top of page

Orhan Cem Çetin’in iki cümlesine istinaden

Üretimlerini farklı alanlarda sürdürenlerin diyaloglarından oluşan Ak-sayanlar serisi x-ist iş birliğiyle matbu dergi ortamından sergi mekânına taşındı. 17 Nisan'a dek devam edecek sergi için edebî partnerini kendi içinde üreten Orhan Cem Çetin'in işi odağında bir değerlendirme yaptık


Yazı: Bihter Sabanoğlu



Orhan Cem Çetin, Ne cüret ne de takât, Ahşap ilk yardım dolabı içinde farklı boyutlarda nesneler

30 x 40 x 12 cm; A5 yaprak üzerinde çoğaltılmış metin, 2021




Farklı disiplinlerden sanatçıların ikili ortak yaratımına dayanan ve bir dikotomiden ziyade bir simbiyoz amaçlayan Ak-sayanlar sergisi kapsamında Orhan Cem Çetin kendine bir edebî persona yaratarak onunla ortak bir eser ortaya çıkarıyor. Sergide Çetin’in ecza dolabı yerleştirmesi ve yedi dakikalık videosu yine kendi yazdığı kısa bir metinle eşleşiyor. Hikâye, annesi tarafından o akşamüstü terk edildiğinin bilincinde olan bir çocuğun ağzından anlatılıyor. Anne, aynı gece yarısı çocuklarına (belki aralarından yalnız birine veya kocasına) kıyamayıp geri dönüyor. Çetin’in metninde ve görsel yaratımında peşinden gitmek istediğim iki anahtar cümle var.


Metinde zanaatı için kullandığı vernik ve boya gibi eşyalar ecza dolabında seçilebilen hattat baba, terkedildiği gün bir yumurtanın üzerine “Burada değerli kitaplar vardır” cümlesini işliyor. İnsanın aklına Orta Çağ haritalarına henüz keşfedilmemiş, tekinsiz suları tanımlamak için iliştirilen o ibare geliyor: “Burada ejderhalar vardır” (Hic sunt dracones). Yanına türlü egzotik hayvanlar hatta yamyamlar çizilen, bilinmeyenden, boşluktan duyulan korkunun ifadesi bu cümle aynı anda bir arzunun da göstergesi; yaratıklarla kaynayan, uğurlu uğursuz varlıklarla fokurdayan bir okyanus tahayyülü insan imgelemine daha hoş geliyor. Orhan Cem Çetin’in hikâyesinde cümle bu iki veçheyi birden barındırıyor. Hikâyenin anlatıcısı çocuk annesinin gidişinin yarattığı boşluğun kaygısıyla babasının yumurta üzerine yazdığı ve mânâsını sonradan öğreneceği Arapça sözcüklere kendisini oyalayacağı ümidiyle dikkat kesiliyor. Tüm kalbiyle orada kendisini gerçeklikten uzaklaştıracak büyülü dünyalar bulmayı istiyor. Ama sonradan “Burada değerli kitaplar vardır” anlamına geldiğini öğreneceği bu işaretleri o an anlamıyor; zaten biçimin altında içerik de yok, babasının herkesi hayran bırakan estetik el yazısı içi boş bir yumurtanın üzerine çizilen sloganvari bir deyiş sadece. Babası da özle değil teknikle ilgileniyor; karısının bu sebeple onu bırakıp gitmiş olması bile muhtemel. Yazının kapısını aralaması beklenen kütüphanenin nadide eserleri ortada görünmüyor; çerçevede yalnız Çetin’in ecza dolabına yerleştirdiği fasulye taneleri, boş ilaç şişeleri, mandallar var. O paha biçilmez kitapların insana bahşedeceği söylenen bilgi de ortada yok; annesi kime gitti, neden kırmızı gözlerle döndü, çocuk anılarından bulup çıkaramıyor. Ailenin özü ve hafızası adeta yumurtanın içi gibi boşaltılmış.



Orhan Cem Çetin, Ne cüret ne de takât, Fotogrametrik video ve stereo ses (7’), 2021

Orhan Cem Çetin’in çocuk protagonistini Ragıp Paşa gibi bir de Enderunlu Vasıf olarak hayal etmek istedim. Vasıf’ın şiirlerinde devamlı Boğaz’dan, Göksu’dan, İstinye’den, Kandilli’den bahsetmesini, İstanbul ağzı kullanıp İstanbul alemlerini anlatmasını düşündüren biçimde öyküsüne Salacak’ta oturduğunu belirterek başlayan çocuk, büyüyünce belki Vasıf’ın izinden gidip haz üzerine kurulu bir hayat sürecek ve devamında yazdıklarından pişman olup eserlerini yakacak…. -Bihter Sabanoğlu


“Burada değerli/kıymetli kitaplar vardır” Osmanlı kütüphanelerinin girişinde görülebilen bir hat klişesi, Arapçasıyla Fihâ kutubun kayyime. İstanbul sınırları içinde en meşhuru Laleli’deki Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin kapısında asılı. Bu yazı, kütüphanenin kuruluşundan 1787 yılında yayımladığı Türklerin Edebiyatı kitabında bahseden din adamı ve edebiyatçı Giambattista Tonderini’nin de merakını celbetmiş olmalı ki onu detaylı biçimde tasvir ettikten sonra tercüme de ediyor: Quivi sono i libri preziosi.[1] Bir an için Orhan Cem Çetin’in çaresiz çocuğunu Ragıp Paşa gibi hayal etmek istedim; yazma eserler toplaması ve şair kişiliğiyle ünlü Paşa nüfuz sahibi bir devlet adamı olduğunda Laleli’deki kütüphaneyi yaptırır ve annesinin gittiği o gün kafasına kazınan cümleyi şehre bıraktığı mirasın kapısına yerleştirir... Nitekim Venedikli bir sanat aşığının bunca ilgisini çeken cümle Orhan Cem Çetin’in anlatıcısı için bir müddet sonra manasızlaşıyor. Onda kendisinden bir ifade bulamıyor. Bir gün babasını taklit ederek hat çekmek istediğinde onun içi boş ibaresini bir kenara bırakıyor ve annesinin yadsınan kimliğini, hayallerini, “rüzgâra savuruverilen istikbâlini” anlatan “Ne beyân-ı hâle cür’et, ne figâna tâkatım var” dizelerini seçiyor. Bu mısralar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın biraz acımasızca “devrinin malı olan bir zevk çözülüşünü” [2] temsil ettiğini iddia ettiği Enderunlu Vasıf’ın kaleminden çıkma. Belli ki hem çekip giden annenin hem kısa süreliğine de olsa terk edildiğinin bilincinde olan çocuğun acısını bu iki mısra babasının kusursuz ama kof vav ve eliflerinden daha şedit biçimde anlatıyor. Çetin’in çocuk protagonistini Ragıp Paşa gibi bir de Enderunlu Vasıf olarak hayal etmek istedim. Vasıf’ın şiirlerinde devamlı Boğaz’dan, Göksu’dan, İstinye’den, Kandilli’den bahsetmesini, İstanbul ağzı kullanıp İstanbul alemlerini anlatmasını düşündüren biçimde öyküsüne Salacak’ta oturduğunu belirterek başlayan çocuk, büyüyünce belki Vasıf’ın izinden gidip haz üzerine kurulu bir hayat sürecek ve devamında yazdıklarından pişman olup eserlerini yakacak….




Metnin son satırında vurgulanan, anlatıcının babasının sonsuz önem atfettiği o dairesel döngü ve ilahi adalete yorduğu hattı başladığı yerde bitirebilme yetisi ise Çetin’in bu iki anahtar cümlesi arasında bir bağın habercisi sanki; ilkiyle bir bilginin paylaşılacağı vadediliyor ikincisiyle buna cüret ve takat olmadığı söylenerek müjdeli haber geri çekiliyor. Annenin eve dönüşü misali tam başlanılan noktaya dönülüyor; ne bilginin hiçbir zaman var olduğu vâki, ne de annenin bir gün evden gittiği. Çetin de zaten metninin kusursuz çemberini şu cümlelerle tamamlıyor:


Başladığım yere dönebildim mi?

Bizde âdet olduğu üzere, evet.



 

[1] Giambattista Toderini, Letteratura Turchesca Tomo II (Venedik: Presso Giocomo Storti, 1787), 147-148. [2] Ahmet Hamdi Tanpınar. XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (İstanbul: Çağlayan Kitabevi:1988), 87. “O her şeyden evvel, devrinin malı olan bir zevk çözülüşüdür.”

bottom of page