Londra’da salgın ile dönüşen kamusal alanda pencerelerin rolü: “Sokağa çıkma yasaklarının açıklanmasının hemen ardından, sosyal medya üzerinden organize edilen Clap for the NHS (NHS için Alkış) hareketi, pencerelerin ve kapı önlerinin önümüzdeki süreçte nasıl evrileceğinin de ilk ipuçlarını veriyordu.”
Yazı: Esra Gürmen
Şehirde sanat veya yaratıcılık sadece müze içinde tecrübe edilmez. Tüketim aracına dönüşmüş, kurumsal mecrada sergilenen -hatta bazen sterilleşmiş- sanat eseri dışında bir de şehrin kendi yarattığı, gündelik yaşama özgü üretim ve ifade biçimleri vardır. Meydanlarda, toplu taşıma araçlarında veya devlet kurumlarında duyduğumuz veya tesadüfen dahil olduğumuz sohbetlerde bir topluma hâkim farklı veya ortak söylemlerin izlerini buluruz. Kent her çeşit görüşün, ifade biçiminin, inancın bir arada durabilme çabası gösterdiği bir yerdir. Her düpedüz ayrımcılık örneğine karşı bir de eşitlik talebi bulabilirsiniz. Kent kültürü insanı her an gardında tutmak ile gardını indirmek arasında götürüp getirir: Hem çekilmezdir hem de bağımlılık yapar. Sürekli bir çekme-itme hali vardır. Ama bir şehirde her şeye rağmen özgürce yürümek paha biçilemez bir insan hakkıdır. Ve sokaklara duyulan özlem biraz da demokrasiye duyulan özlemdir. Bundan dolayı da bence, boş şehirler hüzünlüdür.
O yüzden mart ayında Avrupa ve dünya genelinde sokağa çıkma yasakları başladığında ekranıma düşen -özellikle Londra ve kısa bir süreliğine İstanbul’un- boş meydanları ve sokaklarını gördüğümde içimi müthiş bir ümitsizlik kapladı. Çünkü bana göre bir şehrin dokusunu kamusal alanlarından ve kozmopolit topluluklarından ayrı tutmak mümkün değil. Bu bağlamda Londra’da kısmi yasaklar sürecinde bana en zor gelen kısıtlamalardan biri de şehrin merkezinin içindeki gündelik üretim biçimlerinden uzak kalmak oldu. Evde kalabilmenin bile bir lüks olduğu bu salgın ve eşitsizlik ortamında rutin hayatımızı askıya almamız çok da büyük bir fedakârlık değildi elbet. Yine de tesadüflere, diyaloglara ve yaratıcılığa gebe eski şehir yaşantıma duyduğum özleme engel olamadım.
23 Mart günü İngiltere’de Boris Johnson hükümeti ülkenin resmen karantina sürecine girdiğini geç de olsa açıkladığında, “gerekli” kabul edilmeyen bütün iş yerleri ve kurumlar kapatıldı. İngiliz medyasında key worker diye tabir edilen sınıf dışında -bazı kamu görevlileri, sağlık personeli, doktorlar, hemşireler, gazeteciler, gıda zinciri çalışanları gibi- birçok insan şehirden ve merkezlerden elini ayağını çekti. Bu kent yaşantısı yoksunluğu içerisinde, ben de semtlerdeki küçük köşelere bakmaya yöneldim ve hayatı orada incelemeye başladım. Kendi mahallemde fark ettiğim ilk fenomen, evlerin önünde yeni iletişim, ifade ve dayanışma biçimlerinin başlamış olmasıydı.
Sokağa çıkma yasaklarının açıklanmasının hemen ardından, sosyal medya üzerinden organize edilen Clap for the NHS (NHS için Alkış) hareketi, pencerelerin ve kapı önlerinin önümüzdeki süreçte nasıl evrileceğinin de ilk ipuçlarını veriyordu. 26 Mart Perşembe akşamı -ve devamında 28 Mayıs’a kadar her hafta- Birleşik Krallık genelinde Ulusal Sağlık Hizmeti (NHS) çalışanlarına teşekkür etmek için on binlerce insan pencerelerinden ve evlerinin önünden -tencere, tava ve hatta bazen galya eşliğinde- coşkulu bir alkış tuttu. Bu ritüel Londra’da daha önce şahit olmadığım türden bir dayanışma hissini içinde barındırıyordu. Aslında bu NHS’e teşekkürden öte biraz da kendimize teşvik gibiydi. Bizi evlere kapayan “görünmez tehlike”ye karşı -kapı önünden de olsa- tamamen eve hapsolmayı reddetmek anlamına geliyordu.
İlerleyen günlerde, evlerin pencerelerine bir çocuğun elinden çıktığı belli, A4 kâğıda yapılmış suluboyalar asıldığını fark etmeye başladım. Bu suluboyalar çoğunlukla gökkuşağı tasvir ediyor ve NHS’e minnet sunuyordu. Bu hareket aslında salgına cevap olarak hükümet tarafından hızla inşa edilen yeni NHS Nightingale Hastahanesi’nin sosyal medya üzerinden başlattığı #RainbowsForNightingale isimli bir çağrı ile başlamıştı. Fakat kısa sürede bu alkış ve gökkuşağı jesti eleştirileri de beraberinde getirdi. Zira son on yılda farklı Muhafazakâr Parti hükümetlerince bütçe kesintilerine uğramış olan NHS’in salgına hazırlıksız yakalanması, yatak yetersizliği çekmesi, NHS çalışanlarına Covid-19 testi önceliği sunulamaması, yeterli maske ve tulum temin edilememesi kamuoyunda öfke yaratıyordu. Bu bağlamda bazı evlerin pencerelerinden NHS’in daha iyi finanse edilmesi talebinde bulunan Pay Rise for the NHS Heroes gibi mesajlar gelmeye başladı.
Pencere ve balkonun bir ev ahalisinin görüşü veya kimliği hakkında ipuçları veren bir platform olarak kullanılması elbette yeni bir olgu değil. Benim bir türüne daha önce Türkiye’den zaten aşina olduğum bu pratik Londra’da 2016 yılında Brexit referandumu sürecinde belirginlik kazanmıştı. O zamanlar Remain (AB’de Kal) ve Leave (AB’den Ayrıl) olmak üzere iki kampa ayrılmış toplumda pencereye Avrupa bayrağını basmak politik bir duruş haline gelmişti. 12 Aralık 2019 seçimlerine girilirken de farklı parti afişleri (özellikle İşçi Partisi-Muhafazakâr Parti ekseninde) daha önce hiç görmediğim bir sıklıkta ve kararlılıkta pencerelerdeki yerlerini almıştı. Zaten böyle bir kutuplaşma ve sosyal devlet/liberal ekonomi tartışmaları çerçevesinde girilen bir salgın sürecinde politik fay hatlarının daha da kırıldığını görmek sürpriz olmadı.
Salgının ilk haftalarında neredeyse yok olan fizikî kamusal alanın yarattığı boşlukta İngiltere’yi ilgilendiren toplumsal adalet konularının -gelir adaletsizliği, yapısal ırkçılık gibi- tartışıldığı ilk adres de haliyle dijital mecra oldu. Salgının ve iktisadi düzenin akıbeti belirsizliğini korudukça kaygı ve memnuniyetsizlik sosyal medyada ses buldu ve pencerelere asılan posterler de kısa sürede protesto sanatına dönüştü. Bu protest tavrın en sonunda söylemden eyleme geçmesine yol açan kırılma noktası ise Atlantik Okyanusu’nun öteki tarafından geldi.
ABD’de 25 Mayıs günü Minneapolis şehrinde beyaz polis memuru Derek Chauvin’in George Floyd isimli bir siyah vatandaşı üzerinde sahte 20 dolarlık banknot bulundurduğu iddiası ile yere yatırıp 8 dakika nefessiz bırakarak öldürmesi, polis şiddeti ve ırkçılıktan usanmış Amerikan toplumunda adeta bir infiale yol açtı ve on binlerce insan sokaklara döküldü. Ve bu infial de kısa sürede Amerika’dan bütün dünyaya ve özellikle yapısal ırkçılığın hala mevcut olduğu İngiltere’ye uzandı.
Londra’da 28 Mayıs’ta Amerikan Başkonsolosluğu önünde 20 kişiyle başlayan Black Lives Matter gösterileri kısa sürede on binlerce kişiye katlandı ve İngiltere geneline yayıldı. Birkaç istisna dışında çoğunlukla uzlaşmacı bir ortamda sosyal mesafe ve maske takma kurallarına uyularak geçen protestoların İngiltere’nin toplumsal belleğine on yıllarca kazınacak görüntülerinden biri de 17. yüzyıl köle taciri Edward Colston’un Bristol şehir merkezindeki heykelinin göstericiler tarafından alaşağı edilip Avon Nehri’ne atıldığı andı.
Meydanlarda ve şehir merkezlerinde protestolar devam ederken mahalli eksende pencereler yine baş rolü çekmeye devam ediyordu. Protestolara katılamayan bir o kadar insan da evlerinden dijital dilekçeler imzalayarak, ırkçılık karşıtı inisiyatiflere maddi destekte bulunarak ve sosyal medyadan seslenerek dahil oldu. Bu dayanışma dahilinde birçok evin penceresinde NHS mesajlarına ek olarak, yine el yapımı ve üzerinde direnmenin evrensel simgesi olan Yükselen Yumruk betimlemeleri olan ya da iri puntolarla Black Lives Matter yazan posterler eklendi.
Peki Londra’nın semtlerinde, sokak aralarında ve pencerelerinde gördüğüm bu selamlar, işaretler, söylemler neden bu kadar önemli? Hepsinin ortak teması yapısal adaletsizlik, ırkçılık ve salgının getirdiği varoluşsal tehdit karşısında -bazen ufak da olsa- bir direniş alternatifi sunmalarıydı. Birçok insan için haksızlığa uğrama korkusu hastalığa yakalanma korkusundan ağır bastı ve belki de bu risk, demokrasinin devamı için alınmaya değer bir riskti. Çünkü pandemi sürecinde ortaya çıkan her protesto şehrin ortak belleğinde bir daha silinmemek üzere yerini alacak ve umarım gelecek nesilleri yönlendirecektir. Salgın boyunca gördük ki hiçbir engel veya denetim, ifade ve yaratıcılık ihtiyacının önüne geçemiyor, geçememeli. Çünkü ölümle iç içe yaşadığımızın iyice kanıtlandığı bu günlerde, bir veri değil vatandaş olabilmenin ön koşullarından biridir söz hakkı istemek ve her şeye rağmen “Ben de buradayım” demek.
Comentários