top of page

YEL, TOZ, PORTRELER: Zeki Faik İzer

İzolasyon sürecinde kütüphanesinde yer alan sanatçı portreleri, fotoğraflar, davetiye, desen gibi görsel malzemeleri tekrar elden geçiren Necmi Sönmez, daha önce yayınlamamış olan bu malzemeler üzerine iki haftada bir YEL, TOZ, PORTRELER başlığın altında yazılar hazırlayacak. Serinin ilk yazısının odağında d Grubu’nun temelini atan ressamlardan Zeki Faik İzer var


Yazı: Necmi Sönmez


Zeki Faik İzer, Portre, 1929, Fotoğraf: Michelle İzer, Necmi Sönmez Arşivi


Covid-19 salgını ardından gelen tuhaf günlerde masama düzenli olarak oturuyor, ancak eskisi gibi çalışamadığımı görüyordum. Ritmim alt üst olmuştu. Daha önce karşılaşmadığım bu durumu nasıl aşarım diye düşünürken, masamın üstünü, etrafını toplayıp temizledikten sonra kitaplığa yöneldim. Raflardaki sırayı bozmadan kitapları, dosyaları, zarfları, defterleri masaya koyuyor, içindekilere tek tek bakıyordum. Bu tahmin ettiğimden de uzun bir zamana yayıldı. Eski malzemelere bakarken, hakkında bir gün yazı yazmak, daha detaylı olarak çalışmak için ayırdığım fotoğrafların, davetiyelerin, desenlerin, afişlerin ve binbir türlü efemeranın fazlalığı beni şaşırttı. İki, hatta üç hafta boyunca fazla bir şey yapmadan bu malzemeleri ayıklayarak, okuyarak, ayrı dosyalar oluşturmak bana iyi geldi. Kendimi daha önce hiç yaşamadığım bir müßiggang içinde buldum. Müßiggang Türkçeye “avarelik, atalet, aylaklık, tembellik” olarak çevrilse de, tam karşılığı bu değil. Aktif bir eylemi içermese de toplama, değerlendirme, içine alma süreçlerine gönderme yapan müßiggang, Türkçedeki olumsuz çağrışımlarının ötesinde biriktirmeye, toparlamaya, bir tür mayalanma sürecine işaret ediyor.


Solda: Zeki Faik İzer, Isenheimer Altar, Colmar, 1930'lar, Necmi Sönmez Arşivi

Sağda: Zeki Faik İzer, Model, 1930'lar, Paris, Necmi Sönmez Arşivi


Evet neredeyse bir ay boyunca kendim için bir sayfa bile yazamamış, zamanımın neredeyse tamamını arşiv derlemesine ayırmıştım. Bu sayede elimin altında olduklarından zerre kadar haberim olmayan efemera malzemesine bakarken, bunları nereden, nasıl edindiğimi de düşünüyordum. Ama asıl sorun bunları önümüzdeki dönemde nasıl değerlendirebileceğim üzerinde odaklanıyordu. Tuhaf duygular içinde fark ettim ki, topladıklarım çok fazla. Bunların tamamı üzerine çalışmam mümkün olmayacak. Zaman içinde hem ilgi alanlarım, hem de ilgimi çeken konular, sanatçılar değişmiş. Topladığım ancak ayıklayamadığım malzemeleri tekrar gözden geçirerek yeni bir sınıflama yapmam gerekiyordu. Sanatçıların potreleri, fotoğrafları hep ilgimi çekmişti. Öğrenciliğimden beri mümkün olduğunca sanatçı fotoğrafı çekmeye çalıştığım, sahaflardan bu tür siyah beyazları topladığım için öncelikle bu malzeme üzerine eğilmeyi düşündüm. Hakkında yazı yazma isteğim fotoğrafları dosyalarken, düzenli olarak çalışma ritmi oluşturmak adına her iki haftada bir yazıyı tamamlamayı hedefledim. Seçtiğim malzemeler, benim görebildiğim, bildiğim kadarıyla daha önce yayınlanmamışlardı. Malzemenin nasıl elime geçtiğini anlatırken bir tür günce-otobiyografi, sanatçılar hakkında yazı yazarken de portre-deneme türüne yakınlaştığımı duyumsadım.


d Grubu’nun kurucu üyelerinden olan Zeki Faik İzer’in ismini biliyor, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki eserlerini az çok tanıyordum. Ama 7-28 Aralık 1984’te Garanti Bankası Sanat Galerisi yöneticisi Sema Çağa tarafından düzenlenen Resim ve Halı Sergisi sanki bambaşka bir ressamı ortaya çıkarıyordu. 1970-1984 yıllarını Fransa’da geçiren İzer’in çok uzun süreden beri İstanbul’da açılan bu sergisini üst üste birçok kere gezmiştim. Ama büyük boyutlu kolajları ve halıları kavramakta zorluk çekiyordum. Sema Çağa’nın yardımlarıyla 15 Aralık 1984, Cumartesi günü galeride Zeki Faik ve eşi Sevim İzer ile tanışmak, onların yardımıyla çalışmalara bakmak olağanüstü bir tecrübeydi. Sergi kapanmadan kısa bir süre önce galeride tesadüf eseri görüştüğüm Sevim İzer’e, diğer çalışmalar hakkında sorular sorduğumda, bana telefon numaralarını vererek, istediğim zaman ziyaretlerine gelebileceğimi bildirmesinden etkilenmiştim. Ancak üniversite sınavları nedeniyle ancak 1985’in sonunda Küçük Bebek’teki ev atölyelerine ilk ziyaretimi gerçekleştirdim. Bu sırada kolajlar hakkında konuşurken Zeki Faik sergilemediği çalışmalarla dolu büyük bir dosyayı açtı. Birbirinden etkileyici bu çalışmalara bakarken, o çok korktuğum soru geldi: “Neden bu kadar ilgilisiniz?” Resim kurslarına gittiğimi ama ressam değil, sanat tarihçisi olmak istediğimi ve ilk kez gördüğüm resimlerinden çok etkilendiğimi söyledim. İzer ısrarla “neden?” diye sormaya devam ediyordu. O zaman şimdiye kadar Türk ressamlarının hep Batı sanatından etkilendiklerini, kendisinin ise son sergisinde Uygur, Çin, Orta Asya sanatlarına yöneldiğini gördüğüm için şaşırdığımı, bunun nedeni merak ettiğimi bildirince farklı bir noktaya geldik.


7 Şubat 1986’da başlayan ziyaretlerimi 12 Aralık 1988’deki vefatına dek düzenli olarak sürdürdüm. Zeki Faik ve Sevim İzer’le geçen her saatin ayrıcalığı, sanatın, müziğin, dansın sadece konuşulmasından değil, fiziksel olarak yaşanmasından kaynaklanıyordu. Bu zamanı daha da arttırabilmek, beraberlikleri uzatabilmek adına, Zeki Faik İzer hakkında kapsamlı bir yazmak için resimlerini görmek istediğimi söylediğimde her ikisi de bu fikri benimsediği için, her ziyaretimin belli düzeni, akışı olurdu. Ben gelmeden Zeki Kocamemi’nin eliyle yapmış olduğu masanın üzerinde İzer’in farklı dönemlerine ait dosyaları hazır dururdu. İzer’in kitaplığı, resim sehpası, koltukları da Kocamemi’nin marangoz atölyesinden çıkmıştı. Abarttığım sanılmasın, yüzlerce desen, guaj, kolaj başta olmak üzere kağıt çalışmalarına tek tek bakarken, İzer bir çoğu imzasız, tarihsiz olan bu işlerini imzaladığı için, hayatının o dönemine ait bir çok detayı da aktarıyordu. Bu konuşmaları elimin altındaki defterlere hızla not almaya çalışırken, çoğu kez anlattıklarının çekiciliği, renkliliği karşısında kalemimin durduğu olurdu. Neler duymamıştım ki: 1920’lerdeki yokluk yıllarında Akademi bitirme sınavında ödül kazanan resimlerin belli bir süre sonra üzerine tekrar çalışmaları için yeni gelen öğrencilere dağıtıldığı, Akademi rıhtımında tutulan balıkların nasıl pişirildiği, İstanbul’un ilk özel galerisi olan İsmail Oygar Galerisi’nin kuruluş hikayesi, Hale Asaf’ın konuşma biçimi, Halil Dikmen’in kravatları... Bu çalışmalar sırasında kendisinin seçtiği müzikleri dinlerken, arada bir “Bil bakalım kimin bu müzik?” sorusunun yanıtını hiçbir zaman doğru yanıtlayamadım... Onun birbiri arkasından değiştirdiği plaklardan o kadar çok Beethoven, Chopin, Brahms, Schubert, Stravinsky dinledim ki, zamanla İzer’in çizgisi, renkleri onun müzik zevkiyle beraber belleğimde bir yer edindi.


Zeki Faik İzer, Balıkçılar, 1930-40, Necmi Sönmez Arşivi


Yanından desen defterini, kalemlerini hiç eksik etmeyen bir sanatçı olduğu için 1920’lerden 1980’lere dek belki binlerce defter üzerine çalışmıştı. Bu defterlere bakarken bazen aralarından çıkan küçük ebatlı vintage fotoğraflar dikkatimi çekerdi. Zaman içinde desenler kadar bu fotoğrafların da onun yaratı sürecinde bir yeri, önemi olduğunu kavramaya başladım. O yıllarda bunun İzer resmi üzerindeki ağırlığını fark edecek bir donanımım olmadığı gibi, sanatçının hangi koşullarda, nerede fotoğraf çekmeye başladığını, baskı tekniklerini nasıl öğrendiğini sormayı beceremedim. Onun fotoğraflarından çok desenlerine olan aşırı ilgisi, deseni tüm sanatsal eylemlerinin en üst noktasına yerleştirmesi beni daha çok düşündürüyordu. Çalışmalarımız sırasında bazen önümüzdeki desen defterindeki çalışmalarını değerlendirdiği bir tuvalini kendisine göre istiflediği raflarının arasından çıkarıp resim sövalesinin üstüne koyduğu da olurdu. Defterdeki çizgilerin, bazen eşzamanlı, bazen yıllar sonra bir tuval üzerindeki değişimini gösterirken dilinden hiç düşürmediği bir ritim kavramı vardı: “Çizginin ritmi, fiili ritim, akan ritim, dans eden ritim...” Bir gün televizyondan izlediği bir kuş belgeseli sırasında çizdiği bir desen defterine bakarken, ilk sayfalardaki kanat formunun defterinin sonlarında saf soyut çizgilere ulaşmasını gördüm. İzer bu sırada, kitaplığının bir köşesinden çıkardığı siyah beyaz bir kuş fotoğrafını ve benzer temalı bir tuvalini de masanın üzerine koyduğunda “görsel ritmin eşzamanlılığı” hakkında biraz olsun önümün açıldığını hissettim. Desen, tuval ve fotoğraf üç ayrı teknik olmalarına rağmen İzer bunları birbirini destekleyen bir örgünün eşdeğer parçaları olarak görüyor, aralarında belli bir önemlilik kategorisi kurmuyordu. Vefatından kısa bir süre önceye gelen bu görüşme adeta kafamda çakılı kaldı. Çünkü bu üç tekniği bir araya getirmesiyle İzer’in kurgulamış olduğu bir görsel dünya vardı. Bu görsel dünyanın varlığını duyumsadığım sıralarda sanatçının beklenmedik vefatı konu hakkında daha derinlere inebilecek olan bir diyaloğa engel olmuştu. Yeterli görsel donanımım olmadığı bir dönemde İzer’in söyledikleri o kadar ilginç, o kadar farklıydı ki, tam olarak kavrayamasam da içgüdüsel olarak bu ipin ucuna sıkı sıkı sarılmam gerektiğini duyumsuyordum.

Sevim İzer’le olan diyaloğum 1989 sonunda sanat tarihi doktorası yapmak için İstanbul’dan ayrıldıktan sonra da sürdü. Artık ona daha çok İzer’in fotoğraflarını, bu çalışmalar hakkında kendisinin neler düşündüğünü sorar olmuştum. Sevim İzer her görüşmemizde kendi arşivinde bulduğu fotoğrafları, negatifleri önüme koyarken, İzer’in 1930’lu yıllarını, fotoğrafa nasıl başladığını, bu alandaki çalışmalarını nerede değerlendirdiğini konuşuyorduk. Paris’e 1934’te kendi kararıyla ikinci kez gittiğinde 1936’ya kadar maddi açıdan oldukça sıkıntılı bir zaman geçirmiş. Nerede, nasıl çalışabileceğini araştırırken bir fotoğrafçının yanında “rötuş” yaparak fotoğrafla aktif olarak ilgilenmeye başlamıştı. Gerçi 1937’de Akademi’de Fotoğraf Bölümü’nü kurduğu, fotoğraflarını sergilediği, bu çalışmalarının farklı dergilerde yayınlandığına dair biyografik notlar biliniyordu. Ama İzer’in fotoğrafçılığı, fotoğraflarıyla resimleri, desenleri arasındaki “düşünce-eylem-yaratı birliktelikleri” onun için yayınlanmış kapsamlı monografik kitaplarda yeterince ele alınamamıştı. Sıtkı M. Erinç (1990), Adnan Turani (1995), Gül İrepoğlu (2005) tarafından kaleme alınan bu geniş soluklu yayınlar İzer’i ısrarlı bir şekilde “soyut sanat” bağlamında değerlendiriyor, fotoğraflarını pek fazla dikkate almıyorlardı. Bu alandaki ilk önemli çalışma 2005’te Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde Nihal Elvan Erturan’ın hazırladığı Siyah-Beyaz İzler Fotoğrafçılığıyla Zeki Faik İzer sergisi ve kataloğudur. Seyit Ali Ak tarafından kaleme alınan sunu yazısı ve tamamı 1937-50 arasında çekildiği düşünülen fotoğraflar İzer’in bu alanda gerçekleştirdiği atılımı ön plana çıkarmaktaydı. Bu sergiyi izledikten sonra İzer’in tüm resim serüvenine farklı bir noktadan bakarak yorumlamak gerektiğini fark ettim. Evet çalışmaya ressam olarak başlamış bu alanda klasik bir eğitim almasına rağmen 1934’te yeni bir teknik olan fotoğrafla tanışarak, Solarizyon başta olmak üzere ülkemizde bir çok karanlık oda deneyini ilk kez gerçekleştirmişti. Bu deneyler onun, hem 1935-1955 arasındaki figüratif dönemini, hem de 1955-88 yıllarını kapsayan soyut çalışmalarını etkileyerek çok farklı bir yorum geliştirmesini sağlamıştı. 2005’te kafamdaki farklı bir İzer biyografisinin ilk notlarını henüz öğrenciyken toplamaya başladığım erken dönem fotoğraflarından yola çıkarak almaya başladım.


Zeki Faik İzer, Otoportre, 1939, Necmi Sönmez Arsivi


Kafamdaki soruları, elimdeki arşiv malzemelerini değerlendirebileceğim ilk olanak 2008’de Fotografie Forum Frankfurt’ta Celina Lunsford’la birlikte hazırladığımız Turkish Realities Positions in Contemporary Photography and Video from Turkey sergisinde çıktı. Burada İzer’in 1940’larda çektiği fotoğrafları, Yıldız Moran’ın çalışmalarıyla birlikte sergileyerek farklı bir tarihsel çerçeve oluşturmayı düşünmüştük. Serginin hazırlıkları sırasında ve ardında sanatçının oğlu Sadi Faik İzer’le olan konuşmalarım erken dönem İzer fotoğraflarını daha iyi kavramama yardımcı oldu. Bu çalışmalar bir yanda sanatçının Lhote atölyesinde tanışarak evlendiği ilk eşi Micheline ile oğlu Sadi’nin günlük aile yaşamını, diğer yandaysa genç bir ressamın kendisini çevreleyen dünyaya hangi konular etrafında baktığını ortaya çıkarıyor: balıkçılar, İstanbul, sanatçı atölyeleri, geziler. İzer’in aktif olarak 1950 sonlarında fotoğraf çekmeyi bırakana kadar kamerasıyla belgelediği konular, resimlerinde, desenlerinde de sıkça karşımıza çıkıyor. Bu çalışmaların tamamını bir araya getiren bir sergi açarak, sanatçının görsel oluşum sürecini, deneylerini, tartışmaya açmayı her zaman düşledim.

bottom of page