top of page
Ekmel Ertan

Yapay zekâ, doğal zekâ, doğanın zekâsı 

Verilerin metalaştırılırken kapitale dönüştüğü bir dünyada, sanat eserinin sunuluşu, bağlamı, konuları ve estetiği ile insan merkezli yapay zekâ mitine hizmet edip etmediğinin farkındalığı, hassasiyeti ya da seçimi hakkında düşünüyoruz


Yazı: Ekmel Ertan


Ekmel Ertan tarafından yapay zekâ ile üretilmiş görsel


Sık sık zekânın yapayından söz ettiğimize göre bir de doğalı olmalı. Ama bu yapay-doğal ikiliğini kıran bir üçüncüsünü de denkleme ekleyebiliriz: doğanın zekâsı. İkiliklerin dışına çıkınca düşüncemiz zenginleşiyor, anlam genişliyor. Sanat da bunu yapmaz mı? Bu yazı Yapay Zekâ etrafında geliştirilen söylem ve sanat ilişkisine bakıyor.


Son verilere göre, türlerin soyu, insan etkisi olmaksızın tükeneceklerinden en az 1.000 kat daha hızlı tükeniyor. Vahşi hayvan popülasyonu 1970'ten bu yana üçte ikiden fazla azalırken, insan nüfusu iki kattan fazla artmış. Gezegenimizin tarihinde daha önce türlerin ve biyo-çeşitliliğin hızla kaybolduğu beş yok oluş yaşandığını biliyoruz. Bunların beşincisi bir gök cisminin dünyaya çarpmasıyla dinozorların yok olduğu zamandı. Bilim insanları ve aktivistler şu anda yaşananları Altıncı Kitlesel Yok Oluş olarak adlandırıyor. 


Sanayi, tarım ve fosil yakıt kullanımı nedeniyle havadaki karbondioksit milyonlarca yıldır görülen en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. Kimyasal döngülerin bozulması denizleri ve nehirleri ölü bölgelere dönüştürüyor. Küresel ısınma buzulların erimesine, deniz seviyelerinin yükselmesine, seller, kuraklıklar ve kasırgalar gibi şiddetli hava olaylarının artmasına neden oluyor.¹ Bütün bunların sosyal ve politik sonuçlarıyla baş etmek durumundayız.


Dünya tarihinin son 11.700 yılına Holosen Çağı deniyor; son büyük buzul çağının sona ermesinden bu yana geçen süre. İnsan türü çok daha eski, 8-4 milyon yıl, Homo Sapiens ise 200-300 bin yıl kadar geriye gidiyor. Ama Homo Sapiens’in dil yetisini geliştirmesi sadece 50.000 yıl kadar öncesine dayanıyor. Yine de insanlığın kaydedilmiş tüm tarihi, tüm medeniyetlerinin yükselişi ve çöküşü Holosen denilen, Buzul Çağı’nı takip eden bu nispeten sıcak dönemde gerçekleşiyor. Yani esasen insan türü, en temel teknolojilerden biri olan tarımın başlangıcından bu yana yaklaşık 12.000 yıldır çoğalmaya devam edip teknolojiler geliştirerek ve medeniyetler kurarak dünyayı değiştiriyor. 


İnsan etkisinin jeolojik değişimlere sebep olması ise çok daha yeni. Holosen’i takip ettiği kabul edilen döneme Anthropocene² deniyor. Antroposen, yani İnsan Çağı olarak adlandırılan bu “jeolojik” çağın kesin bir başlangıç tarihi yoksa da 1780’lere yani Endüstri Devrimi’nin başlarına kadar uzanabiliyor. Anthropocene Working Group ise Antroposen’in başlangıcını 1950’lere çekiyor.³


Dünya çapında fosil yakıtların yakılması, nükleer silahların patlatılması (Atom ve Hidrojen bombası testleri) ve kimyasal gübrelerin yaygın kullanımıyla 1950’lerde İnsan Çağı başlıyor ve kısa sürede, plastiğin ve diğer kimyasalların toprağı, suyu ve hatta bedenlerimizi işgal etmeye başlaması, aşırı hava koşulları, biyoçeşitliliğin yok oluşu gibi bu çağın tüm semptomları görünür hale geliyor.


Bu bahsettiklerim doğal zekâya dair… Buraya kadar yapay zekâ resme dâhil olmadı. Doğal zekâ bizi buraya getirdi, ama “doğanın zekâsı” da değil bu. Bizim yapay zekâyı karşısına koyduğumuz doğal zekâ, insan zekâsı. Böyle olunca insan zekâsına dönüp bakmak gerekiyor. Hangi insanın zekâsı bu “doğal” olan?


14. yy sonunda Rönesans ile başlayan süreçte gelişen Hümanist düşünce insanın hayatı üzerinde ilahi ya da doğaüstü güçlerin değil sadece kendisinin söz sahibi olması gerektiğini öne sürerek insanı merkeze taşıdı. 16.yy’da reformlar sürecinde kilisenin gücünü kaybetmesiyle insan zavallı günahkâr konumundan eyleyici (fail) konumuna yükseldi. Aynı sürecin bir parçası olarak Descartçı düşüncenin ortaya çıkışı ile zihnin -yani aklın- bedeni öncelediği (“düşünüyorum öyleyse varım”), zihinle bedenin ayrıldığı düalizm, Batı düşüncesine hâkim olmaya başladı. 17-18.yy’da Aydınlanma dine, dinî otoritelere, feodal düzenin baskıcı yapısına karşı çıkarken insan merkezli düşünce, aklı -rasyonel düşünceyi- dolayısı ile insan zekâsını ve bilimi yüceltiyor. Sürekli ilerleme anlayışı Aydınlanma döneminin bir ürünü. Hümanizm’in merkeze taşıdığı ve bütün değerlerini etrafına inşa ettiği insan aklı, Aydınlanma’dan bu yana bilimin ve teknolojinin desteği ile giderek güç ve güven kazanıyor. 


Ne var ki, süreç içerisinde, hümanizm insanı merkeze koyarken onu kendisini oluşturan tüm öğelerden ve çevresinden kopararak bir "salt insan" kavrayışı geliştirdi, insanın doğal veya kültürel (teknoloji gibi) tüm var olanların bir parçası olarak var olduğunu unutturdu. Bu yanıyla Avrupa merkezli Hümanizm insanı tüm diğer varlıklardan üstün bir yere taşırken öte yandan insanlar arasında da bir hiyerarşi yaratarak sömürgeciliğe de zemin hazırladı. Bu noktada salt insanın kim olduğuna, neyi temsil ettiğine bakmak gerekiyor. O hep güç sahibi, varlıklı, beyaz, erkek insandı. 


Posthümanizm insanı tüm değerler sisteminin merkezine koyan Hümanist anlayışa karşı çıkarken aslında onu genişleterek bir adım öteye de taşıyor. İnsanın birlikte var olduğu tüm doğal ve kültürel varlıklarla birlikte ve sadece bu birliktelik içerisinde mümkün olduğunu kavradığı bir etik kurması gerektiğini öne sürüyor. Başak Ağın’dan alıntılayarak: “Anthropos’un geleneksel Batı düşüncesindeki konumlanışı gereği ten rengi beyazdan farklı olan, geleneksel-normatif bir erkek olmayan, akli ve fiziksel sağlığı tam olmayan, belli bir yaş ve yetişkinlik kriterine uymayan, spesifik bir dünya görüşüne ve inancına sahip olmayan herkesi ve her şeyi dışlayan “insan” tanımı Posthümanizmin asıl eleştiri hedefidir”. 


Posthümanizm, gücü ve dolayısı ile fail konumunu⁵ insandan alıp ona tek fail sen değilsin diyor, hatta senin kendini fail sanışın da pek şüpheli! Bu yaklaşım insanın kendisini diğer tüm canlı ve cansız varlıklarla aynı yatay düzlemde görmesi, birlikte var olduğunu kavraması, yaşamını ve değerlerini bu anlayış üzerine kurması gerektiğini söylüyor.


Doğal Zekâ olan ben, her kararımı vücudumdaki bakteriler, mikroplar ve virüslerle birlikte, tüm dış koşulların etkisinde veriyorum. Karnım ağrırken başka, hava yağmurluyken başka, bir dostumu kaybettiğimde bambaşka türlü düşünüyorum. Bedensel ve çevresel koşulların yanı sıra tüm kararlarım veya edimlerimi yöneten düşüncelerim, çocukken gördüğüm sevgi veya sevgisizlik, yaşadığım mutluluklar ya da travmalar, tüm öğrendiklerim ve deneyimlerim, yani bildiklerim ve bir o kadar da cahilliğim; bilmediklerim, bildiğimi bilmediklerim, bilmediğimi bilmediklerimle beraber oluşuyor. Yani doğal zekâ oldukça özgün ve öznel bir şey.


Buradan, bugün Yapay Zekâ dediğimiz şeyin ya da Yapay Zekâ diye mitleştirdiğimiz şeyin pek ala hümanist, insan-merkezci düşüncenin ürünü olduğunu söyleyemez miyiz? Tek tek Yapay Zekâ uygulamalarından söz etmiyorum, Yapay Zekâ fikrinden söz ediyorum, mit deyişim o yüzden. Çünkü tüm insanlığı temsile gücü olan "bir tür zekâ"dan, bir zekâ ideasından söz ediyoruz, o da temsiliyetini Leonardo’nun Vitruvius Adamı’nda bulan hümanizmin insanı. Dolayısı ile sadece hayvanlar, bitkiler, nehirler, mikro organizmalar gibi diğer türleri (doğanın zekâsını) dışlayan bir zekâ değil, kendi türü içerisinde de hiyerarşi yaratarak (az insan, çok insan; üstün insan) ötekileştiren, ötekileştirdiklerini de dışlayan bir zekâ.⁶ O hâlde esasen güç sahibi, varlıklı, “sağlıklı”, beyaz insanın zekâsından söz ediyoruz. Yani ötekileştirme eylemciliğine sahip olanın, dolayısı ile iktidarın zekâsından söz ediyoruz. Oysa doğada böyle tek ve indirgenmiş bir zekâ yok. Doğanın zekâsı çoğul ve çeşitli.


Peki, doğanın zekâsını taklit etmeye çalışmayalım, ancak Yapay Zekâ fikrinin tekil bir zekâ ideasına -salt insanın zekasına- indirgenmiş olması da yeterli değil. Çünkü indirgenmiş olsa dâhi, öyle bir zekâ da çevreden, bedenden, sosyo-kültürel ilişkilerden bağımsız değil. Bu yüzden Yapay Zekâ’dan söz edildiğinde başvurulan diğer bir kavram da Yapay Genel Zekâ (AGI). Bugüne kadar bildiğimiz, konuştuğumuz tüm Yapay Zekâ uygulamalarına Sınırlı Yapay Zeka (Narrow AI) deniyor. Çünkü bunların hepsi farklı modellerle belli bir problemi çözüyor, insanlar tarafından kontrol ve modere ediliyor ve hiçbiri herhangi bir dünya meselesi hakkında düşünce geliştirme kapasitesine sahip değil. Yapay Genel Zekânın ancak dış dünya ile otonom bir ilişki ve iletişim içerisinde mümkün olduğu düşünülüyor; ama bu kolay kolay varılamayacak bir hedef olarak duruyor.


Sanatçıların kullandığı Yapay Zekâ uygulamaları da bu Sınırlı Yapay Zekâ sınıfına giren Makine Öğrenmesi (Machine Learning) algoritmaları. Aslında terminoloji de değişiyor, bazı sanatçılar artık işin künyesine Yapay Zekâ yerine Makine Öğrenmesi (Machine Learning) kullandığını yazıyor. Çünkü bugün Yapay Zekâ denilen şey esasen beynin -bilindiği kadarı ile- işleyişinden esinlenerek geliştirilmiş, çok fazla veri ve değişkeni işleyebilen, oldukça karmaşık Makine Öğrenmesi Algoritmaları. 


1950’lerde Yapay Zekâ çalışmaları başladığında Büyük Makine Miti (Big Machine Myth) bu tartışmalara eşlik ediyordu. 1950’lerde bilgisayarlara genel olarak elektronik beyin (de) deniyordu ki bu söylem Türkiye’de yakın zamanlara kadar sürdü. Makine, insan beyni ile aynı yere konuyor ve elbette kararsızlık, duygusallık, çaresizlik hissi gibi insani yetersizliklerden arınmış olduğu için daha üst bir seviyeye geçiyordu. Armin Medosch’a göre, Elektronik Beyin miti bizim elektronik beynin “tüm” işleri insandan daha iyi yapacağına inandırılmamıza dayanıyor. Bu mit bugünlerde yapay zekâ söylemi ile beden buluyor. Sanatın buradaki rolü tam da bu “tüm” işlerin makineler tarafından yapılabilirliğini kanıtlamak zira Yapay Zekâ’ya dair bir çok deneyin en insana özgü olduğu düşünülen sanat alanında “başarı gösteriyor” olması, her alandaki başarısının kanıtına dönüşüyor.


1950’lerde sanatçıların da kullanmaya başladığı bilgisayar teknolojileri dönemin savaş teknolojileri idi. Dolayısı ile bilgisayarı mecrası olarak kullanan sanatçılar ikircikliydiler ve genel olarak sanat dünyası teknolojiye karşı bir konum almaktaydı. 1980’lerde “dijital devrim”le başlayan süreçte, bir yandan henüz finansal kapital devreye giremeden, genç insanların elinde hızla toplumsallaşan dijital teknolojilerin toplumları demokratikleştireceği inancı mevcuttu öte yandan da bu anlayışın bir uzantısı olarak teknoloji eleştirisi Yeni Medya Sanatı’nı politik bir zemine oturttuyordu. Ancak dijitalin gündelik hayatın olağanlığı içerisinde görünmezleştiği post-dijital günümüzde bu tartışma ve karşı duruş artık görünmez hâle geldi. 


Bugün Yapay Zekâ sanatçı olabilir mi, Yapay Zekâ sanatı olur mu olmaz mı gibi pek de anlamı olmayan tartışmalar yerine neden Orta Doğu’da yapay zekânın, üstelik ülkemizde üretilen drone’lar (IHA, SİHA’lar) da dâhil olmak üzere, kimin öldürüleceğine karar veren ve bunu fiilen gerçekleştiren teknolojiler olması üzerine konuşmuyoruz? Armin Medosch sanat etrafında geliştirilen söylemlerin 1960’larda gündem olmasına dair tam da bunu söylüyordu; durum bugün de pek farklı değil. Biz Yapay Zekâ sanat yapabilir mi tartışmasını yaparken Yapay Zekâ yanı başımızda insanları öldürmeye devam ediyor. Daha fenası kimi öldüreceğine kendisi karar verebiliyor; bu otonomiye sahip, zira hümanizmin korumasına girmeyen "öteki"ni öldürmek mübah. Orta Doğu ve tüm savaş alanları Yapay Zekâ araştırmaları için eğitim ve test alanları.

Durum bu iken Yapay Zekâ ile sanat arasındaki ilişkiye, bu ilişkideki sunum biçimlerine, üretilen işlere, geliştirilen estetiğe, konu edinilen meselelere bir kez daha eleştirel bir gözle bakmak gerekiyor.


Yapay Zekâ bir yandan bir mühendislik konusu, teknik bir araştırma ve uygulama meselesiyken, öte yandan çeşitli uygulamalarla bireysel ve sosyal hayatımızı yöneten bir unsur ve elbette bir endüstri. Bu endüstri dijital kapitalizm, platform kapitalizmi, veri kapitalizmi hatta Yapay Zekâ kapitalizmi⁹ de denilen günümüz kapitalizminin giderek güçlenen, temel endüstrisi haline geliyor. Konumuz gereği, yapay-zekâ kapitalizmi diyelim ve Pieter Verdengem’dan¹⁰ aktararak verinin metalaştırılması, veri hafriyatçılığı, yetenek avcılığı ve büyük işlem gücü ihtiyacı dolayısı ile tekelleşme gibi yapay-zekâ kapitalizminin temel unsurlarına bakalım. 


Verinin metalaştırılması, duygularımızın, anılarımızın, yapıp ettiklerimizin izlerinin, fikirlerimizin, arzu ve isteklerimizin alınıp satılabilir metalara dönüşmesi anlamına geliyor. Sosyal medya veya benzeri platformlara yüklediğimiz her fotoğrafla kullanıcı olarak anılarımızı, düşüncelerimizi, arzularımızı metalaştırıyoruz; onları prestij, bilinirlik, sosyal çevre gibi çeşitli gerekçelerle metalar haline getiriyor ve değişime sokuyoruz. Verinin metalaşması ancak dijitalleşme ile mümkün, bu da bir tür indirgemeyi gerektiriyor, sadece ölçülebilen şeyler ve ölçüldüğünde yani dijitalleştiğinde değişim değeri kazanıyor. O zaman duygulanımlarımızın değil onların veriye dönüşmüş dijital kayıtlarının (değişim) değeri var. Dolayısı ile kapitalizmin temel motivasyonu metalaş(tır)ma Yapay Zekâ ile genişleyerek ve çoğalarak sürüyor. 


Verinin metalaştırılması kapitalizmin bir başka unsuruna bağlanıyor, madenleri, kömür ve petrolü, tüm doğal kaynakları sorgusuzca çıkartıp kullanmayı hak gören hafriyatçılık (extractivism) bu kez veri üzerinden devam ediyor. Platformlar metalaştırdıkları verileri topluyor, hammadde olarak kullanıyorlar, bunun için ne sahibinden izin alınıyor ne de bir ödeme yapılıyor, hafriyatçı anlayış her alanda devam ediyor. Veri metalaştırılırken bir yandan da kapitale dönüşüyor. 


Bu noktada ağ etkisi ile tekelleşme başlıyor. Çünkü biz görünebilmek için en çok görünebileceğimiz, yani en kalabalık, yere gidiyoruz. Biz dijital platformlarda toplaştıkça kapitali büyütüyoruz. Platform yeni özellikleri ekleyerek bizleri toplamaya devam ediyor. Daha fazla kullanıcı, daha fazla işçi, daha fazla veri ve daha fazla kapital anlamına geliyor. 

Platformlar büyüyor. Platformlar büyüdükçe sadece biz kullanıcılar için değil, yaratıcı ve yetenekli insanlar, mühendisler, araştırmacılar için de bir çekim odağı olmaya başlıyor. Akademiden piyasaya onlarca yeni girişim araştırmaları, üretimleri ve hedefleri itibari ile platformlar tarafından yönetilir hale geliyor. Yüksek ücretlerle platformlar için çalışan mühendisler ve araştırmacılar çalışma piyasasındaki dengeleri de bozuyor. Yüksek ücretlerle platformlara hizmet verenlerin yanında, düşük ücretli işlerde aslında yine bir şekilde dolaylı olarak aynı platformlara veri sağlayan diğer mühendisler ve mavi yakalılar, halkanın sonunda da sosyal “varoluşları/görünüşleri” karşılığında ücretsiz çalışan sosyal medya kullanıcıları var.


Bugünkü hâli ile yapay zekâ hayatlarımızan çıkarılan bu veriler olmadan mümkün olamazdı. Dolayısı ile bütün sistem aslında bir tür kültürel hafriyatçılık üzerine kurulu. ChatGPT tüm interneti okuyarak oluşturduğu modelle sorularınıza cevap veriyor, benzer şekilde görsel çıktılar sunan diğer generative AI modelleri de. Burada telif problemleri, mahremiyet sorunları, önyargıların ana söylem oluşturması gibi ciddi meseleler de ortaya çıkıyor elbette.


Öte yandan bu veriyi toplamak, çıkarmak ve işlemek çok büyük bir işlem gücüne ihtiyaç duyuyor. Şu anda ChatGPT, 570 GB veri (chatGPT’ye sordum: 1,000 words per page: 589,824 megabytes * 1,024 KB/megabyte / 5 KB/page ≈ 120,795,955 pages ) ile 175 Milyar parametreye sahip. Bu çok büyük bilgi işlem gücü demek. Dolayısı ile hem Zekâ’yı mümkün kılan verileri toplamak hem de onları işlemek için süper bilgisayarlara ihtiyaç var. Bu sadece donanım ve yazılım araştırmaları ve altyapısına değil aynı zamanda aynı ölçüde enerjiye de ihtiyaç olduğu anlamına geliyor (ki enerji tüketimi de başlı başına bir problem). Sonuç olarak bu süreç dev teknoloji şirketlerini gerektiriyor ve tekeller yaratıyor. 


Tablo: Önde gelen Yapay Zekâ şirketlerinin değerleri*


Dolayısı ile Yapay Zekâ araştırmalarını yöneten ve Yapay Zekâ teknolojisini geliştiren platformlar aynı zamanda dijital devrimle dönüşen sermayenin de toplandığı şirketler. Evet bu şirketler Antroposen dediğimizde aklımıza ilk gelen şirketler değil (petrol ve kömür sanayi, otomotiv endüstrisi vs.) ama aynı yöntemlerle çalıştıklarını görünce beklentilerimiz neden farklı olsun? 


Aynı alana yönelmiş olan diğer büyük yatırımcılar ise devletler; devletlerin Yapay Zeka araştırmalarını bu araştırmaların savaş teknolojilerinin geliştirilmesi ayağını ve bu şirketlerin devletlerle olan gizli veya açık ilişkilerini de hesaba katmak lazım. 


Elbette Yapay Zekâ, ve esasen Makine Öğrenmesi (Machine Learning) özellikle 2000’den bu yana süregiden gelişmelerle, yaratıcılarını bile şaşırtan muhteşem bir teknoloji. Yapay Zekâ bazı araştırmacılarca Genel Amaçlı Teknoloji (GPT) olarak anılıyor. Bu da buhar makinesi, elektrik, internet gibi, yaygın kullanım, sürekli gelişime ve farklı alanlara adapte olma özelliğine sahip olması anlamına geliyor. Bu doğrultuda Yapay Zekâ’nın köklü değişikliklere sebep olacağını öngörebiliriz. Ancak sadece algoritmik tekniklere, mühendislik çözümlerine odaklandığımızda Yapay Zekâ için gereken bilgi işlem gücününi, gerek materyal (madenler, mineraller vs) gerek enerji ihtiyacı, genel olarak Yapay Zekâ endüstrisinin dünyaya etkilerini sürekli teknik ilerleme odaklı tek yol olarak görüldüğimüzde uzun veya kısa vadede varacağımız yer, posthumanist düşüncenin önerdiğinden çok farklı olacak. Çoklukla Posthümanizm ile karıştırılan Transhümanizm bu. Tekno-çözümcülüğün yüceltilmesi. Teknolojinin tüm problemleri çözeceği ve merkezî konumunu koruyarak insanı daha da üstün ve güçlü kılabileceği inancı. Bu da tam anlamıyla Yapay Zekâ kapitalizminin bizi inandırmak istediği şey…


Kate Crawford “Yapay Zekâ’yı geniş ölçekte inşa etmek için gereken sermaye ve sermayenin Yapay Zekâ sistemlerini optimize ettiği görme, kullanma biçimleri nedeniyle, Yapay Zekâ nihayetinde mevcut baskın çıkarlara hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Bu anlamda Yapay Zekâ bir iktidar sicilidir.” diyor.


Mesele böyle ise sanat ve yapay zekâ ilişkisine nasıl bakmalıyız? Tüm tarihi boyunca insan her zaman teknoloji ile var oldu; teknolojiyi yarattı ve kullandı. Sanatçılar da teknolojiyi araçları veya mecraları olarak kullandılar. Yapay Zekâ veya makine öğrenmesi gibi bir araç geliştirilmişken, elbette sanatçılar da onun sağladığı yeni ifade biçimlerine, yeni imkânlara uzak kalmayacaklar. Ama Yapay Zekâ da sanatın sadece araçlarından veya mecralarından biri değil mi? Hatta onun ötesinde bugünün teknolojilerini veya bağlamını sorgulamak için de sadece teknolojiye güzellemeler yapmak değil, onu eleştirmek için de sanatçının elindeki en güçlü araç ve mecra tam da yine bugünün teknolojileri. Bütün mesele sanat eserinin sunuluşu, bağlamı, konuları ve estetiği ile insan merkezli yapay zekâ mitine hizmet edip etmemek farkındalığı, hassasiyeti ya da seçimi. 


Başka bir Yapay Zekâ mümkün mü sorusu bana komik geliyor. Zira mitin dışında bir Yapay Zekâ yok. Bizim bugün Yapay Zekâ dediğimiz ve sanatın söylem alanı içerisinde de yücelttiğimiz şey platformlar, platform kapitalizmi, Yapay Zekâ kapitalizmi. Gerisi makine öğrenmesi algoritmaları, geniş anlamıyla teknoloji, yani insan zekâsının araçları.


Yapay Zekâ’ya doğrudan veya dolaylı güzellemeler yapan, onu yücelterek arkasındaki dev platformları mitik unsurlar haline getirip dünya gerçeğinden koparan, doğrudan veya dolaylı olarak asıl olanı, yani teknolojinin eşitlikçi ve herkes için iyi bir yaşamın araçlarından biri olduğu fikrini unutturan bir “söylem”e aracı olmak sanat eserleri yerine, gelmekte/gelişmekte olan yapay zekâ kapitalizminin, ya da Varoufakis’in söz ettiği teknofeodalizmin, inşa araçlarından biri olarak yapay zekâya bakan eleştirel sanat eserlerii benim asıl ilgimi çekenler. 


 

Dip notlar:

²: “Antroposen kelimesi Yunanca insan ('anthropo') ve yeni ('cene') terimlerinden gelmektedir. 1980'lerde ortaya atılmış, ardından 2000 yılında atmosfer kimyacısı Paul J Crutzen ve diatom araştırmacısı Eugene F Stoermer tarafından popüler hale getirilmiştir. İkili, yeni bir jeolojik çağda yaşadığımızı öne sürdü. Türümüz Homo sapiens'in Dünya ve sakinleri üzerinde o kadar önemli bir etkiye sahip olduğu yaygın olarak kabul edilmektedir ki, onun sistemleri, çevresi, süreçleri ve biyolojik çeşitliliği üzerinde kalıcı ve potansiyel olarak geri döndürülemez bir etkiye sahip olacağız.” 

Paul J Crutzen ve Eugene F Stoermer’in 2000’de yazdıkları makale burada bulunabilir: https://www.mpic.de/3865097/the-anthropocene 

³: “Bu sinyallerin en keskin ve küresel olarak en senkronize olanı, birincil bir işaret oluşturabilecek olanı, 1950'lerin başlarında yapılan termonükleer bomba testleriyle dünyaya yayılan yapay radyonüklidlerdir.” http://quaternary.stratigraphy.org/working-groups/anthropocene/ 

“Temmuz 2023'te AWG, Kanada'nın Ontario eyaletindeki Crawford Gölü'nü önerilen yeni çağın başlangıcını temsil eden bir alan olarak seçti. Bu göldeki tortu, grubun Antroposen'in başlangıcını 1950'lere yerleştirmek için seçtiği önemli bir işaret olan hidrojen bombası testlerinden kaynaklanan plütonyum seviyelerinde bir artış olduğunu ve sırasıyla fosil yakıtların yakılması ve kimyasal gübrelerin yaygın olarak uygulanmasından kaynaklanan karbon partikülleri ve nitratlar gibi diğer yüksek işaretleri göstermektedir.” https://www.npr.org/2023/07/11/1187125012/anthropocene-crawford-lake-canada-beginning 

⁴: “Özellikle son 60 yılda, bu insan etkileri daha önce görülmemiş bir hızda ve ölçekte ortaya çıkmıştır. Bu dönem bazen Büyük İvmelenme olarak da bilinmektedir. Karbondioksit emisyonları, küresel ısınma, okyanus asitlenmesi, habitat tahribatı, neslin tükenmesi ve geniş çaplı doğal kaynak çıkarımı, gezegenimizi önemli ölçüde değiştirdiğimizin işaretleridir.” https://www.nhm.ac.uk/discover/what-is-the-anthropocene.html 

NASA, görsel kanıtları topladığı Küresel İklim Değişikliği sitesinde, kısa notlarda şöyle özetliyor:

“- Dünya'nın iklimi tarihi boyunca değişmiş olsa da, mevcut ısınma son 10.000 yılda görülmemiş bir hızda gerçekleşmektedir.

 - Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli'ne (IPCC) göre, "1970'lerde sistematik bilimsel değerlendirmelerin başlamasından bu yana, insan faaliyetlerinin iklim sisteminin ısınması üzerindeki etkisi teoriden yerleşik gerçeğe dönüşmüştür. "1

 -Doğal kaynaklardan (buz çekirdekleri, kayalar ve ağaç halkaları gibi) ve modern ekipmanlardan (uydular ve aletler gibi) elde edilen bilimsel bilgilerin tümü değişen bir iklimin işaretlerini göstermektedir.

 -Küresel sıcaklık artışından eriyen buz tabakalarına kadar, ısınan bir gezegenin kanıtları çoktur.”

Bu yazı her ne kadar yapay zekâ üzerine ise de esasen yapay zekâ ile ilgili gelişmelerin bizi bugüne getirenlerden pek de farklı olmadığını vurgulamaya çalıştığı için bu örnekler bence önem taşıyor.

⁵:  Faili İngilizcesiyle actor, yani “eyleyicilik”, eyleme gücü olan anlamında kullanıyorum, suçlu anlamında değil

⁶: Dijital Hümanizm grubu dijital teknolojilerin bu yanına dikkat çekmeye çalışıyor. “Bununla birlikte, hümanizmin bu klasik kavramlarını eleştirenler de vardır. Özellikle hümanistlerin eğitim ideali, Avrupa'nın kültürel üstünlüğüne dair inançları desteklediği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Dahası, insan öznesine odaklanmak her zaman bu öznenin tam olarak kim olduğu ve hangi özelliklerinin temel kabul edilmesi gerektiği konusunda eleştirel bir inceleme gerektirir. Ancak günümüzde Dijital Hümanizmin kesinlikle bir üstünlük ya da sömürgecilik misyonu yoktur; tam tersine, günümüzün dijital teknolojilerinde zaten var olan sömürgeci eğilimlere eleştirel yaklaşmaktadır.” https://doi.org/10.1007/978-3-030-86144-5 

⁷: Ertan, E., Yapay Zeka, Sanat ve Diğer Yanlış Anlamalar, ArtUnlimited, Temmuz 2023 https://www.unlimitedrag.com/post/yapay-zeka-sanat-ve-diger-yanlis-anlamalar 

⁸:  A.g.e.

⁹: Pieter Verdengem, Dismantling AI capitalism: the commons as an alternative to the power concentration of Big Tech, March 2022 , AI & SOCIETY, https://doi.org/10.1007/s00146-022-01437-8 

¹⁰: A.g.e.

Comments


bottom of page