The Pool'un kurucuları Ece Cangüden ve Marin Luft'un küratörlüğünde düzenlenen ve inisiyatifin ilk sergisi The Days Are Just Packed geçtiğimiz ay Heybeliada’da 100’den fazla sanatçının eserlerini bir araya getirdi. Genç, huzursuz, karamsar ve eğlenceli olarak tanımlayabileceğimiz ve katılımcılarının çoğunun Y ve Z kuşaklarından, dijital kültür çıktılarının muktedir "okur"ları olduğu sergiyi değerlendirdik
Yazı: Ecem Arslanay
The Pool, The Days Are Just Packed sergi görüntüsü
Yeni sanat inisiyatifi The Pool için “Bu gerçek ve mecazi bir havuz” diyor kurucuları. Heybeliada’nın esintili bir tepesinde, başıboş görünen bir evin kocaman ve darmadağın havuzu bu. Koyu orman diplerinden varılan yosun yeşili bir havuz. Boğulmuş beyaz kelebekler, kuru yapraklar, bulut ve ağaçların ritmik yansımaları, plastik öbekleri, mektuplar, zarflar, illüstrasyonlar, poliüretan çerçeveli amorf tabakalar, mikroorganizmalar ve rüzgârın suya yürüttüğü çeşit çeşit nesneyle hercümerç edilmiş bir “gerçek havuz”. Stok görseller, meme’ler, emojiler, iyi fontlar, kötü fontlar, marka logoları, hayvan fotoğrafları, aforizmalar, manifestolar, el yazısı mektuplar, el çizimi desenler, prospektüs estetiği, Happy Meal estetiği, çizgi film ve anime görselleri, mitolojik ya da fütüristik yaratık çizimleri, 3D modellenmiş cyborg’lar, 3D yazıcıdan çıkmış heykeller ve nicesiyle dolu “mecazi bir havuz”: İnternet’in kesintisiz, çok mecralı imge akışından rastgele bir birikinti. Bir Turing makinesinden cereyan eden sonsuz verinin anlık tortusu…
The Pool'un kurucuları Ece Cangüden ve Marin Luft'un küratörlüğünü de yaptıkları ilk sergi The Days Are Just Packed genç, huzursuz, karamsar ve eğlenceli. Katılımcıların çoğu Y ve Z kuşaklarından, dijital kültür çıktılarının muktedir "okur"ları. "Okur"u imge üretim araçlarının yaygınlaşıp demokratikleştiği ve Barthes'ın Yazarın Ölümü ilanının daha anlamlı olduğu günümüzde "yazar-okur" olarak kullanıyorum. Eski medyanın hiyerarşik ve tek yönlü bilgi akışı modelinden farklı, çok sesli ve çok yönlü bir modelin "yazar-okur"u onlar. Kesintisiz geri bildirimiyle içinde var oldukları bu mikro-elektronik tabanlı ağ sistemi, bilgi paylaşımının doğasını kökten değiştirdi. Ağ antik çağlardan beri insanın organizasyon biçimi; ancak bilgi işlemedeki yüksek kapasitesi, hızı ve karmaşıklığıyla bu 7/24 açık uçlu ağ teknolojisi "ağ toplumu" denen yeni sosyal yapıyı yarattı.
Ağlar halinde yayılan en baskın bilgi formu ise kuşkusuz ki imge. Rönesans'tan bu yana görmeyi bilmekle eş tutan göz-merkezci bilgi rejimi sallantıda. Y ve Z kuşakları için imgesel veri hiç olmadığı kadar gündelik, tabii, banal, itibarsız; hatta 2010’da çıkan “post-gerçeklik” yaftasını düşünürsek: sahtekâr. Bilgiyi yaymak kolay; fakat bilginin güvenirliliğini tespit etmek zor. İşte böylesi şüpheci bir kültürel ortamın çıktıları var The Days Are Just Packed'de. Zaten şiirsel manifesto metninde The Pool "Herhangi bir şeyin gerçek olması için ona inanmanın yeterli olduğu bir âlem" olarak tanımlanıyor. Söz konusu âlem bir imge çöplüğü ki çöp de neoliberal iktisat politikalarının aşırı üretim ve metalaştırma süreçlerinin kaçınılmaz bir sonucu.
Solda: Hugo Laporte, Ortada: Jennifer İpekel, Sağda: Albin Looström
Küratörlerden Ece Cangüden, sergiyi anlatmak için Post-İnternet Sanatı terimini kullanıyor. Sanatçı Marisa Olson tarafından ortaya atılan (2008) ve yazar Gene McHugh tarafından Post Internet (2009-2010) adlı eleştirel blogda geliştirilen terim, İnternet'ten sonrasını değil, İnternet zamanında olanı ifade ediyor ve 1990'ların sonundaki Net Art'tan farklı olarak, İnternet'i birincil bir araç olarak kullanmıyor; çevrimdışı formatlara da açık. The Days Are Just Packed'deki işlerin çoğu da zaten mektuplar. Kadim bir iletişim aracı olan mektup, bu sergide YouTube arayüzünden de kesitler sunabiliyor. Örneğin Kıvılcım Güngörün'ün mektubu Klaus Nomi'nin Lightning Strikes adlı şarkısının 42. saniyede duraklatılmasının ekran görüntüsünü taşıyor.
Ece ve Marian, 100'den fazla sanatçıdan zarfa sığabilen eserler rica etmiş; zarfları da eserlerle birlikte sergilemişler. Bu kararının altında postaları havuz başına düşüren bir uçak kazası kurgusu var. Taşların altından, toz toprağın içinden, bitkilerin ve havuz hortumunun arasından, çöp kutusunun yanından; suyun, korkuluğun, plastik sandalyelerin ve bahçe lambasının üzerinden ilerleyen bu keşiflere açık teşhir biçimi "beyaz küp"ün dış dünyadan soyutlanmış, steril, sınırlı hem metafizik hem de kurumsal bir duygu veren sergileme geleneğinden hayli farklı. Brian O'Doherty'nin "kilise kutsiyeti, mahkeme salonu resmiyeti, deney laboratuvarı gizeminin şık bir tasarımla buluşması" olarak tariflediği klasik modernist galeri mekânı 1950'lerin sonlarından bu yana sanatın alımlanmasına dair muhtelif sorgu ve meydan okumaların odak noktası oldu. Sanatçılar galeriyi bar (Kienholz), benzin istasyonu (Segal), yatak odası (Oldenburg) gibi mekânlara dönüştürülebildi. Yves Klein'ın boş haliyle sergilediği galeri mekânını -Boşluk (1958)- Arman hıncahınç çöple doldurmuştu- Dolu (1960)-. "Beyaz küp"ün örtük denetim kurgusuyla mücadelede bu galeri bazlı deneyler kadar galeri dışında var olan enstalasyon, arazi sanatı ve performans sanatı gibi etkileşime açık, süreç odaklı ve metalaştırılması zor sanat formları da önemliydi.
Solda: Kıvılcım Güngörün, Sağda: Kid Xanthrax
Son örnekteki malzemeyle, çöp ile devam edersek; günümüzde "beyaz küp"'ün önemli sanatçılarından Taner Ceylan'ın 1995 yılında kültür sanat dünyasının popüler isimlerini şık ve gizemli bir davetiyeyle Beyoğlu'nda Devlet Han'da çöp dolu bir mekâna toplamasından söz edebiliriz. The Monte Carlo Style adlı bu sahte parti ona hayal kırıklığı yaşatan sisteme bir yanıttı ve "Sizi ben buraya çağırdım çünkü bana bunu yaşattınız, ben de size bunu yaşatmak istiyorum buyurun" metnini taşıyordu. Bir terk ediş hikâyesi olarak kurguladığı bu içli ama kurnaz başkaldırı ona seçkinci bir dünyanın kapılarını açtı; resimleri hızla satıldı ve koleksiyonlara girmeye başladı. Bu avangard jeste dair fazla bir kaynak yok. Zaten bağımsız performans pratikleri sanat tarih yazımında kolay yer bulmuyor. "Beyaz küp" ortamında tasdiklenmedikçe bu tarz münferit hareketler iz bırakacak kıymetlilik örüntülerini kazanamıyor. Muhalif olan, ya sınırlı bir zamanda sınırlı bir kitleye erişip yok oluyor ya da kurumsallaşıp eleştirdiği sisteme eklemleniyor. Peki, başka bir seçenek yok mu? Bu sorunun yanıtını bu yazıda aramayacağım. Alternatif olanın üzerindeki "rüştünü ispat edememiş" algısının yıkılmasını umut ederek, beni heyecanlandıran bu yeni sanat inisiyatifinin anti-otoriter tavrını daha görünür kılmak istedim.
Sergi, post-gerçeklik çağının post-İnternet sanatını sunmasının yanı sıra, teşhir bakımından da post-modern sayılabilir. Aslında biçim, faz, malzeme ve anlam bakımından çeşitlilik gösteren onca nesneyi, bir ıslak hacim etrafında yekpare bir yerleştirmeye dönüştüren serginin arketipi; tavanından kömür torbaları sarkan, girişinde cansız mankenlerin dizildiği ve yerlerine ıslak yaprakların yayıldığı o ilk Uluslararası Sürrealizm Sergisi (1938) olmalı. Öte yandan nötr, aşkın, yalıtkan bir sergileme mekânı olan "beyaz küp", ancak 1950'lerin sonunda, -tartışmalı da olsa- "post-modernizm" nidalarının atılmaya başladığı dönemde çatırdamaya başladı.
Solda: Paul Bowler, Seyhan Musa, Ortada: Matyas Malac,
Sağda: Paul Bowler, Seyhan Musa
Sergiye dair bir başka postluk daha var. Gerek kurgusu gerekse sergilendiği konjonktür post apokaliptik bir hava taşıyor; fakat kurgulanan küçük kıyamet -uçak kazası- ile büyük çaplı kıyametimiz -COVID-19 pandemisi- birbiriyle doğrudan ilişkilenmiyor. Tabii COVID-19 pandemisine sene boyu sürüp giden deprem, yangın, yanardağ patlaması, sel, dolu, çığ, kum fırtınası gibi afetleri; ekonomik kriz, ekolojik kriz, diplomatik kriz, savaş, iflas, işsizlik, karantina, mülteci sorunu, ırkçılık, polis şiddeti gibi nice toplumsal musibeti de eklemeli. Sergi, etkinliklerin toplu olarak iptal edildiği ya da ertelendiği küresel bir buhranın "yeni normal"inde, vaka sayıları çok hafiflemese de sosyal hayatın canlandığı bir tür "kıyamet sonrası" zamanda peyda oldu. Konum olarak ise yılların verem hastanesi, bugününse harabesi Heybeliada Sanatoryumu'na komşuydu. Bu hayli güçlü bir bağlam. İşlerde buna dair bir referans yok; ama manifestoda ve atmosferde alttan alta uğulduyor. Aslında komplo teorileri ya da doomscrolling fenomeni, İnternet'in sonsuz bilgi alayına dair adeta etnografik bir yaklaşım sunan bu sergide rahatlıkla yer bulabilirdi; fakat işler konjönktürden bağımsız, gösteri egemenliği temelli bir içerik bulantısı ve meta fetişizmi üzerine.
Vojtěch Hlaváček Life isn't fair (Hayat adil değil) cümlesinde fair (adil) kelimesinin son üç harfiyle Nike Air'e görsel gönderme yapıyor. Neckar Doll ise Louis Vuitton'ı hedef alıyor. Anna Walther üzerine poşet çay iliştirdiği Speedo marka bir ürünü havuzda yüzdürürek tam olarak "çöp" sergilemiş oluyor. Zaten işleri maharetle içine yerleştikleri pis, metruk ortamdan ayırt etmek zor. İki kere "işin üstüne bastığım" uyarısıyla karşılaştığımı itiraf etmeliyim. Sergi, neoliberalizmin hijyen takıntısıyla uğraştığı gibi, ölümsüzlük fantezisine de takılıyor. "The Pool; kirli, ölümcül ve neredeyse kaybolmuş olanın, muhteşem bir yaşam kaynağı olarak yeniden üretileceği geleceği yaşatacak" diyor Ece ve Marian. Bu cümlenin geçtiği manifesto ise şöyle başlıyor: "Yabani otların vahşiliğiyle eski ihtişamını yaşatan kayıp cennetin yüzme havuzunda". Kalıntıların pitoresk cazibesine kapılan romantikler ya da "kaybedilmiş cennet" illüzyonuna bel bağlamış nostalji tutkunu muhafazakarlar değiller. Zaten sanatçılardan Steffen Zillig de mektubunda "nostaljiye kapılmaya zorlanmaktan" yorulduklarını dile getiriyor. İnsanın yeryüzündeki kibirli mevcudiyetine bela okuyan ekofaşistler olmadıklarına da eminim. Öte yandan neoliberalizmin yeryüzünü zehirleyen politikalarına; kasvetli ama şeffaf denetimine karşı bir tavır takındıklarını söyleyebilirim. Bu tavrın tonu ise hayli satirik. Martin Groß'un yazdığı gibi, "Elbette her şey iyi, hoş". The Days Are Just Packed, göstergenin ekolojisine, geçicinin arkeolojisine bakmak için oyuncu bir saha idi...
Comments