İstanbul’un çeşitli semtlerindeki anlık üretimlerin izini sürdüğü Halletmek projesiyle 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde yer alan tasarımcı-araştırmacı Nur Horsanalı, İstanbul’daki beş üreticiyle bir araya gelerek geleneksel üretimin geçmişini ve bugününü konuştu
Hazırlayan: Nur Horsanalı
Ekrem Özen
Sanatçı-Duvar ressamı, Ortaköy
Gelenek kavramının zanaatte ve sanatsal üretimde nasıl farklılaştığını görmek için İstanbul’un genel üretim çevresinin -Galata, Karaköy, Eminönü- dışına çıkıyor ve Ekrem Özen'in Ortaköy’de kurmuş olduğu, mimaride kullanılmak üzere duvar resimleri üreten atölyesini ziyaret ediyorum.
Ekrem Özen’le, görüştüğüm diğer kişilerden daha farklı bir üretim sürecine sahip, gelenekten gelen üretimi güncelleştirerek sürdüren biri olduğu için konuşmak istedim. Kendisi de beni hem “geleneksel üretim” lafı ile ne ifade etmek istediğim üzerine, hem de “gelenek” kelimesinin yalnızca kültürden, aileden öğrenilen ve bugün sorgulamadan, geliştirmeden uygulanan bir olgu olarak algılandığında nasıl tehlikeli olabileceği üzerine düşünmeye zorluyor.
Sanatınızın ve atölyenizin geçmişinden bahsedebilir misiniz?
Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu mezunuyum. Sanayi Devrimi’nden sonra el sanatlarının yok olması Tatbiki gibi okulların kurulmasına sebep oluyor. Bauhaus akımının da etkisi var. İş içinde eğitim, uygulayarak öğrenme metodları ile bir eğitim veriyorlar. Yaşadığımız her alanı tasarlamak fikri ile Grafik Sanatlar, Tekstil, Seramik, İç Mimarlık, Dekoratif Resim bölümleri kuruluyor. Ben de Dekoratif Resim bölümünden mezun oldum ve böyle bir atölye kurdum. Mimaride duvar resmi yapılan bir atölye burası. Gerek resmi mimari gerekse sivil mimaride çok örnek yaptık. Konutlar, iş yerleri, alışveriş merkezleri gibi kullandığımız alanlar için üretiyoruz. Camı kullanıyoruz, mozaikler yapıyoruz, duvarda resimler yapıyoruz.
Gelenek ya da geleneksel üretim kavramı sizin için ne ifade ediyor? Bir sanatçı olarak siz üretimlerinizde gelenekten nasıl besleniyorsunuz?
Gelenek dediğimiz şey insanların yaşam biçimleridir; gelenekler insanların yaptıkları işler etrafında oluşur. Örneğin, toprağa bağlı yaşayan insanlar, haftanın bir günü temiz elbiseleriyle alana giderek üretimlerini kutlarlar. Ya da harman yapan birisi; bütün sene çalışıp ürününü aldıktan sonra şenlik yapar. Kentteki insan yaşamında da geleneği yine ürettikleri ürünlerde görüyoruz. Örneğin, halılarda üreticisinin yıllarca çevresinde yaşamış hayvan ve bitki formlarının soyutlanmış motiflerini görüyoruz. Ya da bakırcılıkla uğraşan birinin ürettiği formlarda… Biz bu üretimlere bakarak dönemin hayatını görüyoruz. Gelenek böyle bir şey.
Ben Eskişehirliyim. O yörede geleneksel bir hayat vardı. Anne, baba, aile, bayramlar, düğünler, cenazeler… Böyle yaşardık. Bu yörenin insanı olduğumuz için ürettiğimiz şeylerin hepsi bunlarla ilgili. Burada gördüğünüz üretimler çoğunlukla insan ilişkileri ile ilgili, sevgi ile ilgili.
Yani geleneksel üretim geçmişten gelen teknikleri ve motifleri kullanmaktan öte, geçmiş anılar ve duygular ile ilgili olabilir…
Gelenek dediğimiz şey yaşadığımız alandır, oluşturduğumuz kültürdür; fikir, düşünce, insani duruştur. Geleneksel motiflerin hiçbiri buradaki üretimlerimizde yok, görüyorsunuz. Bana göre geçmişteki motifler geçmişte kaldı; o zaman gerekliydi, o zaman kullanıldı… Her insan kendisi ile uğraşır; ürettikleri ile kendisini çözümlemeye çalışır. Burada gördüğünüz gibi ben bugün cam malzemesi ile kendimi ifade etmeye çalışıyorum.
Zanaatkarlık ve sanatkarlık bu noktada mı birbirinden farklılaşıyor? Biri öğrenilmiş bir geleneği geliştirmeden tekrar ederken öteki geleneklerden beslenerek özgün şeyler üretiyor…
Gelenekten gelenin üzerine yeni bilgiler koyma şansı olursa insanın kendisi de, üretimi de değişir. Bilgi koymadan mevcut olan devam ettirildiği zaman gelenekler hep aynı şey olarak kalır. Zanaat ve sanat arasındaki fark da bu.
Duvar resminin geçmişten bugüne kültürümüzdeki yeri nedir? Osmanlı’daki ya da İstanbul’daki örneklerinden bahseder misiniz?
Bizim şimdi kullandığımız rölyef, fresk gibi klasik teknikler Osmanlı’da yoktu. Bunlar daha çok Batı’da kullanılmış tekniklerdir. Bizde aslında duvar resimi geleneği diye bir şey pek yok; hele Cumhuriyet’ten, Tatbiki’den önce hiç yok. 1960’larda Tarabya Oteli yapılıyor. Bu otel yapılırken içerisinde duvar resmi kullanmak için bir yarışma düzenleniyor. O yıllarda böyle bir gelenek oluşmaya başlamış. Örneğin, Manifaturacılar Çarşısı tasarlanırken orada da belirli alanlarında duvar resimleri kullanılmış. Bedri Rahmi, Nedim Günsur, Eren Eyüboğlu gibi birçok kişinin işleri var orada. Tahminimce yine aynı dönemlerde Levent evleri yapılıyor ve duvarları için sanatçılar davet ediliyor. Bugün ise benim gibi bağımsız olarak farklı yerlere uygulama yapanlar var. Ama bu daha yeni bir gelenek. Bizde mimarlık mevzusu daha yeni çünkü. Dikkat ederseniz etrafınızda mevcut arsalara yapılmış binalar var, tasarlanmış şey çok az bizde.
Vitrayın geçmişi nasıl peki?
Biz vitraya ışıklı cam resmi deriz; geçmişi çok daha eskidir. Tabii geçmişte cam çok kıymetli, altın gibi değerli bir malzemedir; çünkü yapımı kolay değildir ve büyük enerjiler gerektirir. Bu yüzden öncelikle saraylar ve dini mekanlarda kullanılmış. Kiliselerdeki vitraylar daha çok İncil’in tasviri ve figürlerden oluşurken, bizdeki camilerde daha soyut, geometrik formlar var. Sivil mimariye ise yavaş yavaş gelmiştir. Örneğin, zamanına göre çok orijinal bir mekan olan Markiz Pastanesi’nde Mazhar Resmor’un vitrayları var. Oranın duvarlarında Fransa’dan getirilmiş iki seramik tablo; tavanlarında İbrahim Safi’nin resimleri var. Asansöründeki aynanın, gravürlü camların, vitrayların tamirini de ben yaptım… Türkiye’de siyasi tavır, genel ahlak yapısı değiştikçe o dönem oluşmaya başlamış duvar resmi geleneği de zamanla azaldı.
Sizce bugün geleneksel üretimi korumamız ne kadar önemli?
Bugün el üretimini koruyamayız; korumak çok zor. Hele ki şimdi bilgi çağında çok şey değişti. Yararlanılabilecek, kullanılabilecek bir sürü enstrüman varken geleneksel üretimin sürebilmesi çok zor. Ancak daha kapalı bölgelerde sürebilir… Fakat örneğin, camda el üretimi hala yaygın. Sanayi Devrimi’nden son el sanatları ortadan kalktı ama 1960’lardan sonra stüdyo camcılığı dediğimiz küçük ölçekli, elle yapılan cam üretimleri tekrar yaygınlaşmaya başladı. Bunlar camın ilk bulunduğundan bu yana kullanılan yöntemlerle yapılıyor çünkü makine ile üretilme şansı yok. Bu tür üretimler tükenmeyebilir, hep devam eder.
Finlandiya’da bulunduğum sürede gözlemlediğim kadarıyla orada genç tasarımcılar geçmişlerinden gelen cam üretim geleneklerine bugün hala sıkıca sahip çıkıyorlar. Türkiye’de var olan üretim kültürünün pek korunmamasının nedeni ne?
Evet, Finlandiya bunun merkezi. Cam üretimi orada çok farklı ve güzel. Tabii herhalde orada büyük şirketler finanse ediyor bunu; çünkü cam eğitimde kullanmak için maliyeti ağır bir şey. Fırınlar kurmak gerek, fırınların ısıtılması için çok büyük enerjiler harcamak gerek… Türkiye’de zor; bunun için özel bir çaba gerekiyor. Bunu kim yapacak? Şirketler mi yapacak? Devlet mi yapacak? Örneğin Anadolu Üniversitesi’nin Açıköğretim Sistemi’nden gelen geliri kullanılarak ilk kez Eskişehir’de Güzel Sanatlar Fakültesi’nde bağımsız bir Cam Bölümü açıldı. Burada bu işler zor koşullarda, insanların kendi çabalarıyla yapılıyor.
Comments