Soy, bugün Türkiye’de de Dünya çapında da bakır mutfak ürünleri denilince akla gelen en önemli markalardan biri. Geniş bir mutfak ürünleri gamına sahip olan Soy markasının kurucusu Emir Ali Enç ile, gençlik yıllarında bakır dövmeyi nasıl öğrendiğinden bugün markasının geldiği yere dek uzanan geniş bir sohbet gerçekleştirdik
Röportaj: Liana Kuyumcuyan
Emir Ali Enç
Soy markasını kurmadan evvel kişisel merakınız sebebiyle bakır ile çalışmaya başladığınızı biliyoruz. Öncelikle sizi bu zanaate iten hikâyenizi ve Suriye’de kimlerle, nasıl çalıştığınızı, yani bir nevi çıraklık döneminizi dinleyebilir miyiz?
Mutfakta yemek yaptığımda bakıra merakım vardı zaten. En sevdiğim tencere sadece ahtapot pişirmek için kullandığım, annemin ve babamın İran görevleri sırasında aldığı bir armudi tencereydi ve tam bir sanat eseriydi. Evimizde bir sürü başka bakır parça da vardı tabii ki, ama o tencere hepsinden farklıydı. Bu yüzden genç bir delikanlıyken hep bakırcı olmak istemiştim: Böyle bir eseri ellerimle yapabilmek ve zanaatimi benden sonra gelecek kuşaklara aktarabilmek için.
Halep’te imbikler, büyük helva kazanları ve diğer endüstriyel kullanım amaçlı bakır ürünler gibi büyük parçalar konusunda en ihtisaslı yerlerden birisi olan meşhur Kalealtı Çarşısı’nda bulunan Aşur Bakırcılık’ta 24-25 yaşlarında çırak olarak işe girdim, bana eğitim veren ustam şu anda da fabrikamızdaki çekiç ustası olan Hacı Ahmet Habbaze’ydi. Bana işi öğreten diğer kalfalar benden yaşça küçük olan ama inanılmaz yetenekli olan Abdül Vahap ve Muhammed kardeşlerdi.
Suriye’de en ilgimi çeken şeylerden biri lüks -ve orta seviyeli hatta neredeyse bütün- lokantaların tezgahtan ocaktaki tencereye kadar, yani tabiri caizse yerden göğe kadar, bakır ile kaplı olmalarıydı. Ben orada yaşarken Suriye, kültür olarak bakırı son derece benimsemiş ya da daha doğrusu bırakmamıştı. Baklava, kadayıf, künefe gibi geleneksel tatlılar sadece bakırda yapılıyordu, tepsiler bakır olmazsa yapılmıyordu.
Keşke Türkiye’de de böyle olsaydı diye gıpta etmedim diyemem.
Bakırı öğrenmek için uzunca bir süreliğine taşınmışsınız. Bu kararı nasıl verdiğinizi merak ediyorum, sizi bu yolculuğa iten sebep neydi?
Tabii ki bu işi ilk olarak Türkiye’ de öğrenmek istediğim için rotam ilk Antep ve Maraş olarak şekillendi. Maalesef Türkiye’de sanayileşmenin de getirmiş olduğu bir zanaat bilgisi kaybından ötürü eski bakırcılığın yitip gitmiş olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bu nedenle, eğer bu işi gerçekten öğrenmek istiyorsam en yakın ve büyük bakırcılık merkezi olan Suriye’ye taşınmaktan başka çarem yoktu. Diğer bir seçenek İran’dı ama o zamanlar İran’a çok yabancıydım. Ayrıca Suriye’deki yaşam rahatlığı dünyanın hiç bir yerinde yoktu.
Soy'un izniyle
Bu süreçte ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Açıkçası hayatımın en mutlu zamanlarını Suriye’de geçirdim. Biliyorum, inanması güç ama 1950’li yılların Amerika’sına benzer bir bolluk vardı. Ben çırak olarak aylık 16.000 Suriye Lirası alıyordum, o zamanki parayla 450 TL’ye tekabül ediyordu. Domatesin kilosu 4 SL idi. Dışarıda dört kişinin harika bir yemek yemesi alkol dahil 500 SL gibi bir paraydı, yani inanılmaz ucuz ve kaliteliydi. Piyasada hiç bir tağşiş yoktu. En kaliteli tereyağı, zeytinyağı ve yoğurt herhangi bir bakkalda rahatça bulunuyordu. Aynı zamanda zanaate de önem veriliyordu. Taş ustaları, dövme demir ustaları, bakırcılar hem rakam olarak çoktu, hem de iyi kazanıyorlardı.
Bakır dövmeyi öğrendikten sonra ilk tam olarak bitmiş ürününüz neydi hatırlıyor musunuz?
Evet. Anneme hediye etmek için küçük bir vazo yapmıştım.
Malzemeyi öğrendikten Soy markasını kurana dek geleneksel üretim biçimlerinin arasına sızmak için nasıl bir yaklaşım benimsediniz?
Açıkcası bizim amacımız her zaman geleneksel yöntemlerle üretim yapmaktı, malzemeyi tanıdıkça zaten en kaliteli ürünün sadece el üretiminden elde edilebileceğini görüyorsunuz. Makinede üretilen bakır hiçbir zaman aynı sertlikte olmuyor, yani profesyonel kullanım için uygunluk arz etmiyor. Avrupalı rakiplerimizin yapmış olduğu gibi preste basılmış bir tencere, bakırın en büyük eksisi olan yumuşaklığını taşır, ama elde dövülmüş bir bakır tencere şeklini en sert profesyonel kullanımda dahi (dövme işlemi bakırı %370 kadar sertleştirdiğinden) asla yitirmez.
Soy markasını kurma süreci nasıl gerçekleşti? Marka ilk başladığında nasıl bir ürün gamınız vardı? Siz bu üretim sürecinin ne kadar içerisindeydiniz?
İstanbul’a döndükten sonra Kapalıçarşı Tığcılar Sokak’ta küçük bir atölye tuttum ve çekiçte ben, kulplarda ise hala yanımzda çalışan ustabaşımız Erol Usta ile bir-iki prototip ürün ürettik. O dönem başıma konmuş olan iki büyük talih kuşu oldu: İlki o zamanlar Kim Milyoner Olmak İster adlı yarışmaya katılıp belli bir miktar sermaye çıkarmış olmam, ikincisi ise İsviçre’de yaşayan bir Fransız şefin ürünlerimi çok beğenip Lozan’ın kırsalındaki şatosunun mutfağını Soy ile döşemesi olmuştur. Sonrası ise her kobide olduğu gibi inişli çıkışlıydı, ama önemli bir noktamız 2013 yılında Vice Tv’nin hakkımızda yaptığı 22 dakikalık belgesel olmuştu. Ondan sonra dünyadaki tanınırlığımız belli bir yere ulaştı.
Şu anda marka nasıl bir ekip ile yürütülüyor? Sizinle birlikte markanın tasarımından üretim aşamalarına dek kimler, nasıl yer alıyor?
Artık yönetimin ve üretimin her katında profesyonel bir ekibimiz var. Açıkçası en son 3 yıl önce bir çekiç attım, o da bir prototip ürün içindi. Üretim, yönetim, kalite kontrol, pazarlama konusunda ve operasyonlarda artık profesyonellerle çalışmaktayız.
Şu anda markanız ne durumda? Yurtdışında bakır mutfak ürünleriniz nasıl karşılanıyor?
Markamızın 14. senesine ulaştık ve satışlarımızın %90’ından fazlasını yurtdışı siparişleri oluşturuyor. Şahsen markanın bilinirliğinden memnunum, ama sektördeki profesyonellere sorarsanız, Soy’u anlatırken gözlerinde oluşan parlama bizim için zaten durumu özetliyor.
Soy'un izniyle
Mutfak aletleri ve yeme ürünleri bağlamında Türkiye’deki tasarımları nasıl buluyorsunuz? Özellikle bu kadar geniş bir malzeme yelpazesinde ustalaşmış birçok zanaatkarın olduğu bir yerde genç tasarımcılara ne önerirsiniz?
Türkiye’de ben sektöre girdiğimde, yani 2010’lu yılların başında, Türkiye -birkaç belli başlı markayı tenzih ederek söylüyorum- özgün tasarımın olmadığı, ama yabancı firmaların ürünlerinin umarsızca kopyalandığı, etik değerleri açısından düşük bir pazardı. Ama aynı 2010’ların Türkiyesi güzel sanatlar, endüstriyel tasarım gibi bölümlerden mezun, son derece parlak ve yetenekli gençlerle doluydu. O zamanlarda bizim sektörün buluşma noktası olan fuarlarda ve çeşitli sanayi odalarında, bu gençlere büyük endüstriyel firmalar tarafından yabancı markaları kopyalamak yerine kendi özgün tasarımlarını oluşturabilmek için bir şans vermeleri gerektiğini, bazen acı ve kırıcı bir şekilde sürekli savunmuşumdur.
2020’lere geldiğimizde 10-15 yıl öncesine göre çok daha gurur verici bir tablo ile karşılaşıyoruz. Ayrıca üç boyutlu yazıcı gibi teknolojilerin artması ve gündelik hayatımıza girmesi ile de bir çok tasarımcının önü çok daha açık.
Tavsiyem ise daha cesur ve özgün olmaları. Kopya değil emek ile ilerlesinler, üretimin içine girmeye çekinmesinler, gerekirse taş krımayı, gerekirse mükemmel şekilde demir dövmeyi öğrensinler. Ben kendimi bir tasarımcı olarak görmüyorum, ama Türk tasarımcıların son derece takdiri hakkettiğini düşünüyorum. Benim çıkardığım ürünler tamamen fonksiyon odaklı endüstriyel ürünler aslında, o yüzden kendi tecrübemden yola çıkarak tasarımcıların aynı zamanda ciddi bir zanaat sahibi olmalarını öneriyorum. Bu bilgi sayesinde kalplerindeki ürün şeklini nasıl dünyaya getireceklerini bilirler.
Kendi mutfak pratikleriniz ile Soy markası arasında kesişimler var mı? En çok sevdiğiniz mutfak ürünü nedir?
Ben çocukluğumdan beri yemek yapmayı çok seven biriyim. O nedenle de bütün Soy ürünlerini önce kendim için yapıyorum. En sevdiğim bir ürünü seçemem, bu soru “Hangi çocuğunu daha çok seviyorsun?” gibi benim için.
Sizin ve Soy markasının gelecek planlarında neler var, öğrenebilir miyiz?
Tabii ki dünyanın daha fazla noktasında, daha fazla şefin mutfağında olmak hem Soy’un hem de benim ortak hedefimiz.
Comments