top of page
Emel Gülşah Akın

Ayrılan ya da kesişen noktalarda

Çeşitli konuları toprak kavramı üzerinden yeniden düşünmeyi öneren Sakin Topraklar, 31 Ağustos 2024-11 Mayıs 2025 tarihleri arasında Yasemin Ülgen’in küratörlüğünde Eldem Sanat Alanı’nda gerçekleşiyor. Sergi vesilesiyle bağımsız oluşumlara ve küratörlüğe bakışına dair Ülgen ile konuştuk

 

Röportaj: Emel Gülşah Akın


Yasemin Ülgen. Fotoğraf: Flu Foto (Elif Çakırlar, Barış Aras)


Öncelikle Yasemin, seni biraz tanıyabilir miyiz?


Tabii ki. Son 15 yıldır sanat alanında farklı oluşumların parçasıyım ve bir yandan da kar amacı gütmeyen kurumların sergi departmanlarında görevler aldım. Şu sıralar farklı yerel ve uluslararası sanat projeleri için çalışıyorum. Lisansımı Kültür ve Sanat Yönetimi’nde okurken bir yandan da sanatın farklı alanlarında deneyim edinme şansım oldu. O dönem hem görsel hem de sahne sanatları anlamında İstanbul’un çok iyi bir dönemiydi. 2009’da Türkiye’nin en önemli sanatçı kolektifi diyebileceğim Hafriyat’ın Karaköy’deki mekanında asistanlıkla başladım. Garajİstanbul, Garanti Platform, Pozitif gibi sanatın farklı alanlarında dönemlik çalışmalarımın ardından Berlin’de ağırlıklı olarak Türkiye’den sanatçıların işlerinin sergilendiği TANAS’ta ve Danimarka’nın Møen Adası’nda yer alan Kunsthal 44Møen’de her iki mekanın da yöneticisi olan René Block’la birlikte çalıştım. Ardından İstanbul Modern’in Küratöryel Departmanı’nda 5 yıl görev aldıktan sonra Pera Müzesi’nde yaklaşık 6 yıl kadar süreli sergilerin proje yöneticisiydim. Son olarak SAHA Derneği’nde Türkiye ve yurtdışındaki üye programlarını hazırladım. Dediğim gibi, bir yandan hep bağımsız oluşumların içindeydim. Kolektif düşünme, birliktelik, arkadaşlık, dayanışma ve bağlar kurma hep kafa yorduğum konular. Gezi öncesinde Ender Özer’le birlikte yaptığımız teorik atölyelerde karşıt kamusallıkların olası birlikteliği ve estetik politik eylem konularına odaklandık. Bu aynı zamanda politik ekoloji alanında araştırmaya ve çalışmaya başladığım dönem. Gezi’yle birlikte esas ilgi alanım çevre mücadelesi ve bunun toplumsal ve kültürel etkileri oldu. Yüksel lisansımı da Sosyoloji Bölümü’nde ekoloji mücadelesinin sanatla olan ilişkisine baktığım bir tezle bitirdim. Tam da bu dönemde Serkan Kaptan ve Ayşe Ceren Sarı ile ekoloji ve sanat alanında çalışmalar yürüten birbuçuk kolektifini kurduk. İçinde bulunduğum bir diğer bağımsız oluşum ise ANATOPIA. Aslıhan Demirtaş, Dilşad Aladağ ve Eylül Şenses’le birlikte ANATOPIA’da, yaşadığımız coğrafyanın hikayelerine yeniden baktığımız üretimler yapıyoruz.

 

Bağımsızlara olan ilgin, kurumsal alandan sonra nasıl bir kayış sürecine vesile oldu? Bağımsızların anlam yarattığına inandığın için mi onlarla çalışıyorsun yoksa destek olabilme gücün olduğundan mu bu işi yapıyorsun?


Aslında bu ikisi aynı anda yaşanıyor. Türkiye gibi bir ülkede kurumların varlığı ve devamlılığı çok önemli. Aynı anda bağımsız oluşumların içinde yer almak da kritik. Her iki alanın farklı dinamikleri olsa da bu ikisinin bir arada ilerlemesi sanat ekosistemini olumlu etkiliyor çünkü birbirlerini dönüştürüyorlar. Bağımsızların sözlerini kurumsal yapılarda duyurması, alışılagelmiş ve standartlaşmış tavırları esnetmesi, dönüştürmesi gerekiyor.


Bahsettiğimiz kurumlar büyük çapta kapsamlı sergilerin ve etkinliklerin düzenlenmesi için ihtiyaç duyulan yapılar, özellikle Türkiye’de. Sosyal dönüşüm ve kültür politikaları konusunda ise kritik pozisyondalar. Bunun yanında birbuçuk gibi bağımsız yapılar özgün ve özgür yapılarıyla hiyerarşinin olmadığı birlikte düşünme ve üretme alanları. Bunlar bir örgütlenme ve yan yana gelme biçimi yaratıyorlar, kurumlarda olmayan esneme ve yayılma alanları var. Özetle her iki alanı da önemsiyorum ama esas odağım bağımsızlarda. 

 

Sakin Topraklar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Flu Foto (Elif Çakırlar, Barış Aras)


Bağımsızlara olan ilginle ekolojiye olan merakın birleşiyor ve birbuçuk’ta buluşuyor, değil mi?


Evet, tam olarak öyle. birbuçuk’u kurarken kamusal sanatın karşıt kamusallıklarla ilişkisi üzerine çalıştık ve sanat nesnesinin bu bağlamdaki pozisyonu üzerine düşündük. Sanat aracılığıyla farklı toplulukları bir araya getirip yeni dinamikler, yeni ilişkiler ve yeni diller ortaya nasıl çıkabilir? Bu karşılaşmalarda asıl önemli olan ortaya çıkan sanat nesnesinden ziyade süreçteki estetik deneyim olabilir mi? Tam da bu soruların kafamda döndüğü ve politik ekolojiyi derinlemesine çalıştığım dönemde birbuçuk doğdu. Kolektifi birlikte kurduğumuz Ayşe iklim ekonomisti, Serkan ise çevre bilimci ve ikisi de aynı zamanda sanat alanında üretimde bulunuyor. Bir gün bir dost sohbetinde hem sanat alanında hem akademi ve mücadele alanında aynı meselelerin konuşulduğunu ama bu alanlardaki insanların birbirlerini tanımadığını fark ettik. Uzun süren bir çalışmanın ardından 2017’de bu bahsettiğim alanlarda sözü olan kişi ve toplulukları bir araya getirdiğimiz kapalı toplantılara başladık. Politik ekolojinin konularını çeşitli başlıklar altında konuştuğumuz, kişiselden toplumsala uzanan bir bakış açısıyla paylaşımların yapıldığı sohbet alanları tasarladık. Bir süre sonra yarı açık ve kamusal etkinlikler de organize ettik. 2019 yılında 16. İstanbul Bienali’nin kamusal programı kapsamında 40’tan fazla katılımcının bulunduğu Sindirim programını düzenledik. Pandemiyle birlikte ritmimiz ve formatımız dönüştü. Benim de organizasyon komitesinde yer aldığım, 2021 yılında çok değerli bir tarihçi olan Mehmet Kentel’in öncülüğünde düzenlediğimiz İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ve Pera Müzesi ortaklığında gerçekleşen İstanbul Unbound: Environmental Approaches to the City (Bendine Sığmayan İstanbul: Kente Çevresel Yaklaşımlar) başlıklı uluslararası konferans oldukça başarılıydı. birbuçuk olarak, konferans kapsamında hazırladığımız 29,9 km başlıklı video programda sanatta, akademide ve toplumsal hareketlerde aktif rol üstlenen kişilerin ve kolektiflerin bir araya gelerek ürettiği videolar aracılığıyla günümüz İstanbul’una bambaşka perspektiflerden baktık. Farklı disiplinlerin bir araya gelişiyle ortaya çıkacak yeni dilleri, arkadaşlıkları ve ortaklıkları aramaya hala devam ediyoruz.

 

Bu süreç senin küratörlük yolunu nasıl etkiledi?


Bir konuya birden fazla açıdan nasıl bakılabilir? Cevabını aradığım soru bu. Gündelik hayatta hepimizin temas ettiği bir konu, kavram ya da bir mesele birbirinden ayrılan ya da kesişen perspektiflerde nasıl ele alınabilir? Küratörlük bir hikâye anlatıcılığı aslında. Sanatçıların farklı formlarda anlatıya dönüştürdüğü hikâyeleri yan yana getirerek yeni bir kurgu oluşturmayı deniyorum. Olabildiğince farklı alanları bir araya getirmek gibi bir derdim var.

 

Şu an sergilenmeye devam eden ve daha önce küratöryal aşamalarında yer aldığın sergileri anlattığın perspektifle ele alıyorsun zaten. Aşkın Ercan’ın Ankara Goethe Enstitüsü’ndeki sergisi mesela. Bu süreçler nasıl gelişiyor? Sanatçılarla nasıl ilerliyorsunuz?


Aşkın’la İstanbul Bienali Çalışma ve Araştırma Programı (ÇAP) aracılığıyla tanıştık. Bu program kapsamında yaklaşık bir yıl süren yoğun çalışma sürecinde birbirimizi daha da yakından tanıdık ve ortak dertlerimizi keşfettik, çalışmaları bir sergiye dönüştürmeye karar verdik. Aşkın farklı mecralardaki üretimlerinde su meselesine odaklanan bir sanatçı. Birlikte 2023 yılının sonunda Goethe-Institut Ankara Galeri Vitrin için ürettiği Gezegende Sihir Varsa O da Suyun İçinde sergisini yaptık. Yerleştirmesinde Aşkın, toprağa ulaşamayan suya, felaket, mülkiyet ve şiddet kavramlarına bir arada bakıyordu. Sergi mekânı ise bir vitrindi ve Goethe-Institut’nün Ankara’nın merkezinde dışarıyla ilişki kurduğu bir alan niteliğindeydi. Hem mekânın dışarıya bakışı hem de Aşkın’ın işindeki Ankara konusundan yola çıkarak sergi kapsamında Sudan Konuşmalar başlıklı konuşma etkinliği organize etmeye karar verdik. Su meselesine ekoloji, iklim krizi, kent-kırsal ilişkisi, kirlilik gibi çerçevelerde baktığımız ve işin uzmanlarının katılımıyla sekiz oturumdan oluşan, tüm gün süren bir program hazırladık.

 

Onu da sormak istiyordum. ANATOPIA’dan bahsedebilir misin biraz?


ANATOPIA bir yaşını yakın tarihte doldurdu. Aslıhan Demirtaş, Eylül Şenses ve Dilşad Aladağ ile bir süredir birlikte çalışıyoruz. Hepimizin ortaklaştığı ve ayrıldığı alanlar var. Bu alanlardaki kesişimleri birlikte genişletiyoruz. ANATOPIA olarak ürettikçe derinleşmek, onarmak ve umutlanmak istiyoruz. Bu ihtiyaçlardan ortaya çıkan bir birliktelik yaratıyoruz. Yaptığımız ve yapacağımız işlerde konularımızı farklı seslerle ele almak gayemiz.


Birlikte ürettiğimiz ilk iş Dilşad’ın bu sene Bayetav’da Akdeniz kıyılarındaki kırsal modernleşme sürecini ele alan Mahsul Projesi’nin bir parçasıydı. ANATOPIA olarak, Renk isimli sesli yerleştirmemize farklı hassasiyetten kişileri kurgu anlatılardan seçtikleri bölümleri okumaları ve kaydetmeleri için davet ettik. Bu ses kayıtları KHORA’dan Aslıhan Demirtaş ve ekibinin tasarladığı yerleştirmede bir araya geldi. Her ses hem tekil olarak orada duruyor hem de işten birkaç adım uzaklaştığınızda bunlar çoklu bir sese dönüşüyor. Bu sesler mekânda bir araya geldiklerinde bambaşka bir deneyim yaratıyorlar. İşe yaklaştığımızda ise, sese dönüşen metinler üzerinden geçmişe, edebiyattaki anlatıya kulak veriyoruz. Bugün olduğumuz yere, yakınımıza bakma ve seslere kulak verme ihtiyacından çıktı bu iş ortaya belki de.

 

Sakin Topraklar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Flu Foto (Elif Çakırlar, Barış Aras)


Bahsettiğin konuların, birlikte çalıştığın isimlerin ve daha fazlasının da dahil olduğu Sakin Topraklar projesinden bahsetmek istiyorum.


Sakin Topraklar sergisinin hikâyesi Mersin’de başlıyor. Mersin'de her yıl Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Mersin Şubesi'nin yürütücülüğünde, D5 Sanat Ortamı koordinatörlüğünde düzenlenen Circular Çevre ve Sanat Etkinlikleri’nin 5. edisyonunun küratörü olmak üzere davet aldım. 2023 yılında yaşadığımız çevre felaketleri ve özellikle 6 Şubat depremlerini odağımıza aldığımız için konuyu Toprak olarak belirledik. Mersin, depremden fiziksel olarak bir zarar görmese de ekonomik ve sosyal olarak etkilenen şehirlerden biri. Bu bağlamdaki toplumsal dönüşümleri, Mersin ve Çukurova’nın toprakla kurduğu ilişkiyi düşününce bu konuyu serginin merkezine aldık. Bir diğer yandan toprak imgesi kadim Anadolu'nun Batı ve Doğu arasındaki gerilim hatlarının ve uygarlıkların bu bağlamda çatışma, iletişim ve bir arada olma zeminini de temsil ediyor. Mersinli sanatçılar ve kolektiflerle birlikte farklı şehirlerden toplam 46 katılımcısı olan bir sergi ve etkinlik programı hazırladık.

 

Eskişehir ile nasıl bir bağlantı kurdunuz?


Mersin'deki sergi tamamlandıktan sonra, sevgili Esra Eldem’le iletişimdeydik ve sergiyi Eskişehir’de, Eldem Sanat Alanı’nda göstermek üzere kendisinden davet aldık. Bu sergi her ne kadar Mersin’in geçmişi ve şimdiki sosyopolitik durumundan esinle ortaya çıkmış olsa da konusunun toprak olması itibariyle Anadolu’nun farklı meselelerine yakından bakıyor. Bu sebeple serginin başka bir şehirde daha gösterilmesi çok anlamlı oldu. Sergide ufak değişiklikler yaparak Dalyancı Konağı’na uyarladık. Bu kez 20 sanatçıyla sergi Sakin Topraklar başlığında izleyiciyle buluştu. Eldem Sanat Alanı’na sergi öncesinde çalışmak için geldiğimizde her şey beklenmedik bir şekilde çok iyi ilerledi. Mekân adeta bize kucak açtı. İşlerin her biri sırasıyla yerini buldu. Bazı işleri ise Eskişehir’e göre değiştirdik. Örneğin Türkiye Flora Araştırmaları Derneği Mersin’deyken oranın endemik ve kültür bitkilerinin resimleri sergilenmişti. Eldem Sanat Alanı’nda ise, Eskişehir ve çevresini çalışan uzman botanikçi ve bitki ressamlarıyla bu bölgenin bitkilerinin çizimleri sergide yer aldı. Bu gibi küçük değişikliklerle serginin şehirle farklı bağlarını kurduk. Toprağın sakinleri olarak geçmişten bugüne onunla kurduğumuz bağlara ekolojik, toplumsal, politik ve kültürel bağlamda yeniden bakmayı öneren sergi dokuz ay boyunca izleyiciyle buluşacak. Şu sıralar ise sergi kapsamında yapacağımız kamusal etkinlikler üzerine çalışıyoruz.

 

Sakin Topraklar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Flu Foto (Elif Çakırlar, Barış Aras)


Kamusal etkinliklerden bahsetmeden önce, biraz da senin küratöryal pratiklerine değinmek istiyorum. Zamanla bu alanda sende belli bir bakış açısının oturduğunu düşünüyorum. Elbette sanat her zaman değişime açık ama görüyorum ki, senin küratöryal açıdan “Ben bunu böyle yapmayı seviyorum” dediğin bir tarzın oluşmuş. Bildiğimiz gibi küratör, eseri koruyan ve belli bir bağlam içinde sunan kişidir. Ayrıca izleyicinin eseri kendi hisleriyle en iyi şekilde anlaması için bir alan sağlayandır. Sen bu konulara nasıl yaklaşıyorsun? İnsanların senin gördüğün gibi görüp görmediğini merak ediyor musun? Düşünce sürecin nasıl ilerliyor?


Konuya çalışırken olabildiğince sanat dışından bakış açılarını da araştırmaya ve anlamaya çalışıyorum. Bu konuları dert edinmiş, işlerini benzer bakış açılarıyla üreten sanatçılarla birlikte çalışıyoruz. Birlikte düşünüyoruz ve işler arasında ilişkiler bu yolla ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kesişen hikâyelerle yepyeni bir anlatı da kurmuş oluyoruz. Her sanatçının işinin ayrı ayrı ve doğru bir şekilde aktarılması önemli. Grup sergilerinde işlerin hem tekil hem de birlikte seslerinin olması üzerine çalışmak işin en keyifli kısmı.


Sergilerdeki yardımcı metinleri, işlerin ziyaretçiler tarafından daha derinlikli anlaşılması adına önemsiyorum. Bazen metin olmadan o işlerle ilişki kurmak zor olabiliyor. Sergilerde sanatçının pratiği, işin teknik detayı ve hikâyesi hakkında bilgi verilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Elbette metnin olmadığı sergiler de başka bir deneyim alanı. Ancak metinlerle birlikte serginin düşünme alanının genişlediğine inanıyorum. Sanatın veya sergilerin işlevi bu mudur diye konuşabiliriz ama sanatın bu tartışmalara zemin hazırlama potansiyeli beni heyecanlandırıyor. Bu tür düşünme alanları politik bir bağlamda yeni dostluklara ve örgütlenmelere vesile olabiliyor.  

 

Şunu da merak ediyorum; müze deneyimlerinde de koleksiyon eserleri veya sanatçıların eserleri ile karşılaşmışsındır. Sanatçı eserini yapar ve küratör genelde bu eserler üzerinden bir bağlam üretir. Ancak sen sanatçı, hikâye ve ziyaretçi arasında daha derin bir bağ kurmak istiyorsun sanırım. Yani ziyaretçilerin sadece gördükleriyle kalmayıp, sanatçının üretim motivasyonunu da anlamalarını önemsiyorsun.


Evet, kesinlikle. Sanatı sanatçılardan öğrendiğim için onları dinlemeden, yorumlarını almadan sergi yapmak bana pek doğru gelmiyor. Elbette, küratöryal olarak yeni okumalar yapılabilir, farklı işler yan yana geldiğinde yeni anlamlar ortaya çıkabilir ya da izleyici kendi yorumlarını yapabilir. Öncelik sanatçıda olmalı. Küratörlerin sanatçıların alanlarını genişletmek ve işlerin daha anlaşılır bir şekilde sunmak gibi bir rolü var.

 

Sakin Topraklar, Sergiden görünüm. Fotoğraf: Flu Foto (Elif Çakırlar, Barış Aras)


Türkiye’de "küratörlük" terimi oldukça fazla kullanılıyor ve birçok şeyi kapsıyor. Bazı insanlar, "Eserleri bir araya getirmek küratörlük değildir" diyor. Diğerleri ise bunun daha geniş bir tanımı olduğunu savunuyor. Sanatın ne olduğu sorusuna verilen cevaplar kadar geniş bir yelpazeye sahip küratörlük. Sen bu perspektifte kendini nereye koyuyorsun? Küratörlük üretimin var, aynı zamanda sanatçı kimliğin de var. Bu iki alanın iletişim kurmasını nasıl değerlendiriyorsun? Küratörün rolü üzerine genel bir düşüncen var mı?


Sanatçı demek doğru olmayabilir. İçinde bulunduğum kolektiflerdeki rolüm alanlar arasında kesişimler yaratmaya çalışmak. Sanatçılarla birlikte üretiyorum diyelim. Küratörlerin ise daha önce de söylediğim gibi rolünün hikâyeyi genişletmek ve yan yana gelen işlerle düşünme alanlarını derinleştirmek olduğunu düşünüyorum. Sanatçılarla çalışırken üretim süreçlerine ve işlerine dair birlikte kafa yormak, belki o işlere yeniden ve yeniden bakmalarına vesile olmak olabilir.  

 

Yani terapi gibi biraz, değil mi?


Evet, karşılıklı sorular sorarak ele alınan konuyu katmanlandırmak belki de. Sözlerin sahibi sanatçılar olsa da farklı bir bakış açısıyla tekrar bakmayı denemek. Yan yana durarak, birlikte yeni bir şey keşfetme çabası. Bu da sanırım insana en iyi gelen kısmı.

 

Gelecekteki projeleri de konuşalım biraz istersen.


Kolektiflerdeki çalışmalarımızın yanı sıra Ekim ayının sonunda ve Kasım ortasında, İstanbul Unbound: Environmental Approaches to the City konferansı kapsamında hazırladığımız 29,9 km programında yer alan Mizantropi: Kartalın İstanbul’u ve Calx ruderalis subsp. Istanbulensis videoları Bilsart’ta gösterilecek. Aynı zamanda Yapı Kredi Galeri’nin güncel sergisi Yeryüzü Halleri sergisi için Fevzi Özlüer’le birlikte kapsamlı bir kamusal program hazırlıyoruz, o da Mart ayının sonuna kadar devam edecek.

Commentaires


Les commentaires ont été désactivés.
bottom of page