top of page

No: 24 | Ayşe Draz


İllüstrasyon: Caner Yılmaz

Ben çok yakın bir zaman önce annemi kaybettim. 9 ay oldu. Neticede zaman algısı göreceli bir kavram. Bazıları ve bazı durumlar için 9 ay çok kısa, başkaları için ise bu süre pek uzun sayılabilir. O güne dek hayatımda hiçbir şeyi ve hiç kimseyi özlemediğimle neredeyse gurur duyardım. O günden sonra özlemenin ne demek olduğunu anladım. Hayatımda hiç olmadığı kadar geçmişi düşünmeye ve “hatırlamaya” başladım. Yavaşladım. Hayatın beni sürüklediği hıza dur demeye çabaladım. Yasla yaşam benim için tam birbirinin içine geçmişti ki kocamaaaan bildiğimiz dünya olarak şimdi hepimizin parçası olduğu kolektif travma geliverdi ve üzerimize çöküverdi. Bu arada boyutlar, ölçekler ve mesafeler de göreceliymiş; meğer o kocaman bildiğimiz dünya adeta küçücük bir kaseymiş. Neyse. Benim yasım aslında annemin hastalığı sürecinde başlamıştı. Epey çaresiz hissettiğim ve stresli bir süreçti. Eninde sonunda varılacak yer belli iken gene de yaşam neşesine tutunma zorunluluğunun baskısı vardı üzerimde. Hatırlıyorum, bir akşam sabaha kadar oturdum, düşündüm, düşündüm ve düşündüm. Hepimiz öleceğiz, bu kaçınılmaz, bunu biliyoruz ama vaktimizi faydalı, faydasız çeşitli uğraşlarla oyalanarak ve sanki o son hiç gelmeyecekmiş gibi yaşayarak da geçirebiliyoruz. Eee tamam dedim, işte yaptığımın, yapmam gerekenin bundan çok da büyük bir farkı yok. Lakin bir de hiç inanmadığım bir yalanı, çok sevdiğim bir başkası için sürdürmek zorundaydım, ki sonunda neyse ki o yalana sanırım ben de inandım.  Derken ölüm geldi çattı ve işte o zaman ne kadar hazırlanmış olduğumu sansam da bunun hiçbir hazırlığı olmadığını, olamayacağını anladım. İlk günler çok zordu. Her sabah, kendimi içinde bulduğum yeni gerçekliğe uyanmak ve annemin öldüğünü, ben ne yaparsam yapayım bunu değiştiremeyeceğimi hatırlamak. Ha, belki çok gerilere gitsek -daha önceden bazı şeyleri fark etsek- vardı yapılabilecekler ama artık iş işten geçmişti, bu ancak o hayatı öyle yaşamamış olmakla olabilirdi. Yani imkânsızdı. Sabah saatlerinde bunun bir şaka olmadığına kendimi ikna edebilirsem, öğle saatlerinde birden her şey anlamsızlaşıyordu çünkü bu gerçek bana hayatın kendisinin hiçbir mantığa oturmadığını hatırlatıyordu. Hayat neydi ki; ana rahmiyle mezarlık arasındaki basit ve aslen anlamsız bir yolculuk. İşte tam da böyle anlarda üzerime varoluşsal bir tembellik çökecekken, neyse ki ölümün yaşamı anlamlı kılan tek gerçek olduğu farkındalığı daha ağır basıyordu. Madem hayat bize rağmen ilerliyordu ve nihayetinde hayatta hiçbir şeyi tam kontrol edemiyorduk, edebildiklerimize odaklanalım; yaşamanın, olmak istediğimiz insanın, işgal ettiğimiz şu koca dünyanın ve de aslında bizleri anlamlı kılan tek şey olan “başkaları”nın sorumluluğunu alalım. Belki de bu yüzden “performans”la uğraşmak ilgimi çekiyor; bir başı ve sonu olan, ne zaman başlayıp bittiğine karar verebildiğin ve süreci, he ne kadar sürprizlere açık olsa da belli bir omurgaya göre yönetebildiğin, bu esnada da hem içerde hem dışarıda kalanlara dair bir sorumluluk üstlendiğin bir deneyim olmasından ötürü. Hayatın o sonsuz bilinmez ve kestirilemezliğini kısa bir süreliğine de olsa yendiğini düşündürüyor insana; ayrıca da her sonla beraber “ölüm”ü de prova ediyorsun adeta… Bir de itiraf etmeliyim, ilginç bir şükran hissi de geldi bana yasla beraber; tamam geçmişe bakıp muhakkak teselli olacak bir şey buluyorsun da bu şükran hissi neyin nesiydi … belki de sırrı, benim hala bu hayatı daha farklı ve farkında yaşamayı seçebilecek olmamda gizliydi.   


Neyse lafı daha fazla uzatmadan Korona günlerine dönelim. Pandemi ilan edildikten sonra ilk başta endişe atakları aldı sardı beni, annemin hastalığı sürecinde geceleri elektriklenerek kalbime giren o sızı gene geri döndü. Bir yandan ölüm sayılarla ve istatistiklerle sıradanlaştırılırken, her an kapının ardından, pencerenin dışından bakıp adeta “buradayım, geliyorum” deyiverecekti. Acaba bugün babama gitmemiş olsaydım daha mı iyi ederdim. Madem bunun geldiğini görüyordum, keşke kızımı bir hafta önceden okula göndermeyi bıraksaydım. Acaba elimi eve girince yıkamış mıydım… Peki ya o sayıların içinde yer alanlar. Birinin annesi, babası, arkadaşı olanlar. Bugünlerde başka ağır hastalıklarla uğraşmak zorunda kalanlar.  Gene bir gece sabaha kadar oturdum, düşündüm, düşündüm ve düşündüm. Virüsü önce ben kapmışım, sonra da etraftaki tanıdık tanımadık herkese yaymışım falan filan. Eee yeter dedim; önce kendime, bir şeyin korkusu kendisinden beter ediyor mu etmiyor mu insanı diye sordum; ediyor, bunu biliyorsun, tamam bu cepte. Hepimiz bir gün öleceğiz, bunu da biliyorsun, o da cepte. Endişe etme zamanı değil şimdi, çünkü gerçekten hala bir şeyler ve hatta varılacak son değiştirilebilir. Adamlar boşuna yırtınmıyor yapılması gerekenleri yapıp gerekli önlemleri alırsak hem kendimizi hem başkalarını korumuş olacağız diye. Sonra baktım ben gene bir tür yas sürecindeyim; durmak, yavaşlamak, eski anılara dönmek, geçmişten detayları anımsamak iyi geliyor; bünye hızlanmaya ve konsantrasyona rezistans gösteriyor. Fakat bu sefer o sahip olduğumu sandığım özlem duygusu çok da kuvvetli değil.  Başta şaşırdım, ama sonradan anladım; özlem sevdiğine, eksikliğini hissettiğine duyulur oysa bizim şimdi ellerimizden kayıp gitmekte olan o dünya düzeninin pek de özlenecek bir tarafı yokmuş zaten. Öte yandan, eksikliğini de hissettiğim, özlem duyduğum şeyler de yok değil.  Bu sefer oturdum, neleri özleyip neleri hiç özlemediğimi sıralamaya koyuldum. Belki bu günler geçtikten sonra gerçekleşecek değişimlere yön verebiliriz diye umutlanmaya başladım. Saatlerce kendimi kaptırıp kızımın elinden kaparak oynadığım legolarla tekrar yavaş yavaş konsantrasyon yetimi geri kazanmaya koyuldum. Bu konsantrasyon, beraberinde yeni farkındalıklar getirdi. Benim annem için tuttuğum yası, bu günlerde tutamayacak olanlar aklıma geldi. Ben evde oturup endişe ataklarımı atlattıktan sonra durmanın lüksünü yaşarken, bu imkanı olmayanlar, hala savaş alanlarında, göçmen kamplarında insan yapımı yalanların ortasında yaşamak zorunda kalanlar; yaşadıkları endişe ataklarına rağmen hayatlarını devam ettirebilmek ve hatta başkalarının hayatlarını devam ettirebilmelerine olanak sağlamak adına her gün ölümle yüzyüze gelmek zorunda olanlar ve bunu bilerek, seçerek yapanlar; evde oturduklarında daracık, karanlık alanlara sıkışanlar, karantinada şiddete maruz kalanlar, yasla beraber yüzleştikleri geçmişleri pek de günlük güneşlik olmayanlar…Yazık, bir zamanlar çok sevdiğim Madonna’nın alay konusu olmuş sosyal medya videosunda dediği gibi bu virüs ‘maalesef’ hepimizi eşitlemiyor; bunu yapan ölümlü olduğumuz gerçeğinin kendisi; kaldı ki bunu bize hatırlatması için yeni bir virüse ihtiyacımız olmasa gerek. Ancak, bu virüs, bizi bugünlere mecbur bırakmış dünya düzeninin içindeki eşitsizlikleri, gereksizlikleri, kötülükleri ve aptallıkları daha da görünür kılıyor ve en ağır faturayı hem en kırılgan (bu hala tam çözemediğimiz virüsün doğasından kaynaklanıyor) hem de en güvencesiz (bu ise insan yapımı bozuk düzenin kendisinden kaynaklanıyor) olanlarımıza kesiyor… 


Yas tutmak, tutabilmek, beraberinde bir olgunlaşma ve bazı farkındalıklar getiriyor; hem içe hem dışa dönük. En azından benim için süreç böyle işledi. Umarım hepimiz deneyimlemekte olduğumuz bu kolektif travmanın içindeki yas sürecinde özlem duyduklarımızın ve değişmesi gerektiğine inandıklarımızın listesini tutacağız. Umarım büyük bir kısmımız yas tutabilme lüksüne sahip olacağız. Umarım hepimiz bu süreçte, fiziksel mesafelerimizi koruyor da olsak sosyal dayanışmanın önemini daha da çok anlayacağız. Sanatla uğraşanlar olarak da bu süreci, ardından gelecek olan “yeni” dünyayı ve “yeni” kendimizi, gerçekten doğru ifade edebilmek ve daha önce hiç deneyimlemediğimiz koşulların getirdiği farklı üretim biçimlerini içselleştirerek kullanabilmek için zamana ihtiyacımız olacak. Ama önce yasımızı yaşayalım, illa durarak değil gerekiyorsa yaratmaya, yapmaya devam ederek yaşayalım bu yası ama kendimize ve başkalarına zaman tanıyalım; kendi fikirlerimizi başkalarına dayatmadan önce izin verelim beynimizdeki ve bedenimizdekiler sezgilerimize dönüşebilsin…

bottom of page