top of page

AA Bronson

Miss General Idea, FILE dergisi, Printed Matter, Voodoo, Şamanizm, body art, AIDS salgını, 1980’lerin New York’unu anlatan anahtar kelimeler. Çağdaş sanatın aktivist tarafından doğan şifacı AA Bronson’la Dinçer Şirin Art Unlimited’ın Temmuz-Ağustos 2010’da çıkan 5. sayısı için konuşmuştu



Röportaj: Dinçer Şirin



AA Bronson hakkında konuşmaya başlamak sanat tarihi kitaplarına sonradan eklenen bir gündelik hayat bölümünün içinde kaybolmak gibi. Bu tarihin miladı ise gerçek adları Michael Tims, George Saia ve Ronald Gabe olan üç sanatçının isimlerini AA Bronson, Jorge Zontal ve Felix Partz olarak değiştirip bir araya geldikleri General Idea’nın 1968 gibi kutsal bir yılda kurulmasına denk geliyor. Grubun yaptıklarını saymayı denersek, yıl 1971’i gösterdiğinde sanatçıların toplumsal cinsiyet meselelerine el atarak Miss General Idea adı altında bir dizi güzellik yarışması, açılma coming out buluşmaları ve balo gibi etkinlikler tertip ettiklerini görüyoruz. Bu etkinlikler gibi grubun ürettiği işler de gücünü çoğunlukla popüler kültürün insanlara vaat ettiği söylem ile oynamasından alıyordu. Bu üretimler gazete, billboard gibi kitle iletişim aygıtları ile dolaşıma sokuluyor, gündeliğin dilinde de karşılığını buluyordu. Sanatçılar sadece resim, heykel, fotoğraf, performans, kitap gibi hiperaktifçe ürettikleri yapıtlar ile değil, aynı zamanda butik, kitapçı, dergi gibi kimi diğer mekânsal olasılıkları deneyerek sergileme tasarımını da sorunsallaştırıyorlardı. 1972-1988 yılları arasında Life dergisinden esinlenerek, onu biraz da alaya alarak giriştikleri FILE dergisi sanat dünyasında büyük etikler yaratmıştı. Öyle ki Joseph Beuys ve Andy Warhol derginin ilk aboneleri arasındaydı. Zamanın toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi konuları içeren kimlik politikalarına parodi ve siyasal olan ile ilişkilendirilebilecek bir önerme olarak bu yapıtlar bugün hâlâ sanat tarihinde çok kıymetli bir yere sahip. Bunlar dışında 1974 yılında Toronto’da açtıkları Art Metropole’da, halen General Idea ile ilgili yayınların satışı yapılırken, burası bugün New York’ta bir yayıncılık Kâbe’si gibi işleyen ve 1976 yılında Sol LeWitt ve Lucy Lippard gibi isimler ile beraber açtıkları Printed Matter’a da ağabeylik ediyor.


1994 yılında AA Bronson’ın General Idea’daki partnerlerinin AIDS’ten ölmesi onun tüm hayata yenilenmiş gözlerle bakmasına sebep oluyor. Bu yeni tarih sonradan onun ölüm ve yaşam üzerine düşünerek geçireceği zamanda kazanacağı deneyim ile şifacılık ve şaman öğretilerinin yollarını kesiştirecek. Partnerlerinin ölümü karşısındaki ödeşme onu bazı cadılara, Voodoo büyücülerine kadar götürecek. Bu yüzden AA Bronson’ın yaptıkları hep uhrevi olanın peşinde bugünü ama aslında önceki hayatlarımızdaki kapanmamış defterleri yeniden yazıyor. NY Art Book Fair gibi halen onun eline bakan bir büyük etkinliği saymazsak, genç sanatçılar ya da onun gibi söylersek “genç şamanlar” ile sergiler tertip etmesi, ruh çağırma performanslarında 1970’lerde ve devamında hayatını kaybedenlerin, queer tarihinin unutulmuş hikâyelerini geri çağırması bu defterlerin sırtlarını kalınlaştırıyor. Bu röportaj da bu tarihin içinde kaybolmayı baştan kabul ederek sanatçının kendini adadığı iyileştirme öğretilerini, mitler ve ritüelleri yanına alarak yaşam ve ölüm arasındaki serinlikte bir beden antropolojisi yapmaya çalışıyor. AA Bronson serinliğine hoş geldiniz.


General Idea’da beraber çalıştığınız partnerleriniz Felix Partz ve Jorge Zontal AIDS olduklarında, “ruh” ve “beden”i başka türlü algılamaya başlamanız açısından fiziksel anlamda bir aydınlanma sürecine girmişsiniz.

Felix ve Jorge’nin bedenlerinde ölümü barındırmaya başlaması şok edici bir şeydi. Empati kuran biri olarak ben de kendi bedenimde ölümü hissetmeye başlamıştım. Kendi yolculuklarında onlarla, öbür tarafa geçmeden nasıl beraber hareket edeceğimi öğrenmem gerekiyordu. Bunu şimdi burada tarif etmek zor. Sonra Kaliforniya’da şifa üzerine dersler almaya başladım. Bu dersler çok işime yarıyordu ve o zamanlar ölmek üzere olan kimselerin bakımını üstlenen biri olmayı istediğimi anlamıştım.


AIDS literatüründen bildiğimiz üzere, 1980’lerde eşcinsellere yapıştırılan hızlı cinsellik potansiyeli işaret edilerek halkta bir korku yaratıldı ve bu korku bir çabuklukla mobilize edildi. Bu süreç komünotenin içinde de aktivist olan ve olmayanlar konusunda bir ayrım yaşanmasına sebep oldu. Bir sanat kolektifi olarak dışlayıcı ve damgalayan bu söyleme karşı nasıl tepki veriyordunuz?

New York bazında konuşacak olursam, o günlerde Kanadalılar olarak bizim hastalık hakkında düşündüklerimiz onlarınkinden farklıymış gibi algılandı ve Amerikan aktivistler bizi dışladı. AIDS logosu işimizi üretmeye başladığımızda ilgilendiğimiz hasta arkadaşlarımız vardı ama biz enfekte olmamıştık. Bu yüzden New Yorklu aktivistler üretirken bu durumu sömürdüğümüzü düşünüyordu, zira hasta değildik ve onlar için yabancıydık. Fakat bu eleştirileri reddetme yoluna giderek üretmeye devam ettik.


1980’lerde General Idea olarak William Burroughs’un “virüs mantığı” konseptini dönüştürdüğünüz bir iş ürettiniz. Robert Indiana’nın LOVE (1964) isimli işini AIDS (1987) olarak yorumladınız. Bu yapıt poster, pul, bilet gibi kimi versiyonlarda üretilip dağıtıldı. Bunun yanında bu işiniz, Gran Fury ve Donald Moffett’in Silence=Death (1989) isimli kampanyasında ve Nan Goldin’in küratörlüğünü yaptığı Witnessing: Against Our Disappearance (1989) sergisinde yer aldı. Bu örnekler bize o dönemki kültürel aktivizm, sanat ve siyasetin müşterek gücünün işaretlerini veriyor. Bizler “Kişisel alan politiktir” diye biliyor olsak da bugünün “PR her şeydir” diyen sanat dünyasında sanat ve siyaset arasında bir geçiş potansiyeli olup olmadığı konusunda ne söylersiniz?

Zor bir soru! Siyaset, İnternet, uluslararasılaşma ve bunun gibi gelişim süreçleriyle muazzam ölçüde dönüştürüldü. Fakat Fritz Hague’nin Los Angeles ya da Chicago’daki Temporary Services’da yaptığı gibi belki daha yerel ya da mikro ölçekte mümkün olacak olsa dahi kendi adıma hâlâ sanat yoluyla siyasete angaje olmanın mümkün olduğuna inanıyorum diyebilirim.


1960’larda hippiydiniz ve bir komünde yaşıyordunuz. O zamanın hippi komünotenin spiritüalist yaklaşımlarından etkileniyor muydunuz? 1960’ların mistisizm ve body art’ı ile aranız nasıldı?

O zamanlardan bir oda dolusu çıplak beden ve vücut boyama etkinlikleri hatırlıyorum. Hippi hareketi bir ekolojik hareketti, gezegenin sağlığını dert edinmişti. Diğer taraftan da bu, birlikte olma ruhunu kaybetmiş bir cemaat kültürünü yeniden yaratma eylemiydi. O zamanın komünote hayatı, Aziz Paul’ün 1. yüzyılda Makedonya üzerinden devam ederek kurduğu ilk Hıristiyan evlerine benziyordu. Bu tip eşitlikçi bir cemaatin desteklediği bu evlerden sanıyorum ki Türkiye’de de vardı. Bu cemaat kadın, erkekler, köleler ve köle olmayanların eşit olarak yaşadığı, kendi kendini yöneten bir yapı içeriyordu.


Şifacılık konusunda aldığınız birçok sertifika var. Bu sertifikalardan önce, eve partnerlerinizi tedavi etmeye gelen hemşirelerden ilaçların nasıl enjekte edileceğini öğrenmeniz sizin için bir başlangıç noktası olmuş ve hasta bakımına bir yatkınlığınız olduğunu anlamanızı sağlamış. Sonra da Yamantaka öğretisini öğrenmişsiniz. Çağdaş dans tekniği eğitiminde örneğin, dansçılara beden anatomisi yanında diğer dansçıların bedenleri üzerinden bazı masaj teknikleri öğretilir. Partnerleriniz ile ilgilendiğiniz sıralarda kendinizi de tedavi etmiş olmuyor muydunuz?

Eşcinsel erkekler üzerinde uygulamalı olarak öğretilen bu kurslar sırasında ben de diğer şifacılar üzerinde tedavi etmeyi öğrendim. Tabii ki Felix ve Jorge ile ilgilenmek için eve gittiğimde bu durum beni zorluyordu. Bir kere, günden güne ölen iki adamın bakımını üstlenen tek kişiydim. İkisi de hastaneye gitmemeyi seçmiş ve evde ölmeye karar vermişti. Şifa sanatı bir şekilde aşırı bir empati beceri gerektirir. İkisiyle de ilgileniyordum çünkü onlarla bu yolculukta beraberdim. Jorge beraber olmaya daha açıktı ama Felix bunu çok zor buluyordu. Sonuç olarak hastalık onun hastalığıydı ve paylaşmak istemedi.


Geliştirdiğiniz masaj tekniği birkaç seviyeden oluşuyor. Masajdan önce karşınızdakinin “aura”sını okuyorsunuz. Sonra da dokunduğunuz kişiden eliniz vasıtasıyla birtakım bilgiler edindiğinizi söylüyorsunuz. Başkalarını bu şekilde tedavi etmenizin kendi bedensel araştırmanız ya da kazınızı yapmanız anlamında da bir şekilde sizi performansa yaklaştırdığını belirttiğiniz bir açıklamanızı okumuştum. Başkasının bedeninden kendinize dair de kimi sesler duyduğunuz oluyor mu?

Şifacılık tekniği bir şekilde masaj ile gizleniyor. Bir bedeni “okuduğumda” o bana kelimelerdense birtakım görüntüler veriyor. Bir şeyler “görüyorum” ve sonra bunu sesli olarak ifade ediyorum, karşımdaki de bana katılıyor ya da katılmıyor. Bir açıdan o bedenler bana gösterdikleri üzerinden dilleniyorlar. Örneğin, en son bir müşterim bana yaptığım iki seans arasında belinde bir tutulma olduğunu söylemişti. Sonraki seansta ise beli oldukça kızarmıştı ve müşterim bir şeylerin dönüştüğünü hissettiğini ama ne olduğunu bilmediğini söyledi. Böyle değişikliklerin kendini göstermesi zaman alır. Bu tip içsel değişimler kendi bedenimde de görünür olur, bu bitmeyen bir kazıdır, dediğin gibi. Ancak etkili bir şifacı olmak için kendi benliğim konusunda yol almam gerekir. Bu açıdan Jorge ve Felix’in ölümü eğitimimin büyük bir parçasını oluşturuyor.


Masaj tekniğiniz sadece body art geleneğine yakın değil, aynı zamanda farklı dinsel ritüeller ile de benzerlik taşıyor. Örneğin, Marina Abramović de verdiği eğitimlerde ritüellere geri döner. Unutulan bir queer tarihin ölü ruhlarını çağırdığınız Invocation of the Queer Spirit isimli performanslarınızda siz de bir Voodoo ritüelini kullanıyorsunuz. Performans sanatında neden sürekli köklerimize, ilkel formlara dönüyoruz?

Masaj tekniğim ve ritüeller arasında nasıl bir ilişki olduğu konusunda en fazla bunların aynı şey olduklarını söyleyebilirim. Marina’nın MoMA’daki son performansında kendisi müzenin kapıları açıldıktan müze kapanana kadar müzede saatlerce oturuyordu. İzleyiciler de tek tek karşısına oturup onun gözlerinin içine bakıyorlardı. Bazen insanlar ağlıyorlardı. Bu, bir tür başkasının içine doğru akmak, o başkasının da diğerinin içine akması demek. İki insan arasındaki bu yatay akış hareketi çok doğal bir ilkelliği bize açık şekilde gösteriyor.


Neden sadece eşcinsel erkekler ya da FM (kadından erkeğe) trans insanlar ile çalışıyorsunuz?

Kadınlar bana yaklaştıklarında benden bir şey istediklerini, erkekler yaklaştığında ise genelde kendilerinde keşfedecekleri şeyden korktuklarını hissediyorum. Benim uzmanlığım daha çok, çocukken babaları tarafından fiziksel, duygusal ya da cinsel olarak suiistimale uğramış kimseler üzerine. Kısacası suiistimale uğramak bu insanların erkeklik kimliklerine bağlı olarak benimle çalışmalarının merkezinde yatan sebebi oluşturuyor. Diğer taraftan, kadınlarda yeteneğim konusunda çok da kendime güvenmiyorum.


Joseph Beuys’un ruhu yapıtlarınızın ve küratörlüğünü yaptığınız sergilerin başını bekliyor gibi duruyor. School for Young Shamans (2008) isimli serginizde bir Joseph Beuys yapıtı da vardı. Beuys’un sanatı iyileştiren bir yere konumlayan argümanı seyircinin yaşadığı bir temizlenme deneyimi olarak okunabilir. Oysa bu argüman sizin yaptığınız işlerde ters yüz edilmiş görünüyor. Siz, iyileşmenin bir sanat olduğunu öneriyorsunuz. Diğer taraftan, bedenin modernite süresinde tahakküm altında geçirdiği deneyimler düşünüldüğünde bedenin kamusal ve özel alan arasında durduğu bıçak sırtı ona fazlasıyla güçlü bir potansiyel yüklüyor. Bu yüzden hem biriktirdiğiniz masaj deneyimleri hem de performanslarınız sadece beden üzerinden kurduğu ilişki yüzünden bile politik olabiliyor. Sizin için bugün beden dediğimiz şey ne ihtiva ediyor?

Beuys’un sanat yaparken ve kendini sunarken kullandığı şaman yaklaşımı kadar Beuys Free University de beni oldukça etkilemiştir. O ve Ray Johnson, hayatları hakikaten kendi işleri olan tanıdığım ilk sanatçılardı. Beuys, eğitim, iyileşme, siyaset üzerine fikirleri olan biriydi, bu açıdan ona yakın bir akrabalık duyuyorum. Bugün bana gelen insanların bedenlerinde rastladığım ise daha çok kendilerini sevmeye açmamış olmalarından kaynaklanan kimi blokajlar.


Son olarak, tasarım dünyasında da örneklerini gördük, örneğin Karim Rashid kendisi için bir tabut tasarlamıştı. Siz de kendi tabutunuzu yaptınız. Yaşam ve ölüm arasında birçok ritüeli ve dinsel disiplini deneyimlemiş biri olarak kendinizi ölüme hazır hissediyor musunuz?

Jorge ve Felix öldüğünde kendimi hazır hissetmiştim. Her an ölebilirdim; fakat ölmedim. Onun yerine kendimi farklı yollarla dönüştürmeye devam ettim. Şu an üzerinde çalıştığım bir sürü proje var, birçok genç adama mentorluk yapıyorum, masaj ile tedavi ettiğim kimseler var, Union Theological Seminary’de başında bulunduğum bir master programım var, sürekli ders veriyorum, stüdyo ziyaretleri yapıyorum, NY Art Book Fair’i organize ediyorum. Bu kadar işin arasında gitmek çok da kolay değil. Fakat eğer o zaman bugünse, evet, kendimi ölmeye hazır hissediyorum.

bottom of page