top of page

Suut Kemal Yetkin'i ziyaret


Yazar, bilim adamı, şair, akademisyen, eleştirmen, milletvekili, sanat tarihçisi, çevirmen Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin (1903-1980), hayatının sonuna kadar sayısız makale, onlarca kitap yazdı. Emekliliğinden sonra yazmaya başladığı anılarını ise tamamlayamadı. 18 Nisan 1980'de 77 yaşında öldüğünde, yaşamının büyük bir kısmı bu dünyada yazılarıyla kaldı. Bugün Yetkin'i ölümünün 37. yıl dönümü vesilesiyle anıyoruz.

Suut Kemal Yetkin

Yazarları diğerlerinden ayıran, bu dünyadan ayrıldıktan sonra geride açık bir miras olarak bıraktıkları yazılarıdır. Artık aramızda olmayan yazarların kapılarını çalıp, bir kahve daveti ile göremeyiz ama yeşil bir parkın sakin bankında, evdeki masanın küçük sarı ışığı altında, büyük bir kütüphanenin sessiz bir köşesinde kitaplarını okuyarak istediğimiz sıklıkta ziyarette bulunabiliriz. Yazarlar, kitaplarının kapaklarını açtığımızca açıktırlar ziyarete, bunun tersi, kapıyı kapatanın biz olduğunu gösterir.

1903'te Urfa'da doğar Yetkin. 1924'te Galatasaray Lisesi'nden mezun olup 1925'te Fransa'da eğitim almak üzere yurttan ayrılır. Sorbonne'da Edebiyat okumasının ardından 1928 yılında Rennes Üniversitesi'nde deneysel psikoloji üzerine incelemeler yapar(1). 1930'da yurda döndüğünde lise öğretmenliği yaptıktan sonra 1933'te İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne Sanat Tarihi ve Estetik doçenti olarak atanır. 1943-1950 yılları arasında CHP Urfa milletvekilliği yaparken -anılarında belirttiği gibi- bu yılları üniversiteye dönmeyi isteyerek geçirir. Okulların -lise dahil- yönetim kadrolarında bulunur, üniversitelerde bölümler kurup, akademik hayatında 1958'de aldığı ordinaryüs seviyesine dek yükselir.

Hayatının bu yoğun ve farklı alanlardaki sorumluluklarına rağmen sürekli yazan Suut Kemal Yetkin henüz lise yıllarında şiirle başlamış yazmaya. Bu şiirler 1920-1923 yıllarında Yarın ve Servet-i Fünun'da yayımlanmış. Hem okur hem de bir şair olarak hayatında -açıkça anlaşılan- büyük bir önemi var şiirin. Ona göre "şiiri kimse tanımlayamaz." 1923'te yayınlanan ilk ve tek şiir kitabı olan Şiir-i Leyal'i, "dili eski" diyerek geri toplatmış(2). Bu olay, Yetkin'in duyarlılığı düşünülürse, belki yalnızca dil sebebiyle değil de şiire ve şairliğe duyulan derin bir hassasiyeti de taşıyor olabilir. Yaşamı boyunca ona eşlik eden Kötülük Çiçekleri (Les Fleurs du Mal) ise hem öğrencilerinin hem de yakın çevresinin anılarında onu ağlatan, yaşama bağlayan, ölümden korkutan ve her zaman etkisi altına alan özel bir yere sahip (3). Ayrıca Yetkin, Baudelaire'in bu eserini 1966'da benzersiz bir çeviri ile dilimize kazandırmıştır.

Şiirle arasındaki bu özel ilişkinin yanı sıra edebiyatta deneme türünde verdiği eserleriyle "denemeci" olarak ün kazanmış, kendisi de denemelerinin gördüğü ilgiyi memnuniyetle izlemiş. Okunmasının sebebini Türk edebiyatında bu türdeki eksikliği dolduruyor olmasına bağlamış. Denemelerinin yalınlığı hem ifade biçimindeki açıklıktan hem de metinlerinin içeriğinde hiç bir akımın, ideolojinin, kuramın ya da siyasal fikrin sınırlarına takılmadan özgürce yazmasından kaynaklanır. Kaldı ki Yetkin'e göre deneme metinlerinin oluşmasının şartı yazarının içtenliğidir. Edebiyat, şiir, sanat eğitimi, resim, sanat tarihi, sanat eleştirisi, estetik ve felsefe yazılarının ana konularını oluşturuyor. Samimiyetle kaleme alınmış kitaplarının bir kısmı Varlık Yayınları'nın ufak boyutlu renkli kapaklı, saman kağıtlı sade ve sempatik baskıları. Suut Kemal Yetkin, cümle cümle ördükleri derin bir sessizliğin içinde kalmayı seçen yazarlardan çok farklı; kitaplarında yazdığı önsözden itibaren, size de söz hakkı verecek kadar duyulabiliyor sesi. Denemelerinde yer verdiği fikirlerinin tartışmaya ve eleştiriye kapalı olmayan yanı böylece ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Yetkin'in yazarlığının bir düşünceyi ya da bilgiyi dikte etmekten çok uzak duran üslubu, okur-yazar ilişkisinde nadir yakalanan samimiyetiyle özgürce düşünebilmeyi savunduğunu duyuruyor.

Yetkin'in önemli katkılarının olduğu bir alan da sanat eleştirisi. Eleştirmen kimliği, doğu ve batı sanatları arasındaki tartışmalarda kendini belli ediyor. Bizzat çaba gösterdiği ana konu ise Türk sanatının varlığını duyurmak. Bugün de faaliyette olan 1953'de Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye şubesinin kurucularından olması, 1959'da Uluslararası Türk Sanatları Kongresi'ni (ICTA) başlatması bu çabasının önemli sonuçları. (Uluslararası Türk Sanatları

Kongresi en son İtalya'da 2015'te yapılmış, her dört yılda bir farklı bir ülkede toplanmaya devam ediyor.) 1953'te katıldığı uluslararası AICA kongresinde (Dublin) arabeskin soyut sanat olarak anlamını Fransız eleştirmenlere karşı savunmuş yenilikçi açılımlarda bulunmuştur. Dikkat çekici tartışmaların sonucunda bir sonraki uluslararası kongre İstanbul'da yapılmıştır.

Yetkin'in hem eleştirmenliği sorguladığı hem de eleştirmenlik yaptığı yazıları bulunur. Sanat eleştirisi, eleştirmenlerin tanımları ölçüsünde anlam taşıdığından, Suut Kemal Yetkin de eleştiri ve eleştirmeni tanımlar. Anatole France; "İyi eleştirmen, ruhunun serüvenlerini şaheserler ortasında anlatan kimsedir," diyerek eleştirmeni tanımlarken Suut Kemal Yetkin bu tanımlamayı hiç benimsemez. Ona göre eleştiri: "...sanat eserini bizde uyandırdığı heyecan ile yoklamak ve kendi serüvenimizi değil onun estetik serüvenini anlatmakla mümkündür." (4) Bu durumda Yetkin'in izlenimci eleştiriyi değil nesnel bir eleştiriyi benimsediği anlaşılır. Biçimsel özelliklerin yazar ve sanatçıların öznel yanları ile ele alındığı eleştirilerinin tutarlı yanı buradan kaynaklanır. Ayrıca Yetkin kendisine yapılan olumlu ve olumsuz eleştirilere açıklığı ve duyarlılığı ile bilinir. Hatta haklı gördüğü eleştirilere belli metinlerde doğrudan değişiklik yaparak karşılık vermiştir. Tartışmayı, gündelik hayatının bir parçası yaptığı, evinde ağırladığı konuklarla büyük bir keyifle saatlerce bir olayı, sanat eseri ya da yazarı konuştuğu anlatılır. Saldırı Edebiyatı başlıklı yazısının başına koyduğu alıntıda Spinoza: "Mesele yermek değil, anlamaktır," diyor. Yetkin, açıklıkla eleştirmenlerin bilgisizliğini konu ettiği bu yazıda, bilgisiz ve dürüst olmayan bir eleştirmenin okura vereceği bir şey olmadığını anlatır. Yalnızca yermekle eserleri ne anlamış ne de anlatmış olabileceğimizi hatırlatır. Sanat ve edebiyatın dik bir yokuş yürümek olduğunu bunu göze alamayanların da bu işten uzak durması gerektiğini öğütler. (5)

Yakın çevresinin anılarında bahsettiğine göre Suut Kemal Yetkin kitaplarını hediye etmekten, paylaşmaktan büyük bir zevk duyarmış. O yüzden eski üniversite kütüphanelerinin raflarında bu güzel kitaplardan imzalı olanlarıyla karşılaşmak mümkün. Yazarının dokunduğu baskılar daha özel bir hal alırken, bir kitapta adı geçen başka yazarın peşine düşmek gibi, o yazarın aynı zamanı paylaştığı çevreyi tanıma olanağı da veriyor. Örneğin, Günlerin Götürdüğü-Edebiyat Üzerine Düşünceler (Ankara: Varlık Yayınevi, 1958) kitabında "S.N. Özerdim'e sevgiyle. 26.9.1961" notu var. Sami Nabi Özerdim (1918-1997) kütüphaneci, bibliyografya yazarı, çevirmen ve araştırmacı-yazardır. 1961'de kitap adına imzalanırken Özerdim, Türk Dil Kurumu'nda yazmanlık görevindeydi, Ankara Radyosu'nda Kitap Saati programında yeni yayınları tanıtıp eleştirirdi, 1962'de Çalışma Bakanlığı'nda görevlendirilmesinin arifesindeydi (6). Suut Kemal Yetkin ise 1959-1963 yılları arasında Ankara Üniversitesi rektörüydü. Böylece Yetkin ile Özerdim'in tanışıklığı muhtemelen Ankara'da gerçekleşmişti. Bunun gibi bir diğer örnek ise edebiyat tarihçisi, eleştirmen ve yazar Atilla Özkırımlı (1942-2005) adına 1976 yılında imzaladığı kitabı. Cumhuriyet Gazetesi sanat sayfası yöneticiliği de yapan Özkırımlı, aynı zamanda Hacettepe'de öğretim görevliliği yaptığı zamanlardan akademisyenlik kimliği de taşır. Sanatın toplumla münasebetleri üzerine yazdıklarına bakılırsa Özkırımlı'nın eleştirmen yönünün ağır bastığını söylemek mümkündür. 1972-1976 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi ile çeşitli yayınlarda redaktör olarak çalışan Özkırımlı ile Yetkin'in kitabının yeni yayını vesilesiyle bir araya geldiklerini düşünmek doğru olabilir. Bu imzalı kitap bugün Anadolu Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunuyor. Özkırımlı Anadolu Üniversitesi'nde 90'ların sonuna kadar İletişim Bilimleri Fakültesi'nde görev aldığına göre, kitabının Eskişehir'e geliş sebebi de aydınlanmış oluyor. Bu iki örnekle kitapların dışındaki dünyadan izlerin, arkadaşlıkları, saygılı ilişkilerin izini sürmek de o dönemi yaşayamasak da anlamak adına hoş hikayeler içeriyor. Söz konusu kitap "Aziz Atilla Özkırımlı'ya sevgilerimle 8.6.1976 S.K. Yetkin," şeklinde imzalanmış olan, 1976 yılında Ankara'da Pars Matbaası'nda basılan Büyük Tedirginler’dir. (Ankara: Pars Matbaası, 1976)

Bu özel kitabın içeriğine bakarsak, Büyük Tedirginler'de Yetkin karşımıza üç "büyük tedirgin" çıkarır: Schopenhauer, Tolstoy ve Nietzsche. (7) Nihilizme tutulan zihinlerin, boşluğun dinle doldurulma çabalarındaki başarısızlıkların yarattığı bunalımlarla dolu yanı gösterilir. Yaşama isteği ile hayatın anlamsız boşluğu arasındaki çelişkinin ızdırabını derinden hisseden üç büyük ruhu okurken, kendini ve sesini saklamayan bir yazar olarak Yetkin'in de bir "büyük tedirgin" olduğunu söyleyebileceğimiz izler bırakır. Hatta açıkça, "yaşamın tüm boyutlarını, bu üç büyük tedirginin derinliğiyle kucaklayabilmek ne güzel, ne doyurucu bir deney!" der. Gerçekten de tüm boyutlar söylediği gibi ele alınmıştır metinde; yaşamın boyutlarından biri de ölümdür ve kitabın gözden kaçmaz ağırlığı bunun üzerinedir. Ölüm teması, gerek dildeki şiirselliğin metindeki artışı gerekse yoğun kurgusal gücünün baskınlığı ile birlikte bu üç metnin kalbini oluşturur. Yaşama, yazıya, fikre, okura, ruha duyduğu sevgi onun kişiliğinin bir parçası olarak edebiyatını belirler.

Geçmişte olduğu gibi günümüzde de karmaşıklaştırıldıkça yüceltilen filozoflar, yazarlar olduğunu söylemek mümkündür. Kimi zaman bir anlaşılmazlığın yarattığı zihinsel sisin, "doğru" ya da "özel" olduğu hissi uyandırılmak istenir. Gerçekte belirsiz olan böyle bir eğilimin neyi hedeflediğidir. İzlenemeyecek derecede bir film yapmanın yönetmene, dinlenemeyecek bir bestenin müzisyene, okunamayacak bir kitabın yazara ve sanata ne gibi bir katkısı olabilir, nasıl bir anlam taşır? Yaratıcı ile izleyen, dinleyen ya da okur arasında kurulacak ilişkideki temel eylemleri yok etmek, eserin varoluş problemi hatta yokluğu olmayacak mıdır? Suut Kemal, metinlerinde ele aldığı yazarı özel hayatı, psikolojik durumu, eserleri ile köşe bucak araştırır. Yazarların insani yönlerini ortaya çıkarır, böylece en güç ve karanlık anlatımların dilini çözmeyi başarır. Aslında yazılarının ana teması insan ve hayattır. Böylece ağır görünen edebi felsefi meselelere yabancılaşmayı reddedip, insana özgü olanın tanıdıklığıyla okur ile yazarı buluşturur. Kişi, onun yazılarında mutlaka kendi ile örtüşen yaşam tadını alır. Örneğin, yüzlerce yıldır, popüler kültürün pervasız etkisi ile Nietzsche'nin faşizme yakıştırılan kimi yönlerinin öyle olmadığını belirtir, filozofun temel iki dayanağını "Üstinsan ve Sonrasız Dönüş" olarak gösterir. İçine düştüğü ruhsal bunalımın sebepleri ve sonuçları olan eserlerinin irdelemesini yaparak, filozofla tanışıklığımızı iki eski dostu buluşturur gibi arttırmayı başarır; hem de bir kaç sayfada!

Ayrıca, benzersiz bir ders kitabı olarak görülmesi gereken Estetik Doktrinler (Ankara, 1972) kitabını anmak gerek. Felsefe öğreniminde bir filozofun birkaç temsili cümlesinin ya da birkaç felsefi terim bilgisinin felsefe olmadığı yalnızca birkaç cümle ya da birkaç terim bilmek olduğunu pek düşünmediğimizde, estetik felsefesinin yaratıcılarını ele alırken onların isimlerini bilmekten öteye geçemeyiz. Yetkin'in eserinde tarihsel bütünlüğü içerisinde anlatılan filozoflar, fikirleri, yaklaşım ve eserleriyle felsefenin insana dairliği ile konunun kendisinde uyandırdığı duyguların eşsiz bir örneği. Yazarların yaşamlarına akıttıkları eserlerinin hayati ve insani kaynaklarını daha incelikli keşfeden ve bunu paylaşan kaç eser bulabiliriz? Bir kaç noktayla örneklenecek olursa, Platon'un bir isim olmaktan çıkıp, duyan, keşfeden, yürüyen, anlatan bir insan oluşunu, aradaki yüzlerce yıllık farkın algısal bir illüzyon olduğunu ve insanın, insan olduğundan ötürü düşünüyor olduğunu gözlemlemek/hatırlamak, Hegel'in karmaşık dilinin altında yatan asıl meselelerin sade dökümünü bulmak, Croce'nin kendini arayışı ve yaşama karşı duyduğu endişelerinin nasıl insani sebeplerle felsefesine kaynaklık ettiğini anlamak bu kitaba özgü deneyimlerdendir. Suut Kemal Yetkin büyük eserlerin mutlaka okura ulaşacağını, zamanın onları yıpratmak bir yana daha da değerli yapacağını savunur. "Bir tek sağlam eser gösterin ki okuyucusunu bulmasın!" derken Schopenhauer'in yazın üzerine söyledikleri kütüphanenin bir köşesinden fısıldamaktadır. Schopenhauer, eserler arasında eski/yeni gibi kavramları reddettiği gibi, iyi bir eserin büyüklüğünün zamanla değişmeyeceğini belirtir. (8) Schopenhauer'in Suut Kemal Yetkin –yazdığı kitap ve makalelerinden de anlaşılacağı gibi- üzerindeki etkisi büyüktür. Alman filozofun hem ruh durumu hem felsefesi onun için son derece dikkatle incelenmiş özel konulardır.(9) Hem doğrudan Schopenhauer üzerine yazdığı eserlerinde hem de eserlerinde filozofun fikirleriyle birebir örtüşen ifadeleriyle bunu görmek mümkündür.

Suut Kemal Yetkin, Ankara Üniversitesi'nde Eğitim Fakültesi bünyesinde Güzel Sanatlar Eğitimi Kürsüsü'nü kurarken bir yandan da Hacettepe Üniversitesi'nde sanat tarihi dersleri vermekteydi. 1968 yılında sanat tarihi bölümünü burada kurdu. Yetkin'in bu mirasına ek olarak kendi şahsi kitaplarını bölümün kütüphanesine bağışladığını da belirtmek gerekir. Bu kütüphane Yetkin ile Bedrettin Cömert (1940-1978)'in bağış kitapları ile oluşmuş son derece özel bir kütüphanedir. Bedrettin Cömert, çevirileri, tezleri, dersleri, eleştirileri ile sanat tarihi çalışmalarına katkısı bakımından eşsiz bir sanat tarihçisidir. Ödüllü çevirisi E. H. Gombrich'in Sanatın Öyküsü kitabı bugün de özellikle sanat eğitimi alan Türk okurların temel bir kaynaklarındandır. İtalya'da yürüttüğü akademik çalışmaları, onu Türk sanatı sorunlarından hiç uzak tutmamıştır. Aksine, Avrupa sanatı ile Türk sanatı karşılaştırmalarının açıklık ve bilimsellikle incelemesine olanak tanımış, sanat tarihçilerine yeni araçlar sunmuştur. Bedrettin Cömert eğitimi için gittiği İtalya'dan döndüğünde Suut Kemal Yetkin'in asistanlığını yapmaya başlamıştır. Bu iki önemli ismin yazıları ve anılarına bakılırsa bir hayli zorlu, yoğun çalışmalarla geçen, tarifi zor bir sevgi bağı kurmuşlar, bilime ve insana saygılarını araştırmalarıyla sunmuşlarıdır. Sanat tarihi alanına bugün pek çok kişinin görmekte zorlandığı sağlam bir temel atmışlardır. Bugün yapılan "Türk sanat tarihi öldü mü?", "Türkiye'de sanat tarihi var mı?" gibi tartışmalara karşı kitaplarını okuyarak yanıt bulmak çok kolaydır: Sanat tarihi ölmemiştir ve Türkiye'de sanat tarihi vardır. Anlaşılmayı ve araştırılmayı bekler. Bu sebeple akademilerde yapılan çalışmaların, akademisyenlerin ürettiği tez ve kitapların önce alanın uzmanları tarafından bilinir olması kültürel ve bilimsel bütünlük açısından son derece önemlidir. Böylece tekrarlara, konuşulmuş konuları tekrar ele almaya, bilineni bilinmez sanmaya ve yeni araştırmaları engellemeye gerek kalmayacaktır. Ne yazık ki, alanının en üretken isimlerinden biri olan Bedrettin Cömert, Türkiye'nin çalkantılı siyasi hayatı ve politik kutuplaşmanın şiddeti sonucunda 1978'de öldürüldü. Çalışmaları sonlansa da yazdıkları yok edilememişti. Döneminin dergilerinde sanat yazıları ve eleştirileri ile yer aldığı gibi kitaplarını da yayınlatmıştı. Cömert henüz 38 yaşında öldürüldüğünde, hocası Suut Kemal Yetkin 75 yaşına varmış ve beş yıl önce emekliye ayrılmıştı. Ölümü üzerine kaleme aldığı kısa yazısı Vah Cömert'im Vah başlığı ile 22 Temmuz 1978 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nin 7. sayfasında yayınlandı. Siyasete uzak, duygu dolu bu yazı, Türkiye'de siyaset, bilimsellik ve insan hakkında özel bir hatırlatma niteliğinde. Suut Kemal Yetkin ise iki sene sonra yaşlılığına bağlı rahatsızlığı sebebi ile vefat etti. Bunun üzerine Milliyet Sanat Dergisi, 4 Mayıs 1980 baskısında Cömert'in Haziran 1976'da Suut Kemal Yetkin başlıklı yazısını yayınladı. Cömert onunla kurduğu ilişkiyi anlatırken: "Birkaç haşlaması dışında, hiçbir zaman ağzıma ve kalemime gem vurmaya yeltenmedi. Onun yanında ne düşünmek istediysem onu düşündüm, düşüncelerimi korkmadan, özgürce söyledim ve aynı özgürlükle istediğim yerde yazdım," diyor, Türk siyaseti karşısında ise duru böyle olmamıştı. Değil kalemine ve ağzına gem vurulması, canı pahasına yazmıştı Cömert. Hocasıyla dostluğunu, çalışma arkadaşlığını benzersiz bir canlılık ve açıklıkla anlatmış. 1970'te tanıştıklarını, asistanlık için nasıl heyecan duyduğunu, aralarında geçen yapıcı tartışmaları, uzun çalışmalarını, "benden geriye bu denemeler kalacak," deyişini ve onu babası gibi sevdiğini anlatır. "Ona insanlık ve dostluk borcumu, onu aşmakla ödeyeceğim. Kuşkusuz, benden önce o mutlu olacaktır bundan," diyerek ondan önce öleceğini hiç bilmeden bitirir bu yazısını. Milliyet Sanat Dergisi'nin bu isabetli yayını ile bu iki önemli ismi bir arada bir metnin içerisinde nasıl var etmiş olduğuna da dikkat çekmek yerinde olacaktır. Böylece yazının ve yayınların, ölümlere benzemeyen halini görebilmek mümkün olur. Kitaplar, yazılar fiziksel varlık gösterirler, okununca hayat bulurlar, yaşamaları içinse hissedilmeye ve anlaşılmaya ihtiyaç duyarlar. Günlük yaşamımızda canlı olduğumuzu duyumsatan da bu değil midir zaten?

Suut Kemal Yetkin'i okuyarak ya da onun hakkında yazarak bugünlerde böylesi bir ziyaretin anlamını belki yine kendisinin sözleriyle düşünmeli: "Siyasi olaylar en çabuk değişen, sıcaklıklarını en çabuk yitirenler arasındadır. Sanatçı değişeni, gideni değil, değişmeyeni ve kalanı yaşattığı ölçüde kalır." (10) Yakın arkadaşları, Suut Kemal Yetkin'in son günlerinde İvan İlyiç'in Ölümü kitabını istediğini, bitmeyen bir canlılıkla yaşama duyduğu sevgiyi anlattığını anılarında söylüyorlar.(11) Son zamanlarını "büyük tedirgin" Tolstoy'la paylaşırken acaba o da İlyiç gibi "Nerede ölüm?" diyerek onu mu aradı yoksa edebiyatın sonsuzluğunda ölümsüzlüğü mü? Bunu bilmenin imkanı yok.

37 yıl önce aramızdan ayrılışını anmak için mi hatırlanmalı Suut Kemal Yetkin? Kanımca anmaktan ziyade ziyaret etmenin anlamlı olacağı. Yazarların, yazdıklarıyla yaşama gücü kazanması gibi okur da onları, okuyarak var etme şansına sahiptir. Buna kısaca, yâd edilenin şad edilmesi desek de olur.

Saygıyla Suut Kemal Yetkin.

1 " Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu, "Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin'le Bir Söylesi" Yıllık Araştırmalar Dergisi III, s.17-19, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981.

2 " Prof. Dr. İbrahim Agah Çubukçu, "Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin'le Bir Söylesi" Yıllık Araştırmalar Dergisi III, s.17-19, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981.

3 Sabahattin Teoman, hocası Yetkin'in ölümü üzerine kaleme aldığı yazısında anılarına yer verirken şunları anlatır: "[...] sınıf tahtamıza yazdığı Baudelaire'in dizelerini, onun bu 'son sözü'ne gelmek için andım. O gün de ölürken söylediği yaşam sevgisi ve ölüm korkusu vardı sesinde. [...]" . "Büyük Tedirgin Suut Kemal Yetkin", Sabahattin Teoman, Yıllık Araştırmalar Dergisi III, s. 8-12, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981.

4 Hikmet Dizdaroğlu. "Denemeci Suut Kemal Yetkin, Suut Kemal Yetkin'e Armağan, Hacettepe Üniversitesi Armağan Dizisi: 1, Ankara, 1984.

5 Suut Kemal Yetkin, Yokuşa Doğru", Dernek Yayınları, Ankara, 1963.

6 Sami N. Özerdim ve Yapıtları (1918-1997), "Türk Kütüphaneciliği", 11, 2 (1997), s. 185.

7 Friedrich Nietzsche (1844-1990), L.N. Tolstoy (1828-1910), Arthur Schopenhauer (1788-1860)

8 Schopenhauer, "Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine", Say Yayınları, İstanbul, 2008.

9 Suut Kemal Yetkin, "Arthur Schopenhauer: Yaşamı, Felsefesi, Estetiği", Sanat Edebiyat Dergisi, 2 (1974)

10 Suut Kemal Yetkin, "Günlerin Götürdüğü", Varlık Yayınevi, Eylül 1958.

11 Sabahattin Teonam, "Büyük Tedirgin Suut Kemal Yetkin İçin", Yıllık Araştırmalar Dergisi III, s. 8-12, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk ve İslam Sanatları Enstitüsü, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1981.

bottom of page