Ali Cindoruk, Aslıhan Demirtaş ve Cansu Cürgen, Avşar Gürpınar’ın modere ettiği sohbette bir araya gelerek geleneğin bugünün mimari ve tasarım üretimleriyle ilişkisi, anlamı ve günümüz eğitim sistemindeki yeri üzerine konuştu
Moderatör: Avşar Gürpınar
Fotoğraflar: Elif Kahveci
Avşar Gürpınar, Ali Cindoruk, Cansu Cürgen ve Aslıhan Demirtaş
,
Avşar Gürpınar: Şu soruyla başlamak istiyorum; zanaat, gelenek, aile, mimarlık, uzun yüzyıllardır farklı coğrafyalarda farklı biçimlerde kullanılagelen kelimeler. Aslında anlam sürekli değiştiriyor. En başta, "Siz zanaatten ne anlıyorsunuz?"u sormak istiyorum.
Ali Cindoruk: Tekrar ve nesne ile biteviye bir angajman döngüsü zanaatin temel karakteristiklerini oluşturuyor bana kalırsa. Sürecin ve nihai nesnenin niteliklerini işlevsel ihtiyaç kadar zanaatkârın malzemeyle olan girift, içsel ve karşılıklı dönüştürücü ilişkisi belirliyor. Genel çerçevesi böyle gibi ama burada sert köşeli kurallardan bahsedemeyiz, günün sonunda yaşayan pratikler esnemeye, evrilmeye, çeşitlenmeye ve istisnalara açıklar. Genellikle çevreleyen bir kültürel iklim, süreklilik, kesintisizlik zanaatlerin tutunabilmesi için uygun ortamı sağlıyor. Örneğin yapı teknolojisi ve mimarlık gibi bağlam oluşturucu faaliyetler içinde taş ustası, ahşap ustası olarak var olabiliyorsunuz. Bugün bir yandan çoğu zanaat pratik bağlamını ve yaşamsallığını kaybetmekte, diğer yandan güncel pratiklerde zanaatlere tutunabilecekleri alan açmaya çalışanlar var.
Avşar Gürpınar: O zaman bağlam ve süreklilik, yani kesintisizlik içermesi önemli.
Ali Cindoruk: Evet, öyle bir süreklilik gözlemliyoruz. Aynı ifade, gramer ve yapma biçimlerinin -tabii ufak yerel yorum ve modifikasyonlar ile- devirler boyunca tekrar edilmesi üzerine inşa edildiğini görüyoruz. Her geleneğin kendi mikrokozmosu içindeki kültürel derinlik alanını, seviyesini ve artikülasyon adımlarını takip edebiliyorsun. Bazı pratikler belirli bir aşamada evrimini tamamlamış gibi duruyor, o nesne ya da üretim pratiği hep aynı şeyi tekrar ederek bugüne geliyor, bazısı da parametrelerini de çeşitlendirerek ve dolayısıyla derinleşerek, yan kollara ayrılarak ilerliyor.
Süreklilik zanaatin parçası olarak tutabileceğimiz önemli kelimelerden biri. Ama sürekliliği tekrarla ilişkili olarak okumak bana daha yakın geliyor. Neredeyse bir farkın ortaya çıkmadığı, farkın doğanın bir parçası olarak değerlendirilip kabul edildiği, onun dışında bir farkınsa bir arıza olarak belki ortaya çıktığı bir durum. (Cansu Cürgen)
Aslıhan Demirtaş: Benim aklımda malzeme ile olan sürekli bir ilişki canlanıyor. Gelenek çerçevesinde kişisel bir bağ da olduğunu düşünüyorum, malzeme ile zanaatkârın bir aradaki diyaloğu. Ali'nin de söylediği gibi tekrar çok önemli, o karşılıklı diyalog, yakınlık... Dolayısıyla da süreklilik önemli hale geliyor. Farklı safhalardan bir arada geçmek gerekiyor.
Avşar Gürpınar: Aynı sevgililik gibi. Bir adanmışlık istiyor. Her zaman karşılığını alamayacağın bir şey…
Aslıhan Demirtaş: Evet, bir kimya belki bu. Sen malzemeyi dönüştürürken malzeme de seni dönüştürüyor.
Ali Cindoruk: Malzeme ile zanaatkâr arasında evrilen dinamik, anlık mutabakatlar üzerinden ilerleniyor da denebilir. Zanaatkâr da malzeme de bir dirençle, kendi toleransları ve limitasyonlarıyla geliyor; ikisi arasında bir uzlaşma/mutabakat süreci başlıyor.
Cansu Cürgen: Süreklilik zanaatin parçası olarak tutabileceğimiz önemli kelimelerden biri. Ama sürekliliği tekrarla ilişkili olarak okumak bana daha yakın geliyor. Neredeyse bir farkın ortaya çıkmadığı, farkın doğanın bir parçası olarak değerlendirilip kabul edildiği, onun dışında bir farkınsa bir arıza olarak belki ortaya çıktığı bir durum.
Yine bu malzemenin aktörü dönüştürme kısmı bana ilginç geliyor; birazcık da bugünün düşünme biçimine uygun bir yaklaşım. Yani insan dışı aktörlerin de dönüştürme kudretini bugün daha iyi anlıyor olabiliriz; çağımızın gerekliliği diyebilirim buna.
Avşar Gürpınar: Bir ekleme yapmak istiyorum. Zanaatın bu aşırı gelenekselci ya da bazen aşırı kapsayıcı kavramları göz ardı eden ya da yeterince önemsemeyen, kritik bulunmayan tanımları bana biraz rahatsız edici geliyor. CNC operatörü ya da 3D printer ile çalışan biri de bir noktada zanaatkâr haline dönüşebilir. Yani onunla yeterince vakit geçirdiğiniz zaman bir birikim oluşuyor, çünkü makine kendi kendine işi bitirmiyor, sizin yapmanız gereken bir sürü şey oluyor; dolayısıyla dijital üretim yöntemlerini de bu işin içine katmak istiyorum.
Başka bir tarafa çekeceğim konuyu; zanaatkârın malzemesiyle ve pratiğiyle olan ilişkisi dışında bir de o pratiğin, o işin gerçek hayatla olan ilişkisi var ve bunların bazıları ölmeye yüz tutuyor. Bu neden oluyor? Bunu korumak gibi bir misyonumuz olmalı mı? Yoksa bunu doğal bir zanaat evrimleşmesi olarak görüp, yavaşça ortadan kalkmalarını mı izlemeliyiz? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz; ya da bu tür bir sorumluluk hissediyor musunuz?
Ali Cindoruk: Geleneksel zanaate ilişkin en azından bazı numune ve yapım bilgilerini -somut olmayan kültürel mirası- korumak ve kayda almak otomatik olarak ilk aklıma gelenler. Temel mesleki alanlarda bu zaten yapılagelen bir şey. Örneğin mimarlık, geleneksel mimarlığı büyük oranda kayıt altına almıştır herhalde. Buna karşın pratikte şüphesiz bazı gelenekler kaybolmaya yüz tutarken bazı güncel pratikler de, bahsettiğin dijital üretim gibi, zanaatsal nitelik gösterebilir veya birebir zanaate dönüşebilir. İyi niyetli de olsa yapay (öyle olduğu genellikle sonradan anlaşılan) girişimlerle kalıcı sonuçlar almak her zaman mümkün olmuyor.
Örneğin SALT'taki Kış Bahçesi projesinde kartonpiyer kullanmaya karar vermiştik. Geleneksel bir kartonpiyer ustası ile işbirliği yapalım diye yola çıkıp süreç içinde dijital üretimde (robotik kesim) karar kıldık.
Aslıhan Demirtaş: Boğazkesen Caddesi’ndeki Fransız Yetimhanesi’nde atölyesi olan kartonpiyer ustayla, Kemal Cınbız ile görüşmüştük.
Ali Cindoruk: Kartonpiyerin popüler olduğu dönemlerde bile “süsleme” niteliğinden dolayı sorgulayanlar olmuştur muhtemelen. Mesele, bu öznel etiketlemelerden ya da ihtiyaç olup olmamasından ziyade kolektif zihinlerde bir karşılığının olup olmaması sanırım. Yaygın dolaşımda olan fabrikasyon kartonpiyer halen çok yaygın olarak kullanılıyor. Ancak zanaatkâr işi kartonpiyerin kültürel iklimi artık mevcut olmadığı için bugün sadece birkaç kişinin devam ettirdiği bir zanaat.
Aslıhan Demirtaş: Sohbetin başında Ali, bir bağlamın ürettiği ve o bağlamın sürekliliğini kaybettiğinde bağlamın üretmiş olduğu nesnelerin veya pratiklerin de yok olduğu bir tanımla girmişti konuya. Bu bağlamdan devam edecek olursam, zanaatin nesnelerinin ve zanaatkârların bir bilgiyi, anlayışı nakleden insanlar ve nesneler olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerine TÜYAP'ta Arkeologlar Derneği’nin öncülüğünde Yiğit Ozar'la birlikte yaptığımız Nâkil isimli bir sergi vardı. “Nesneler nakledenlerdir” diye özetleyebilirim sergisinin derdini.
Çoğunlukla bu nesnelerin ve pratiklerin bağlamının çözülme sebebi yerini daha ucuz ve daha çabuk yapılabilen nesne ve pratiklerin alması oluyor. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor; daha çabuk ve ucuz tercih edilen olmak durumunda mı? Özellikle bugünün iklim krizi çerçevesinde iyice düşünmek gerekiyor.
Sorduğun soruya cevap olarak zanaat dünyayı bir süreçten geçirme sanatı diyebilirim. Nesnelerin kolay atılabilmesi, vazgeçilebilmesi mümkün ve kabul edilebilir olduğu sürece dünyayı bu sıklıkta süreçten geçiriyoruz. Bunun bir limiti var; taşın da, suyun da, pamuğun da limiti var. Malzeme sonsuzdur gibi bir bakış açısından çıktığın anda nesnelere dair tercihlerini değiştirmelisin.
Misal, kırk-elli sene öncesinin bilgisine bugün vakıf olamayabiliyoruz. Bir malzemenin kıymeti veya bir nesnenin özenli kullanımı gibi. Böyle bir hafızayı kaybetmemek için sürekliliğe kıymet veriyorum; ama bu sürekliliği sağlayabiliyor muyuz ondan çok emin değilim. Sürekliliği bozansa ucuz-kolay-çabuk üçlüsünün hayatımızın olmazsa olmazı haline gelmiş olması.
Bugün Şişhane’ye baktığımızda bir avizenin yapımında kaç atölye gezdiğini düşünmek lazım... Dolayısıyla bu konuyu tekil bir biçimde ele alıp korumaya çalışmak yetmiyor. Kuyumcukent, Tekstilkent gibi yerlerin çalışmamasının sebebi de bu; sen kuyumculuğu Eminönü bölgesinden, Tahtakale'den, Kapalıçarşı'dan olduğu gibi alıp başka bir yere yerleştirdiğinde orada, esas onların yaşamasını sağlayan şeyleri, yani iç organlarını taşımadığın için çalışmıyor.
(Avşar Gürpınar)
Cansu Cürgen: Nesneyle kurduğumuz ilişkide nesneden soğumak bugüne ait bir lüks. Nesneye dair sevme-sevmeme gibi kullandığımız kelimeler, bir bağlanma durumu var, bu da şunu gösteriyor bence; arzulayarak ediniyorsun, sonra da soğuyorsun, kaçınılmaz bir şey bu. Problem şurada başlıyor; aldığın şeye zaten yabancısın, emeğine de, onun üretilme koşuluna da yabancısın, parçaların nasıl bir araya geldiğini bilmiyorsun, sana verilen son hali paketli hali. Onunla herhangi bir ilişki kurmadığın için, herhangi bir sürecine dair bir fikir de pek geliştirmediğin için soğuyabiliyorsun. Zanaatte böyle sevme sevmeme gibi bir tartışma yok, bağlanma bağlanmama durumu bana pek gerçekçi gelmiyor. Böyle bir arzu düzeyinde kurulan bir ilişki gibi gelmiyor.
Avşar Gürpınar: Düşünecek olursan aslında zanaatin hiçbir duygusal yanı yok. Zanaatin ortaya çıkma nedeni de ihtiyacımızı üretmekti ve bu ihtiyaçları yapa yapa zanaat oluştu. Zanaatkarın oğlunun da o zaman fazla bir seçeneği yoktu, aynı ilişkiyi devam ettirecek. Tabii bu işi tek bir kişi ve tek bir pratiğe indirgediğimiz zaman aslında yanlış bir tanımlamaya girmiş oluyoruz. Bir zanaatkâr olamaz, yani bir zanaatkâr ve bir zanaat tipi olamaz aslında; o yüzyıllarca sürecek ki zanaatkâr neredeyse görünmez bir tür operatör haline gelecek. Tabii ki onun el işçiliği işin önemli bir kısmı. Bugünse 2 saatlik kesintisiz bir konsantrasyonumuz yok belki. Bu kadar parçalı bir zamanda yaşarken, bu kadar bilginin her yerde her şekilde var olması durumunda da; öyle bir pratik nasıl var olmaya devam edilebilir diye düşünüyor insan.
Ali Cindoruk: Evet, zanaatlerin ihtiyaçtan yola çıkması söz konusu. Öncesinde sıvıyı tutacak bir kaba ihtiyaç duymak, zamanla beş farklı sıvı tipi için beş farklı tipte kap yapmak -buna bir anlamda özelleşme de denebilir- benzeri evrilmelerle ilerlediğini varsayabiliriz. Jenerasyonlar arası aktarımla ilerleyen pratiklerde anonimleşmeden ve operatörlükten söz edilebilir. Diğer taraftan, kültürel ve çevresel parametrelerin esnekliği ve muğlaklığı, kişisel izler bırakmayı da mümkün kılıyor. Bu izlerin giderek özelleşmesi ise kabın bezemelerle süslenmesinden renklendirilmesine, başka işlevler eklenmesinden form varyasyonlarına uzanabilecek geniş bir yelpazede ifadeler aracılığıyla gerçekleşebilir. İhtiyaç dışı nedenlerle ihtiyaç fazlası üretimin devam etmesi ise virtüözlük, nesnenin fetişizasyonu gibi esasında zanaata dışsal kalan ve daha karmaşık toplumsal dinamik ve taleplerin hakim olduğu bir katmana işaret ediyor. Orada zanaatkâr ile malzemenin doğal üretim kapasitelerinin ötesine geçen ölçekte ve sıklıkta orantısız üretim talepleri başlayabiliyor. Oysa kendine yeter ölçekte kalındığında sürdürülebilir bir döngü yakalanabiliyor.
Liana Kuyumcuyan: Örneğin minyatür sanatının geleneğinde de taklit ve tekrar eden sanatçı en iyi sanatçıdır denir; şimdi de gelenek üzerinden düşününce de aslında tekrar ettiğimiz şey geleneksel ürün olmuş oluyor belki. Bu noktada tasarımcılar olarak bu tekrar eden düzeni biz değiştirip bugüne adapte ederken gelenek kelimesinin dışına mı çıkıyoruz? Bir şekilde bugüne adapte etmeye çalışıp, yaşatmaya çalışırken kelimenin anlamını mı değiştiriyoruz?
Avşar Gürpınar: Belki özünde bir çelişki mi var? Zanaatkâr aynı şeyi üretirken nesne değişikliğe uğrayabiliyor ama o nesnenin değişikliğe uğrama hızı zanaatkârın ömründen daha yavaş. Belki bir sonraki jenerasyonlara ufacık bir parçası geçiyor. Diğer tarafta ise bugünün tasarımcısı ve mimarı o tekrarı istemiyor, taklit istemiyor. O zaman bu ilişki baştan ölmeye mahkum mudur? Zanaatte ürün geliştirme diye birşey var mı, olabilir mi?
Ali Cindoruk: Zanaatin karakteristik özelliklerinden bir tanesi işlevsel ya da biçimsel bir yeniliği (ya da yeniliğe ilişkin fikrini) genellikle doğrudan yapma eylemiyle ortaya koyması. Tasarım söz konusu olduğunda ise yeniliğin bilinçli ve önceden planlanmış olduğunu, yani bahsettiğin şekilde ürünün geliştirildiğini görüyoruz. Ürün geliştirme “Nasıl bir yeni kolektif fayda sağlar, hangi paylaşım değerini yeşertir?” sorusu yerine bugün artık bütünüyle “Nasıl bir yeni en yüksek karlılığı sağlar?” sorusunu önceleyen bir nosyon sanırım - ve tasarımın genellikle stilizasyona indirgendiği, pazarlama parametrelerinin belirleyici olduğu süreçleri hakim kılıyor.
Anlamlı bir gerekçe ortaya koyamayan tekrar ve taklit -bugünün mimari bilgisi ve teknolojisi ile ‘Sinan camisi’ yapmak gibi- anlamlı bir faaliyet değil haliyle. Tasarımcının yeniyi arama dürtüsü, kendisini ve pratiğini ayrıştırmak istemesi çok anlaşılır, diğer taraftan bugün fikirleriyle birbirinin ayağına basan, öne geçmek endişesiyle hamle yarıştıran yaratıcı kalabalıklar düzeninde özgünlüğü neye bağlı olarak atfediyoruz, nasıl tanımlıyoruz onu da yanıtlamak kolay değil.
Özgünlük ve taklit kavramlarının ne kadarı yüzeyden tespit edilebilir, hangi niteliğe ne derinlikte rastlarız, bir nitelik hangi durumlarda makbul olur ya da olmaz - hepsi vaka özelinde değişebilen durumlar. Tasarım dışında sanat, bilim gibi disiplinler de orijinal, kopya, telif, fayda, müşterekler gibi kavramlar çerçevesinde on yıllardır tartışılıyor.
Avşar Gürpınar: Yenilikçilik oluyor, yenilik yetmiyor.
Aslıhan Demirtaş: Yani yenilik (novelty) ve yenilik (innovation) kelimeleri arasındaki farktan bahsediyorum. (İngilizce’deki tanımlarla daha oturuyor.) Neden bu yeni şeyin, yani farklının ardına düşüyoruz sorusunu sormak gerekiyor. Bir araştırmada okumuştum, insanlar yeni bir şeye sahip olmak için değil, almak ve almaya devam edebilme potansiyeline tutunuyor. Belki de ölümlü olmamızla alakalı. Hayattaki ölümlülüğüne nasıl bakıyorsun ve bununla aslında nasıl müzakere ediyorsun? Zamanı, dikkatini dağıtarak daha ufak fragmanlara bölmeni sağlayarak seni rahatlatan bir takım nesnelere ihtiyaç duyuyorsun. Burada da ucuz-kolay-çabuk olan, sonuçta tüketime dayalı kapitalist sistemin kendi kendini mütemadiyen yenileyebilmek, yeni ürün satabilmek üzerine kurmuş olduğu efektif ve cazip çark herkesin hayatını döndürüyor.
Cansu Cürgen: Aslında bir değerler meselesine gelmiş olduk; kendi pratiğimizin bir parçası olarak zanaat ve bugünün eğitim ortamını buluşturma, ya da ondan yararlanma. Mesela zanaatın birkaç günlük bir residency'si olur mu? Zanaatin workshopu, haftasonu kursu, stajı ya da bir stüdyosu da olur mu acaba? Daha doğrusu bu buluşmaların kodları neler olur? Kendimi de katarak soruyorum bu soruyu, yani kişisel bir merak olarak bu ortamın içine girmek var, bir de bunu kendinden ve kendi zamanından büyük bir misyona endeksleyerek, kendi varlığını da neredeyse bir kurtarıcıya benzeterek yapmak var. “Müjdeliyorum size, yaşayacaksınız, yaşatacağım!” der gibi. Bu paradigmadan, bu eğitim piyasasından o ortama girmek, o ortama bakmak da tartışılması gereken problemler doğuruyor. Bu sürekliliğin, yapılan işin, değerlerin, oradaki ortamın ve kültürel aktarımın tekil bir zamanda, tekil bir gözlemci tarafından değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinden emin değilim.
Avşar Gürpınar: Ali'nin anlattıkları şöyle bir şey canlandırdı zihnimde; zanaatkâr -en konvansiyonel tanımıyla düşünecek olursak- hayati olan şeyleri üretiyor. Yani senin gerçekten su içmek için ihtiyacın olan, oturmak için ihtiyacın olan, başını sokmak için, doğa koşullarından korunmak için ihtiyacın olan şeyleri üretiyor. Bu şeyleri sen zanaat dışında başka üretim modlarıyla üretmeye başladığın anda zaten -fabrikada ya da seri başka bir biçimde- zanaat dediğin şey boşa çıkıyor; hayati olmaktan uzaklaşıyor, hayati olmaktan uzaklaşan şey de bir tür lüks haline geliyor.
Bir de bu tekillik meselesine dönmek istiyorum; bugün Şişhane’ye baktığımızda bir avizenin yapımında kaç atölye gezdiğini düşünmek lazım; oradaki çay ocağının da önemi var, telin alındığı yerin de önemi var, belediyenin verdiği/vermediği hizmetin de önemi var. Dolayısıyla bu konuyu tekil bir biçimde ele alıp korumaya çalışmak yetmiyor. Kuyumcukent, Tekstilkent gibi yerlerin çalışmamasının sebebi de bu; sen kuyumculuğu Eminönü bölgesinden, Tahtakale'den, Kapalıçarşı'dan olduğu gibi alıp başka bir yere yerleştirdiğinde orada, esas onların yaşamasını sağlayan şeyleri, yani iç organlarını taşımadığın için çalışmıyor.
Bir de Cansu’nun bahsettiği, tasarımcı adayını eğitim sistemi içerisinde zanaate doğru öteleme konusu var. Burada eğitimcinin o öğrenciyi ileride nerede gördüğü de önemli bence.
Ali Cindoruk: Endüstriyel üretim modunun uzunca bir süreç içinde zanaati boşa çıkardığı kesin. Hayati veya fayda sağlar olmaktan keyfi, nostaljik ya da lüks tüketim nesnesi olmaya geçiş yapıyorlar. Diğer taraftan gelişmeler her ne kadar lineer ve tek yönlü gibi okunsalar da esasında döngüsel mekanizmalar ve geçmişte kaldığı düşünülen birçok olgu, nesne ve pratik -zanaat gibi- yeni bağlamlarda tekrardan dolaşıma girebiliyor, hayatiyet kazanabiliyor. İklim krizi gibi beklenmedik değişimlere yol açan büyük ölçek dinamiklerin baskın olduğu bir zamanda -dijital türevleri başta olmak üzere- zanaatkârlık hayatiyet kazanırsa sanırım şaşırmayacağız. Zanaatsal üretim kişiye/duruma özelleştirme (customization) anlamında zaten uzun süredir popülerlik kazanmış bir pratik.
Şişhane örneğiyle değindiğin tekillik ise epey kritik başka bir konu. Dediğin gibi çaycısından telcisine, butoncusundan esnaf lokantasına bu üreticilerin bir ekosistemi söz konusu ve bu sistem ancak bütünselliği korunursa çalışıyor. Parçalarına ayrıldığı ya da bağlamından kopartıldığı noktada yaşamını idame ettirmesi güç. Tasarımın bir etken olarak bu ekosistem ile etkileşime geçmesi bütünselliğin devamına, belki bir nebze o bünyeyi güçlendirici katkı yapabilir ki zaman zaman tasarım dünyası ile zanaatkârlar arasında devamlılığı olan, karşılıklı dönüştürücü ve anlamlı pratikler kurulduğunu görüyoruz. Sıklıkla da tek seferlik bir fayda alışverişi şeklinde işbirlikleri söz konusu oluyor. Örneğin isimsiz bir bakır ustasını keşfedip, onun yaptığı nesnenin bir yerine bir tasarımcı “dokunuşu” yerleştirerek birlikte “katma değer” ürettiğine inanıyorsun. Bu da, orantısız ölçeklerden kaçındığı ve sorgulayıcı özeleştirisi ile beraber geldiği sürece, şüphesiz bir etkileşim yaparak deneyerek öğrenme şeklidir.
Avşar Gürpınar: Burada şöyle bir çelişki de var; yani tasarım bölümlerinde stüdyoların neredeyse tamamı bireysel proje. Mimaride bile bir mimar bir binayı yaparken kaç kişi çalışıyor; hangi fikrin kimin fikri olduğunu, müellifinin kim olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Ama okulda "Benim projem, ben böyle düşündüm, ben, ben, ben..." Bu kadar "ben"li bir taraf varken, diğer tarafta yapanın neredeyse görünmez olduğu bir sistem var. Bir dokumacıya dokuduğunun aynısı bir halı götürseler ve gösterseler "Benim değil ki" diyecek neredeyse. Yani bir müelliflik, autorship (otorite) baskısı var. Bundan 100-150 sene önce bir zanaatkâra gidip "fikrin mülkiyeti" desen bir karşılığı olmazdı herhalde.
Cansu Cürgen: Benim konudan bağımsız olarak eklemek istediğim birşey var. Geçtiğimiz Venedik Mimarlık Bienali’nde sergilenen Vardiya projemiz kapsamında, Taking Scarpa for a Walk workshop'unu yaparken büyük bir şansımız olmuştu. Moira Valeri sayesinde ekipçe bir gondolhaneyi gezmiştik. Orada gördüğüm şey benim için bu meselenin kristalleşmiş hali idi. Gondol yapımının olduğu yer ahşap bir yapı, hemen kanal kenarında, dolayısıyla bütün mimari fonksiyona ve akışa göre şekillenmiş, zamanla da adeta yapı ürünün, ürün de yapının içine akmış, erimiş; yapının kolonuyla gondolun kıvrımı bir olmuş. Nesilden nesile aktarılan sürekli bir bilgi birikimi var, malzeme değişmiyor, gondolun o asimetrik yapısı değişmiyor, gondolun başlı başına bir heykel olan vites kolunun yapımı değişmiyor, ağacı, boyası değişmiyor, ama bütün bu değişmemezlik hali aslında öyle bir değişip birbirinin içine giriyor ki. Birbirinin içinde erimek ve bir arada çalışmak böyle bir şey bence, bir dolaşık kompleks, bir makine haline gelmek ve onun daha geniş ölçekte, kültürü, kanalları, bütün şehri şekillendirmesi. Dedin ya Kuyumcukent yaşamıyor, evet çünkü zanaat dediğin şey sadece hoş bir el örneği bir iş değil çünkü, sadece bir endüstri kolu veya fonksiyon yığını da değil; her şey birbirine bağlı, o değerler bütün o ağ. Ürün ölçeğinden kent ölçeğine.
Avşar Gürpınar: Her şey birbiriyle ilintili. Bir şeyin değişmeden kalabilmesi, aslında çevresindeki her şeyin değişmeden kalabilmesine bağlı. Bir de söylemek isterim, illa bir sosyal sorumluluk hissetmek zorunda değiliz, illa o zanaatı ayakta tutmak, korumak, onu yoğun bakıma almak, pamuklara sarmak zorunda değiliz. Ali’nin de dediği gibi, ben kimim ki sedef kakmacılığı kurtarayım veya Şişhane'yi kurtarayım da diyebilirsin."Evet ben bu zanaatkardan faydalanıyorum, onun iyi bildiği şeyle kendi iyi bildiğim şeyi birleştiriyorum ve evet bundan para kazanıyorum" diyebilirsin, ama bu samimiyette olmak önemli.
コメント