürece bu durum benim için fark etmez. Sıkılmadığım sürece devam ederim.
Mimar olmamak, tasarımcı olmamak, sanatçı olmamak, fakat bunların hepsini birden aynı anda olmak… Bir düşünce çizgisinin, bir iş çizgisinin peşindesiniz. Sizce bu çizgi nedir? Buradaki amaç nedir? Kısa vadeli amaçlarınızın kişisel ve entelektüel olarak kendinizi gerçekleştirmek olduğunu söylüyorsunuz. Planlı şekilde ulaşmaya çalıştığınız, bundan daha büyük bir amacınız var mı?
Ortada bir amaç olduğuna inanmıyorum. Kimseye bir şeyler yapsın diye vaaz vermiyorum. Zaten size insanların ne yapması gerektiğini söyleyen biri varsa, yalan söylüyordur. Eğer bir mesaj varsa, bu açık olmak ve özgürlük mesajıdır. New York’taki MOMA (Ron Arad’ın ilki Paris Pompidou Center’da gerçekleştirilen “No Discipline” retrospektif sergisinin 2009 yazında yeniden gerçekleştirildiği mekân) gibi bir yere gittiğinizde, o kadar bariz bir biçimde o bölgeye ait olduğunu görüyorsunuz ki bu insana acı veriyor. Eğer MOMA’daki sergimin küratörlüğü tasarım bölümünden birine verilseydi, mimari tamamen görmezden gelinir, bu konu hiç dikkate alınmazdı. Kolay bir savaş değildi. Herkes, her bölge üzerinde hak iddia etmek istiyor.
Evet, o noktalarda artık kökleşmiş ekonomik güç ilişkileri devreye giriyor. Kendi konumlarını korumak için, belli bir disiplini sürdürmeleri gerekiyor. Hem de siz işinizde, No Discipline (Disiplin Yok) derken?
Benim durumum için, doğru.
Bugün, cismin hayattaki rolü ne? Günümüzün kapitalist kültüründe, cisimler satın alınıyor, kullanılıyor ve atılıyor. Cismin, insanların hayatındaki rolü yok oldu. Sizin yaptığınız cisimlerin, sanki metafiziksel bir gücü var. Çağdaş toplumda cismin rolü nedir?
Öncelikle, herhangi bir şey satın almadan, bunun için para ödemenize gerek kalmadan, bütün eserimi olduğu gibi tüketebilir, hazmedebilirsiniz. Herhangi bir eserime sahip değilsiniz, değil mi?
Tam olarak değilim, bir zamanlar Bookworm (Kitap Kurdu) kitaplığa sahiptim sanırım.
Aynı onlara sahip olan birisi gibi, bütün hepsinin keyfini sürebilir veya acısını çekebilirsiniz. Tüketmek için satın almanız gerekmiyor. Giacometti’nin herhangi bir eserine sahip değilim, fakat yine de salonumda durmasına gerek kalmadan hayatımı zenginleştirdi. Ben, çeşitli işler yaparım ve bazı insanlar bazı nedenlerle bunların koleksiyonunu yapma ihtiyacı duyar. Bunu anlamıyorum. Aslında anlıyorum da anlamazmış gibi yapıyorum. MOMA’ya giden pek çok insan, bu eserlerin fotoğraflarını çekip, Flickr’a koyuyor ve bu durum, diğerlerinden daha az zevk almalarına neden olmuyor.
Bu cisimlerin yaratıcısı olarak, günlük hayatta bunlara sahip olmanın bir önemi yok…
Anlayamadığımı iddia ettiğim kişilere muhtacım. Onlar olmasa, bunları yapma imkânım da olmaz. İçerisinde benim için çalışan insanlarla dolu bir stüdyoya sahip olamam ve bunları üreten insanlar, bunları yapmazlar. Bütün bunları, aslında bir anlamda, acayip bir nedenle bu işlere sahip olmaya ihtiyaç duyan kişilere borçluyuz.
İşleriniz ve bunlara sahip olmaktan söz açılınca; hem ekonomik hem de yaratıcılık anlamında, kitlesel tüketim için seri üretim yapmak ile “Studio Pieces” eserlerinizde olduğu gibi son derece az sayıda kişinin tüketmesi için üretim yapmak, sizin açınızdan aynı şey mi? Arada bir fark var mı?
İkisinin arasındaki fark, pek çok kişiyle pazarlık yapmanızı gerektirmesinde: Endüstriyel bir şirket için çalışıyorsanız, çok defa pazarlık yapmanız, bazen ikna etmeniz, inandırmanız, ispat etmeniz gerekir. Çok pahalı bedellere satılacak işler yaptığınızda ise, hiç kimseyle hiçbir pazarlık yapmanıza gerek yoktur.
Bugünün mimarisinde mimarlığı, fabrikasyon, endüstriyel üretim olarak sınıflandıran bazı insanlar var. Endüstriyel üretim çevrelerinde uzun yıllardır bulunmuş biri olarak, bunun mimarlık üzerinde ne gibi etkileri olacağını düşünüyorsunuz? Bunun iyi bir gelişme olduğuna inanıyor musunuz?
Bence her türlü gelişme, iyi gelişmedir. Her türlü araçla muhteşem eserler de verebilirsiniz, korkunç eserler de. Mesela bilgisayarlar. At ve at arabasına geri dönemeyiz. Otomobiller kullanıyor, uçaklar uçuruyoruz ve burada, bunların neden iyi ya da kötü olduğuna dair, ölümüne tartışabiliriz. Avustralya’ya yürüyerek gitmem, uçarım. Fakat bazen yürüyüşe çıktığım da olur. Yürüyüşe çıkmak harikadır. Elle bir şeyler yapmak harikadır. Dijital bir şeyler yapmak da harikadır. Burada ideolojiye yer yok. Zanaatkârlar yok oluyor. Prototipi hangi zanaatkârın yaptığını bir bakışta anladığınız zamanlar da olmuştu, çünkü zanaatkârın el yazısı büyük önem taşıyordu. Şimdi dijital üretim nedeniyle, bunun artık bir önemi kalmadı. Bir şey kaybediyor, fakat başka bir şey kazanıyoruz.
Kaybettiğimiz şeyin, aslında önem verilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyor musunuz? Günümüzdeki ekolojik düşünce bakış açısıyla, zanaat ve el sanatı fikirleri, elle üretim popülerlik kazanmaya başladı.
Elle yaptığınız şeylerden o kadar emin değilim… Ellerinizi kullanarak ateş yakıp, kurşun eritirseniz, o kadar da ekolojik bir şey yapmış olmazsınız.
Yeni dijital kültürün, elde üretim kültürünün yerini layıkıyla aldığına inanıyor musunuz?
R.A.: Bir kayıp olduğundan eminim. Bir kaybın olması demek, işler sadece bu biçimde yapılabilir, demek değil; kazandığımız şeyin daha az geçerli olması anlamına da gelmiyor. Eskiden kâğıdın üzerine kalemle yazardım. Şimdi, ışık kalemli bir tabletim var. Monitörüme çiziyorum. Çok ender kâğıt kullanıyorum. Hâlâ elimi kullanarak çizim yapabiliyorum.
Bunun, sizin için bir kayıp olduğunu düşünüyor musunuz?
Bazen bilgisayarlardan önceki dönemde kâğıt üzerine yapılmış eski çizimlere bakıyor, ne kadar sevimli ne kadar hoş olduklarını düşünüyorum. Şimdi çizim yaptığımda ve bu basıldığında, bilgisayarda yapıldıklarını anlamazsınız, çünkü makineler geliştikçe, son ürün, daha az makinelerde yapılmış gibi görünüyor.
10–20 yıl önceki çalışma yöntemleriniz ve çalışma biçiminizle yaptığınız işler, bugün dijital tasarım açısından baktığınızda, olağan şeyler olarak görünüyor. Verdiğiniz estetik görünümler bile, bugün Rhino veya Maya gibi bir dijital tasarım yazılımı kullanan herhangi biri tarafından oluşturulabilecek bir estetik görünüme benziyor. Siz bunları 20–25 yıl önce kendi ellerinizle yapıyordunuz, bu durum size neler hissettiriyor?
Herkes, Tel Aviv Opera Evi’nin bir bilgisayar ürünü olduğunu düşündü. Öyle değildi. Elle yapılmış, hatta bazılarını doğrudan benim yaptığım, yüzlerce parçadan oluşuyordu. Bir keresinde mimari bir bienal vardı, tamamen kabarcık mimarisi (binaların organik, amip benzeri şekillere sahip olduğu mimari) üzerineydi, bilgisayarla yapılmış kabarcıklar. Kabarcıklara karşı değilim. Muhteşem bir kabarcık da olabilir, korkunç bir şey de. Sintisayzır alan herkes besteci değildir. Dijital kamerası olan herkes de fotoğrafçı değildir. Fakat bu araçların herkes tarafından ulaşılabilir olmasında güzel bir şey var. Maya veya Rhino kullananlara karşı değilim, buyurun dilediğinizi yapın. Heyecan verici olan, kullandığınız araçlar, ortam değil; görmek istediğimiz, onlarla neler yaptığınız. Godard, herkes bir Super 8 kamera alacak güce sahip olana değin, sinemanın bir sanat olmayacağını söylemişti.
Belli araçlara ve tekniklere herkesin ulaşabilmesi; küresel bir yaklaşımla bakıldığında, herkes aynı araçları kullandığı için, her şeyin birbirine benzemeye başlaması gibi bir tehlike doğurabilir mi?
Bu hep olur. Her zaman benzerlik, aynılık vardır, sonra, bu aynılığın dışında çalışan insanlar da vardır. Bunların olması normal.
Şu anda bu küresel aynılık dünyanın her yerinde var, peki, mesela yerel ve bölgesel farklılıklara ne olacak?
Işıltının veya ışığın, sadece araçların neler yapabileceğinden gelmemesi gerektiğine, fakat senin neler yapabileceğinden gelmesi gerektiğine inanıyorum. Gençlerin yatak odalarında, dizüstü bilgisayarlarıyla müzik yapabilmesinin, muhteşem bir şey olduğuna inanıyorum. Bunlardan çok fazla sayıda olması fakat yapılan her müziğin muhteşem olmamasını da muhteşem buluyorum. Ulaşılabilirlik! Eğitim/öğretim hakkında da konuşabilirsiniz, okuryazarlık hakkında da.
Oradaki üreticilere daha yakın olmak için, stüdyolarınızdan birini İtalya’ya taşıdınız. Bugünün imalat ve üretim dünyasında, sizi bunu yapmaya iten bazı farklılıklar olmalı.
İtalyan zanaatkârlarıma, kimsenin yapamayacağı şeyler diyemem ama çok az kişinin yapabileceği şeyler yapmaları konusunda güveniyorum. Hollanda’da Maastricht bölgesinin dış tarafında da hiç kimsenin yanına yaklaşamayacağı şeyler üretiyorum.
Bu imalatçılarla uzun soluklu ilişkiler mi sürdürüyorsunuz?
Evet, onlara güveniyorum.
Yeni malzemeler açıdan bakıldığında, her malzeme için (örneğin karbon lifi) yeni imalatçılar mı bulmanız gerekiyor?
Şimdi, karbon lifi sıradan hale geldi. Karbon lifi, özellikle uzun süre çelikle uğraşmamın ardından heyecan vericiydi. Çelik, soğuk ve ağırdı ve birdenbire aynı hacimlerdeki büyük parçaları iki küçük parmağınızla kaldırabilmek heyecan vericiydi. Pozitif ve negatif yönleri üzerinde çalışarak bir şeyleri nasıl üreteceğini düşünmenin heyecanlı bir yoluydu, bu da sadece dış zarfı manipüle ederek bir şeyler yaratmaktan oldukça farklıydı. Bazen aklına bir fikir gelir ve düşünmeye başlarsın, “Bunu nasıl yapacağım? Nasıl bir süreç izleyeceğim? Nasıl bir malzeme kullanacağım?” Bazen de bir süreçle veya malzemeyle karşılaşır ve düşünmeye başlarsın “Bu heyecan verici, bununla ne yapabilirim?” İki yöne doğru da akabilir; ben ikisini de yaşıyorum.
Yenilikçi malzemelerin üreticileri, bunları alıp sizin yanınıza mı geliyor, yoksa işyerinizde bunları araştırıp size getiren kişiler mi var? Keşif süreci nasıl işliyor?
O kadar metodik çalışan biri değilim. Ayrıca, araştırmacı da değilim, mucit de. Fakat bir şeyler denemekten korkmam. Deneyebileceğimiz bir şey görürsem, bunları araştıracak kadar kendime güvenirim. Bazen çok fazla çaba gerektirse veya aşırı tehlikeli olsa da, yeni fikirlerde de aynı durum söz konusudur. MOMA’daki yapıyı ele alalım: Cage sans frontiers (Sınırları olmayan kafes), paslandırılmış çelikten yapılmış, 38,5 metre uzunluğunda, 5 metreden fazla yüksekliğe sahip, müzenin International Council Galerisini baştanbaşa kaplayan, “8” şekline benzeyen bir yapı. Sonuçlarının nereye varacağını bilsem, buna hiç başlamazdım. Bu, her şey için geçerli. Bunu yapabilmek için yeterince meraklı ve ilgili olmalısın.
MOMA ve Pompidou gibi önde gelen kuruluşlarda gerçekleştirdiğiniz retrospektiflerin ardından, kendi fikirlerinize olan inancınız, daha da arttı mı?
Destek oluyor tabii. Şüpheye düştüğünde ve kendine “Ne yapıyorum? Bu ne? Neden ilginç? Çekilen zorluklara değer mi?” diye sorduğunda Pompidou Center ve MOMA’daki retrospektifleri hatırlatıyorsun kendi kendine. Özgüven, insanlara özellikle mimarlık alanında daha yüksek müsaadeler veriyor, mimari özgüven insanı yetkilendiriyor.
İnternet’teki sitenizde mimari eserleriniz, stüdyoda ürettiğiniz parçalar ve sergileriniz hakkında bilgiler var, fakat seri üretilen işlerinizle ilgili bir bölüm olmaması dikkatimi çekti. Bunu özellikle mi yaptınız? Endüstriyel tasarımcı olarak yaptığınız işleri geride bırakmaya mı çalışıyorsunuz?
Hayır, web sitesi sübjektif. Nelerle uğraştığımı göstermek için, bir ilan tahtası gibi. YouTube’da MOMA’daki enstalâsyonla ilgili Oh The Farmer and the Cowman Should Be Friends isimli bir videomuz da var.
Şimdi, Stüdyo Parçaları olarak isimlendirdiğiniz işleri, sanat galerilerinde sergileyen bir sanatçısınız. Tasarımcılara eleştirel olarak bakıldığında, tasarımcıların müşterileri için değil de kendileri için üretim yapmasının, bu zahmete değdiğini düşünüyor musunuz? Daha genç tasarımcılara bunu tavsiye eder misiniz?
Gençlere ne yapmak istiyorlarsa, tam olarak onu yapmalarını tavsiye ederim. Eğer endüstri için tasarım yapmak istiyorlarsa ve endüstri de onları istiyorsa, bu harika bir şeydir. Benim sevmediğim, tasarım sanatı olarak adlandırılan alan. Bu bir moda gibi, giderek daha çok kişiyi ve hatayı peşinden sürüklüyor.
İşinize bağlılığınız ve yaptığınız şeylerin ekonomik boyutu da düşünüldüğünde, daha büyük mimari görevler almakla ilgilenir misiniz?
Asıl konu, işin büyüklüğü ya da küçüklüğü değil. Yapmaya değecek veya ilginç bir kapsamı olan işler almak.
Bugünlerde, yapmaya değecek, ifadesinin tanımı nedir sizin için?
Son derece yeni bir şeye ulaşmamı sağlıyorsa ve aynı zamanda iyi ve eğlenceliyse, yapmaya değer. Mimari sadece benim için değil, diğer insanlar için de eğlenceli olmalı, bunlar da yaptığınız binanın parçalarıdır.
Son olarak, dünyanın Doğu tarafındansınız. 21. yüzyıla nüfuz etmeye çalışan Yakın Doğu Kültürü’nde sizi çeken bir şeyler var mı? Buraların titreşimi, sizi heyecanlandırıyor mu?
Marakeş’te bir villa yapıyorduk. Büyük bir proje. Şehri, insanlarını, zanaatkârlarını daha yakından tanımak için ve bununla ilgili son kararı vermek üzere müşteriye gittiğimizde, onu sürekli olarak ikaz etmem gerekti, “Biliyorsun, bunlara benzer bir şey olmayacak. Bunlar gibi bir şey istiyorsan, başka birini bulmalısın.” O da hep 'Biliyorum, biliyorum,' dedi. Bu binayı tamamlamak için çok sayıda işçi kullandık, onların yeteneklerinden faydalandık, fakat mevcut üslupların taklitlerini yapmak beni ilgilendirmiyor. “Doğulu” eserler vermek ilgimi çekmiyor. İstanbul’a gelmiş olsaydım, bunu bu şekilde yapmazdım.
Comments