top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

Avuç içinde açan çiçekler


Sanatçı Ekin Su Koç’un çalışmalarındaki ana tema; insanın psikolojik olarak bölünmesi, parçalanması ve bu aykırı parçalardan yeni, kendine özgü bir bütün oluşması. Yani çalışmalarında bu yüzden kolaj tekniğini kullanması bir tesadüf değil. Koç, “Benim için bu psikolojik yapıyı en net ifade eden işler, böyle ürettiğim çalışmalarda çıkmaya başladı.” diyor.

Ekin Su Koç

Çalışmalarını izleyen izleyicinin tuhaf bir huzur bulmasını isteyen sanatçı; henüz çözülmemiş, bir sürü gizle dolu psikolojimizle, aynı çalışmalarındaki gibi, ancak bölük pörçük bir dünya oluşturabildiğimizi fark etmemizi istiyor. Ulaşmak istediği noktayı “Bütün yargılarımızı oluştururken, önce durup içimizi ve dışımızı şekillendiren parçalara bakalım ve hepimizin garip yaratıklar olduğumuzu bir görelim, sakinleşelim istiyorum kısacası.” olarak ifade ediyor ve ekliyor “Aile kavramı, bazen kadın, cinsellik ya da güncel toplumsal olaylar üzerinden, hepsinde aynı karmaşayı ve giydirme parçalar ile oluşmuş yargıları görüyorum. Bunları düşündükçe zihnimde oluşanları garip bir formları, ilginç bir bütün haline getiriyorum, kuvvetli bir görsel oluşturmaya çalışıyorum.”

Anna Laudel Contemporary’nin, 25 Ağustos’a kadar sürecek olan “Rooms & Walls” isimli karma sergisi sanatçılarından Ekin Su Koç ile çalışmaları, sanat yaşamı ve izleyiciye anlattığı hikayeler hakkında konuştuk.

Nordic Clouds, Kağıt üzeri kolaj, Ekin Su Koç, 45x60 cm

Deniz aşırı ülkelerde, Danimarka’daki, Almanya’daki galerilerde harika işleriniz izleyiciyle buluşuyor Ekin. Bu genç bir sanatçı için nasıl bir duygu?

Heyecanlıyım. Her seferinde yeniden bir heyecan bir neşe oluyor içimde. Kendimi, içimdekileri, anayurdumdan getirdiklerimi, yabancı bir gözle farklı ülkelerde gözlemlediklerimi yeni insanlara anlatıyorum. Kolajlarımdaki siyah beyaz fotoğraflardan gülümseyen göçmenlerin hikayelerini, Osmanlı’ya ait bir motifle birleşen, yarısı var yarısı yok bir kadın bedeni üzerinden doğduğum toprakların güncel gerilimlerini aktarıyorum.

Sergilemenin yanında, üretirken de etkileşim halinde olmak çok keyifli. Beynimin artık farklı yerlere göre farklı şekillerde çalışmaya başladığını hissedebiliyorum. 4 yıl Almanya’dan sonra şimdi de 8 aydır Danimarka’ya gidip geliyorum. Kuzeyde hayat gerçekten farklı. İstanbul’daki panik yaşayışımdan sonra burada sakinlik içinde anlatıyorum, üretiyorum.

Bu bağlantıları nasıl sağlıyorsunuz, genç sanatçılar sizin adımlarını izlesinler mi? Zor oluyor mu?

Genç sanatçılar artık zaten mezun olmadan bile yurtdışıyla bağlarını çok iyi kuruyorlar. Ben de lisans döneminde Erasmus Programıyla 8 ay İspanya’da yaşadım ama şimdi yurtdışına bakış daha farklı, daha hızlı gelişiyor her şey. Mesela dijital platformlarda kendilerini göstermek için daha büyük şansları var ve daha hızlı iletişim kuruluyor, hatta öyle ki bu platformlardan aldıklarını bizdeki oluşumlara bile hızla entegre ediyorlar. Handikaplarını da görüyoruz bunun bir açıdan tabii, bu konu etik anlamda başka bir konuyu açar şimdi… yani kısaca benim ya da bir başkasının adımlarının takibinden çok önce başka bir matematik kuruyor şimdiki mezunlar. Aslında özellikle İstanbul’da, kendini ifade etmek için birçok yeni proje alanı, yarışmalar, yeni galeriler vs. ortaya çıkmış olsa da günlük hayatın politize yükünden ve kısıtlı ekonomik potansiyel algısından dolayı yurtdışı toz pembe görünüyor bize. Zor oluyor mu diyorsun ya, benim deneyimlediğim toz pembe olmadığı. Belki sürekli şehir değiştirdim biraz da o yüzden hep sıfırdan başlıyormuş gibi hissediyorum bazen, ama şanslı bir insanım ben, bağlantılarım hep bir şekilde şansla geliyor bana, mesela gittiğim bir sergide mutlaka dikkatli bir küratörle tanıştırılıyorum, projeler denk geliyor, birisi bir “open call” söylüyor… İnsanlığın ortak kaygıları üzerinden evrensel noktalara eğilerek çalışmam da bir avantaj sanırım. Ortak bir dil gelişiveriyor.

Bent by Earth II, Tuval üzeri yağlıboya, Ekin Su Koç, 150x150 cm

İşlerinizin hikayelerinden, tekniğinizden bahsedelim mi?

Kendimden, doğduğum toplumda şekillenen bilincimden yola çıkıyorum imgeleri üretirken. Biraz da ülkeler arası gidip gelmelerde dikkatimi çeken karşıtlıklar ve benzerliklerle ilgili düşünürken buluyorum kendimi, bunlar yansıyor çalışmalara. Bu ara Bert Hellinger okuyorum bir de. Alman kültürü içinde yaşanan travmalara aile dizimleri üzerinden çözümlemeler geliştirmiş bir psikanalist. Toplumların içinden geçtiği, birbirine benzer yıkımlar karşısındaki tutumlarını ve aile özelinde, insanların bu toplumsal yüklerle nasıl baş ettiklerine dair örnekleri görüyorum. Kendimi de bu anlamda çözümlediğimde, yaşadığım sağlık sorunlarının anlamlarını ya da kendi toplumumdaki geleneksel bir yargının benim üzerimde yarattığı yükü daha iyi görüyorum.

Bu ara balık kılçığına taktım bunlara odaklandığımda mesela. Omurga sorunları yaşıyorum uzun zamandır ve hem batı deyişinde hem de bizdeki omurgalı olmak kavramını düşünüyorum. Omurgalı olmak bu kadar zor olmamalı diyorum içinden. Omurgalı davranabilmek için çok ciddi yükler taşımak zorunda kaldığımızı hissediyorum. Balık kılçığı da bunun sembolü oldu, dergilerden birinde karşıma çıktı geçen yıl, baktım ‘kırılgan ve hassas’ dedim, benim omurgam böyle güçsüz oldu artık, habire dik durmaya uğraşmam gerekiyor.

Sanki önceden böyle değildi, ülke üzerimize çöküyormuş gibi hissediyorum. Yine de batı toplumlarındaki insanlarda da benzer yükleri, tuhaf davranışları ya da bizde olmayan ama yine de tuhaf başka davranışları gözlemliyorum. Çalışmalarda bütün bunlar bazen sembolik öğeler üzerinden bazen çalışmaların isminde okunabilen ayrıntılarla izleyiciye yansıyor. Kısacası çok uzağa gitmiyorum çevremde olup bitenlerin psikolojik yansımalarını gözlemliyorum, hikayeler böyle oluşuyor.

Teknik olarak da, kağıt üzerinde kolajlarla başlıyorum işe. Atölyede küçük dergi dağcıklarım var. Çok seviyorum eski dergileri ve fotoğraf albümlerini karıştırmayı. Zamanda kayboluyorum. Yolculuklarda mutlaka dergiler topluyorum. Kafelerdeki yayınları kırpıyorum çaktırmadan. O mekâna, o güne ait şeyleri topluyorum bulunduğum şehirlerden. Kağıt üzerinde uzun süre geçirdikten sonra çıkan işler benim küçük boyutta çerçevelenmeye hazır eskizlerim oluyor. Sergi ya da projeye göre, bulunduğum yerde kalacağım süre uzunsa tuval üzerine başlıyorum. Zaman zaman sadece tuval üzeri yağlıboya bazen de kolaj artı yağlı boya üretiyorum.

Memory Carousel, Üç Boyutlu Kağıt Kolaj, Ekin Su Koç

Babadan kıza geçen bir meslek diyebiliriz sizin için. Babanızla olan ilişkinizden, atölyenizden, çalışma biçiminizden konuşalım mı?

Kıymetli babamın atölyesinde az farelik yapmıyorum. Hala gidip ondan boya aşırırım, yeni fırçalarına konarım. Çalışırken onu izlerim, çok tatlı ıslık çalar çalışırken. Biz aslında aynı atölyede çok az çalışabildik.

Ben Mimar Sinan’a girer girmez büyük bir hevesle ev-atölye hayatına geçtim. Yalnız çalıştım. Ama sık sık beni ziyaret ederdi babam, uzun eleştiriler verirdi, ilk yıllarda çok üstüme düşmedi ama mezun olurken biraz çıkmaza girmiş gibiydim, okulun boğucu tavrından başka bir şey yapmak istiyordum ama teknik anlamda kaliteli bir şey çıkarmak için de bilgim yetersizdi. Onun atölyesinde onun gözetiminde çalıştım son yıl.

Bir akşam onun atölyesinde bir figürün portresiyle uğraşırken bir türlü istediğim ifadeyi yakalayamayıp ağladığımı biliyorum, ama hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Baktı bana, "Olacak" dedi, "Bunun peşine düştün bir kere, merak etme, olacak". Yakalamak istediğim şeyler için iyi bir eğitim alamadığımı ve ona ulaşabilmek için kendi başıma çok çaba sarf etmem gerekeceğini anladım o akşam, ama babam beni hiç yalnız bırakmadı. Babamdan öğrendiklerimi aslında hiçbir hoca ya da okul veremezdi bana sanırım. Yaratıcılığın ne olduğunu ve ne olmadığını bana daha çocukken gösterdi. Bir şey anlatarak değil, bir şey öğreterek değil, sadece kendisi olarak bunu gösterdi. Ben onun yaratma süreçlerini izlerken öğrendim aslında birçok şeyi. Sözle değil yaşayarak öğrendim. Çok şanslıyım dedim ya.

Beslenme kaynaklarınız neler?

Üretmeye başladığım ilk yıllardan bu yana cinsiyetle ilgili bir hikaye var aslında çalışmalarımda, zaman zaman aile ekseninde kız çocuğu ile ortaya çıkıyor, kimi zaman kadın cinselliğiyle ilgili toplumsal yaklaşımları imleyen beden parçaları olarak. Dediğim gibi içinde doğup büyüdüğüm toplumu gözlemliyorum, kendi iç tepkilerimi gözetliyorum. Şimdi bu yolculuklar ve yaşımla beraber hem cinsiyet kavramına hem köklerime bakışım daha huzurlu.

Şiddetle çıplak figürler boyuyordum ilk yıllarda mesela, kadın erkek ilişkileri üzerinden bir şeyler anlatmak, İstanbul’u, şehirde sıkışmışlığı anlatmakla ilgileniyordum. Kısa sürdü o dönem, kendimi tükettiğimi hissettim. Kolajlarla biraz terapi gibi bir süreç başladı, iç dünyamın yanı sıra doğa ve daha büyük bir bütünle iç içe geçmekle ilgili düşünüyordum. Sonra Türkiye’nin kasvetli ruh halinde kaybolmaya başladım. Politik bir söylem sıkışması içinde kaldığımı görüyorum mesela birkaç yıl öncesine bakınca, o zamanlar güncel olaylardan çok etkileniyordum, yine cinsiyet ve toplumsal yargılar konusu da dönüyordu zihnimde, korku içindeydim. Kendimi kurtardım sonra oradan. Pozitif bir şey üretmediğimi hissettim. O alandan çıktım.

Hayatımı yeniden düşündüm, dünya üzerindeki varoluşumu. Daha sakin imgelere çekim duymaya başladım, sadeleştim. Beyaz üzerine az imgeyle çalışmaya başladım. Defter tutmaya başladım. Şimdi daha özgür hissediyorum. Bir yerden zihnimi rahatlatmam gerekiyordu belki de ve ben de iyiliğe, sakinliğe yoğunlaştım sanırım. Kuzeyin de etkisi var belki… Bir de insan bir şeyleri başardığını hissettikten sonra, yaptığı işten tatmin duymaya başladıktan sonra panik ortadan kalkıyor, ondan sonra da daha açık, daha sakin bir bakışla bakabiliyor kendine ve diğerlerine. Haliyle bir stres kalkıyor insanın üzerinden, ‘onu da söylemeliyim, bunu da anlatmalı benim işim’ gibi bir stres yerine, ben sakin bir şeyler söylemek istiyorum insanlar zaten ne alabiliyorsa onu bulacaktır diyorsun. Haliyle artık her şeyden beslenebildiğimi hissediyorum.

Joy of Life, Kağıt üzeri kolaj, Ekin Su Koç, 40x40 cm

Danimarka'daki son sergiden bahsedelim mi?

Son sergi ilginç bir organizasyon oldu. 2 yıllık genç bir galeri olan Kvit iki aktif kadın sanatçı tarafından, Danimarka’dan ve uluslararası çağdaş sanatçılara alan açmak için kurulmuş ve bu sergide gerçekten dünyanın dört bir tarafından 12 ülkeden, 27 katılımcıyı bir araya getiriyor.

Belirli bir kavram etrafında toplanmadan, sanatçıları, kişisel olarak eğildikleri güncel meseleleri ile sergiliyor. Bir anlamda dünyanın farklı yerlerinde eş zamanlı olarak yaşananları, yapıtlar üzerinden yakalama fırsatı sunuyor.

Sergi günlük üretimden parçalarla oluşsa da, ben bu sergide kendim için sıra dışı bir şey denedim aslında, daha önce katıldığım sergilerde ürettiğim gibi sadece yüzey üzeri kolaj, yağlıboya ya da büyük boyutlu çok malzemeli bir enstelasyon değil mekanı ve katılımcı sayısını da düşünerek küçük bir nesnecik tasarladım. Kendi gündemimi mekanla birleştirdim sanırım.

Dünyanın farklı yerlerinden katılımcılar olması fikri bana, dönen küremiz üzerinde, farklı yerlerden gelen farklı anları düşündürdü ve hayatımızdan geçen anlar için, 6 farklı yüzeyinde 6 farklı kolajın olduğu kağıttan bir polyhedron tasarladım. Konik bir biçimde kitap gibi içe katlanan yüzeylerdeki kolajlar birbirine bağlanıyor ve tavandan bir iple asıldığı için, izleyici, galerideki hava akımıyla hareket eden nesnenin bütün yüzeyleri görebiliyor. Mini bir Carousel gibi, zaman, dünyanın dönüşü ve dünya üzerinde olan bitenle ilgili bana oyunsu, mutlu bir his verdi. Sanırım kuzeyin tasarım kültürü bana usulca işlemeye başladı. Küçük polyhedronumu çok sevdim, İstanbul’da da farklı versiyonlarını biraz daha büyük boyutlarda üretmeyi düşünüyorum.

Nordics Have Sun Coloured Hair and Rainy Hearts, Kağıt üzeri kolaj, Ekin Su Koç, 20x20 cm

İşlerin mekanla bir ilişki içine giriyor mu?

Sanıyorum bu son çalışmamı anlatınca bu soruyu bir anlamda cevaplamış oldum. Açıkçası kendi iç dünyamla barışık bir şekilde, bulunduğum yerle sağlıklı bir iletişim halinde üretebiliyorsam mekanla daha çok ilişki kuran şeyler araştırmaya ve üretmeye itilim duyuyorum. Bir yandan mekanla ilişkim de biraz tuhaf aslında. Başka bir ülkede mekanla ilişkisellik içinde ürettiğim bir şeyi kalkıp İstanbul’da sergileyebiliyorum. Diyelim İstanbul’da bir fikir doğuyor, doğduğu yerde üretecek vaktim olmayabiliyor, hemen ayrılmam gerekebiliyor. Atölyeye geçip malzemeyle temas ettiğimde artık farklı bir şey ortaya çıkabiliyor da. Doğallığa bırakıyorum ben de kendimi, bir anlamda üretim sürecim benimle yolculuk yapıyor.

Tree of Life, Kağıt üzeri kolaj, Ekin Su Koç, 40x40 cm

Comments


bottom of page