top of page

Tünelin sonundaki ışık?

İBB’nin raylı sistem tünellerini sanat mekanına dönüştüren projesi kapsamında Taksim-Harbiye hattı boyunca Melis Bektaş küratörlüğünde bir araya gelen İstanbul’da Şifa Bulmak isimli karma sergiyi değerlendirdik


Yazı: Ahmet Ergenç



Ece Eldek, Buluşma, Yerleştirme görüntüsü



Covid-19, virüs, hastane, aşı ve tedavi gibi lafların gündelik lugatı ele geçirdiği bugünlerde, insan ister istemez sağlık, iyileşme, hastalık, hayat ve ölüm üzerine -yeniden- düşünüyor. Bu sadece ontolojik bir düşünce de değil üstelik, sosyoloji de işin içine giriyor. Salgın koşulları hastalık ve iyileşmenin “toplumsal” bir mesele olduğunu iyice gösterdiği için, toplum olmanın anlamı ve hastalık denilen şeyin sosyolojisine dair de düşünüyoruz.


Böyle bir dönemde, çok yerinde bir sergi açıldı: İstanbul’da Şifa Bulmak. Sergi İstanbul’daki “azınlık” hastaneleri üzerine Cemre Gürbüz, Gabriel Doyle ve Naomi Cohen’in araştırmalarından yola çıkıyor. Bu araştırmadaki en önemli mesele şu sanırım: hastane denilen şeyin eskiden sadece bir “tedavi” merkezi değil, bir toplumsal iyileşme yeri ve hatta bir kültürel ve sosyal dayanışma yapısı da olması. Her anlamda sığınılabilecek bir “iyilik” ya da sağaltım yapısı olarak hastane... Bunun artık böyle olmadığını, hastanelerin son derece gayri-şahsi, psikolojik ve sosyolojik yapıyı gözetmeyen mekanik bloklar halinde tasarlandığını biliyoruz. Kimyasallara ve sermayeye bağlı bir sağlık sisteminde insanın sadece biyolojik değil, psikolojik ve sosyolojik varlık olduğu da unutuluyor, tecrübeyle sabit.


Sergide bir araya çok sayıda sanatçı bu sosyolojik ve psikolojik faktörleri araştırıyor. Farklı alanlardan sanatçıların işleri “arayışlar, aciliyetler ve olağanüstü haller” içinde iyileşme, acil durum, biyoloji, sosyoloji, bio-politika, dayanışma, ritüeller ve daha birçok şeyi ele alıyor. İşlerin ortak ve önemli noktası bence şu: Son zamanlarda ayakları hiç de toplumsal bir zemine basmayan new age bir hassasiyete (misal mindfulness ya da “beden-detoks” kampları) kaptırılan ve fena halde romantize edilen “şifa” kavramının ve “şifa bulma” durumunun aslında gayet toplumsal bir durum ve politik bir hak olduğuna işaret etmek. İnsanın “iyileşmek” için sadece kendi bedenini değil toplumsal bedeni de dinlemesi gerektiğini hatırlatmak. Ya da communitas’la immunitas arasında sarsılmaz bir bağ olduğunu ya da olması gerektiğini göstermek. Sergi mekanı olarak kullanılan “yaklaşım tüneli”nin barındırdığı o ortak his, aciliyet duygusu ve poetik birliktelik duygusu da, iyileşme denilen şeyin kolektif boyutunu daha da vurguluyor: “Hepimiz aynı tüneldeyiz,” der gibi.



Eda Emirdağ ve İrem Nalça, Tâli, Yerleştirme görüntüsü



İyileşmenin bu kolektif tarafını çok iyi gösteren bir iş var sergide: Eda Emirdağ ve İrem Nalça’nın Tali adlı yerleştirmesi, tünelin en sonunda bir “dertleşme kuyusu” yaratıyor. Zeminde bir kuyu ve tavana yansıyan bir kuyu-filmi sayesinde, kuyuya (aslında birbirlerine) dertlerini anlatarak iyileşen ya da en azından bir ortaklık duygusu içinde hafifleyen insanların hikayelerini duyuyorsunuz. Anlatma ve konuşmanın en iyi tedavi olduğunu söyleyen psikanaliz icat edilmeden çok önce, bir toplumsal ritüel olarak “dert anlatma” hep vardı ama sanki bugün bu ritüel azaldı. Böyle bir ritüelin hem cazip hem korkutucu öğesi olarak “kuyu” ilginç bir şekilde son zamanlarda çeşitli mecralarda karşımıza çıktı: Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’ı bir kuyu-çalışması üzerinde kuruluydu, Nuri Bilge Ceylan Ahlat Ağacı’nda “kuyu” kritik önemdeydi, Neriman Polat ve Nurcan Gündoğan da birkaç yıl önceki sergilerinde bir travmatik “geçmiş kuyusu” inşa etmişlerdi... Bütün bu kuyular bir toplumsal bilinçdışının yuvası gibiydi. Bu iş de biraz öyle, bilinçaltı ya da bilinç dışına ulaşabilecek bir seans gibi. Bu işin tünelin en sonuna yerleştirilmesinde de ayrı bir anlam var: Belki de tünelin sonundaki ışık kuyuda saklıdır, metaforik ve literal anlamda.


Ece Eldek’in Buluşma işi de böyle bir toplumsal işleve odaklanıyor: Bu işlevin artık varolmayışına. Tünelin orta yerinde, birbirine sırtını dönmüş dört sandalye ile bir “imkansız buluşma” anı yaratan Eldek’in işi, mezarların eskiden birer buluşma mekanı olarak kullanılmasına dayanıyor. Modern dünyada yaşamdan tamamen kopartılan ve memento mori olarak neredeyse hayatın ve şehirlerin dışına atılan mezarlıkların zamanında birer buluşma mekanı ve kamusal alan olarak kullanıldığını duymak ilginç. Aslında bu durum çağdaş dünyada ölümün dışlanmasına işaret eden mevcut politikalar üzerine de bir şeyler söylüyor. Biz artık ölülerimizle birlikte yaşayamıyoruz, onları hayatın diğer tarafına atıyoruz. Belki de şifa bulmanın yolu (dünyada var olmanın ve ölüm bilincinin şifası) ölümü hayatın ve toplumsal hayatın doğal ve olağan bir parçası olarak kabul edip, ölüm-mekanlarını da hayatın içine katmaktan geçiyordur. Modernizm belki de bu noktada bir hata yapmıştır: Ölümle hayat -tıpkı mit ile akıl gibi- birbirinden o kadar keskin çizgilerle ayrılmamalı, birinin varlığı diğerinin yokluğu üzerine inşa edilmemelidir.



Eda Emirdağ ve İrem Nalça, Tâli, Yerleştirme görüntüsü



Sergide şifa ya da iyileşmeye tersten bakan iki işten de bahsetmek isterim: Yekateryna Grygorenko AKABE adlı yerleştirmesiyle tedavi anından çok bir parçalanmayı, dağılmayı gösteriyor gibi. Tünel duvarlarına dağılmış biraz “biçimsiz” biraz da abjekt figürler, bir acil durumu hissettiriyor. Akabe de zaten bir hastalığın en krizli hali demekmiş. Belki de şifa denilen şey için, şifayı boş hümanist bir hayalden ibaret kılmamak için, önce böyle hastalığın gözünün içine bakmak gerekiyordur. Marazın varlığını kabul etmek ve bununla radikal bir yüzleşme yaşamak belki de iyileşmenin ilk koşuludur. Foucault’nun tıp tarihi, stigmatizasyon, normlar ve kontrol mekanizmalarına dair yazdığı binlerce sayfayı hatırlayın.


Bu “şifa” konulu sergiye tersten bakan bir iş de Canavar’a ait: Canavar’ın tünel duvar ve tavanlarını kaplayan böcekleri ve karanlık figürleri insanı yine sağlığın diğer yanına, bu sefer aklı sağlığının diğer yanına doğru götürüyor: ayın karanlık tarafı dedikleri türden, aklın karanlık tarafına. En azından Kafka’dan bu yana her böcek hem unheimlich bir hisse, hem de aklın kopan tellerine işarettir. Ve o kopan tellerden genelde dahiyane sesler çıkar.



Ece Eldek, Method, Video yerleştirme görüntüsü



Şifa meselesine modern öncesi ve ötesi alternatifler arayan işler de var sergide: Sabo’nun hayali, bond çantalı gezgin şifacısı ve Marina Papazyan’ın bir vampir üzerinden şifanın karanlık ve fantastik tarafına baktığı Hemoglobinler ve Karıncalar’ı iyileşmeyi modern aklın sınırlarından kurtamayı öneriyorlar. Arek Quadrra’nın tünelde dağınık bir barikat gibi kurduğu 21. Yüzyılın Başlangıcı adlı yerleştirmesi de Beuys’a bir selam vererek, şamanları hatırlatıyor. Ya da modern şamanın imkansızlığını. Umut Erbaş ve Eda Aslan’ın işleri de, başka bir kanaldan, hayali ve deforme arşivler sunuyorlar, hastalık ve hayata dair.


Diğer sanatçıların işlerinden tek tek bahsedemiyorum burada ama bir bütün olarak serginin iyi yaptığı şey şu, tekrar edeyim: “Şifa” denilen şeyin sosyolojik yönünü vurgulamak ve şifanın “kötü” marazi ya da damgalanmış olanı da çember dışına atmayan bir bakışla mümkün olabileceğini hissettirmek. Velhasıl, hepimiz aynı tüneldeyiz, sosyolojik bir tünel.

bottom of page