top of page
Yazarın fotoğrafıUnlimited

No: 22 | Ahmet Ergenç


Ben Ruhi Bey Nasıl Değilim?  Edip Cansever’in meşhur sorusudur: “Ben Ruhi Bey Nasılım?” Bugünlerde sıkça sorduğumuz bir soru.  Ruhi Bey, Cansever’in Tragedyalar’daki Stephan karakteriyle birlikte en varoluşçu karakterlerindendir.  Varlıkta, varlığı saran anlam düzeneğinde açılan boşluklara bakar, çatlakları kayda geçirirler. Tam da bugünlerde açılan türde “çatlaklar”. Ruhi Bey şahsi bir derdin kaydını tutar, bir yandan var gibidir, bir yandan yok gibi. Dışarı çıktığında vardır, Beyoğlu’nda yürür, içer, hep bildiği dükkanlara girer çıkar ama bu esnada o meşhur varoluş şüphesini de hep yanında taşır: “Ben Ruhi Bey nasılım?” diye sorarken, böyle bir yabancılaşma mesafesinden kendine ontolojik bir soru da sorar: Ben, Ruhi Bey, var mıyım hakikaten? Stephan’ınki ise, şahsi değil, kolektif bir krizin ya da felaket hissinin kaydıdır. Bugünlere daha çok benzer. Şöyle açılır Tragedyalar “Çünkü bir bir yıkılmakta açsanız radyoları Sokaklar, köpekler, tanrının bütün eşyaları.” Sonra da bir yerde herkesin yokluğa yakınlığına değinir birileri, biraz da iç rahatlatıcı bir tonla:  “Sanırım bir anlamı var: Yok gibiyiz hepimiz” Bu iki karakter son zamanlarda aklıma üşüşüyor, eve kapanıp varlıkla yokluk arasında durduğumuz ve eski varoluş jestlerinin anlamsızlaşmaya başladığı bugünlerde. Açıkça söyleyelim: Bu “varoluşçu” karakterlerin, aklından sürekli geçen o tuhaf, olağanüstü bulutlar, alışıldık bulutlar haline geldi.  Korona günlerinde, toplumsal sistem tamamen durmuşken, toplumsal yapı üzerine üretilen anlamlar da buharlaşıyor. Söyleyecek çok şey var ama bu mektubu, evde bir varoluşçu karakter gibi oturmanın, hayatla insan arasına bir “varoluşçu” perdenin girmesinin anlamı üzerine birkaç şey söylemekle sınırlı tutacağım. (Bu perdeyi en iyi anlatan hikâyelerden birini de Oğuz Atay’dan Korkuyu Beklerken Bir zihin ve yaşam pratiği olarak biraz tersten bakma taraftarıyım bu “varoluşçu” kırılma anına. Korona’nın yarattığı hayati kırılma (ya da kelime oyunu yapalım, “hayat kırılması”),  hayat son hızıyla akarken, işte o meşhur “durup düşünecek halimiz yok” fırtınası içinde savrulup giderken bir türlü imkân bulunamayan o yavaşlama, kendine dönme, kendi kozasını örme imkânını, en azından şanslı sayılabilecek bir kesim insana bahşetti. Ve bu bir kesim insan okunamayan kitaplar, sorulamayan sorular, izlenemeyen filmler derken bu salgın ve karantinayı bir nevi mecburi inziva olarak görüp, kendi zihinsel bahçelerine özen göstermeye başladılar. Başka bir ifadeyle, kapitalizm denilen ve insana “boş zaman”, “aylaklık”, “kendine özen” gibi şeyler için pek zaman ve zemin tanımayan sistemin durması, kapitalizmin açtığı yaraları (Pazartesi sendromu için sıkça paylaşılan o cümle: “Pazartesilerden değil, kapitalizmden nefret ediyorsunuz.” Žižek) iyileştirmek için bir iyileştirici zaman dilimi oldu. Bunu anlıyorum, bu kurulan yeni varlık masasını da anlamlı buluyorum ama tam da bu anda bu “verili” masayı devirmek gerektiğini düşünüyorum.  Nasıl mı? Şöyle, varoluşçu soruları varlık şeması devam ederken sormak, hayatın akışına bir “çomak” sokmak anlamına geldiği için anlamlı ve zihin açıcı olabilir. Şimdiyse, zaten hayat “herkes” için durmuşken, durup düşünmek, durup “kendine bakmak” denilen o meşhur entelektüel manevra biraz anlamsızlaşıyor.  Ben tam tersinin iyi geleceğini düşünüyorum bugünlerde: “Ben Ruhi Bey Nasılım?” sorusu yerine, “Nasıl değilim?” diye sormanın bir anlamı olabilir. İçeri değil, dışarı bakmanın.  Ve aslında birçok şey hissedip paylaşabileceğimiz o filozofça varoluşçu yazar ve şairlerin (Cansever, Sartre, Camus...) yerine bugünlerde tam da mesela Galeano, Saramago, Márquez ya da Latife Tekin gibi “dünyada olmanın anlamı” üzerine toplumsal olarak düşünen yazarlara kaymak iyi gelebilir. Yani soru artık, açıkça “Ben nasılım?”dan “Biz nasılız?” ya da daha da uzaklaştıralım, “Onlar nasıl?”a doğru kayıyor ya da kaymalı. Bireysel-varoluşçu kafanın bir işe yaraması için dış dünya ile iç dünya (bunlar o kadar ayrıysa tabii birbirinden) arasında bir çatışmanın var olması gerekir. Hepimizin aynı gemide değil, aynı denizde olduğu bugünlerde daha gayri-şahsi bir refleksin herkese daha iyi geleceği kanaatindeyim.  Son zamanlarda dile getirilen şu soru önemli: Madem bu kriz ve salgın küresel, çözüm neden küresel değil? Yeryüzünde olduğumuzu ve yeryüzünün de bölgesel fark olmadan prekerleştiğini biraz hatırlamak lazım. Brezilya açıklarında bir adada mahsur kalan bir arkadaşımla ya da radyoda bir programda bahsi geçen Amerikalı yerlilerle aynı durumdan mustarip olduğumu görünce, ben bunu hissettim: Dünya’dayız evet, Dünya adlı denizde. Yani, bir bakıma, "Ben Afrika'da kanat çırpan kelebeğin, Kuzey Amerika'da yarattığı kasırgayı duymak istiyorum, ben Kaos istiyorum!" diyen eski anarşistlerin (sevgili Bakunin) fantezisi, tersten gerçek oldu.  Şimdi o “kaos”un içinde bireysel bir kozayla meşgul olmanın yanı sıra, daha dünyaya ve diğerlerine açık bir göz lazım gibi geliyor bana. Yoksa radikal görünümlü bir ılık suda (burjuva bir suda) yüzer dururuz. 

Bizi “ben nasılım” ben-merkezciliğinden ve burjuva refleksinden kurtaracak çok iyi bir yazı dizisi tavsiye ederek bitireyim bu mektubu: Pınar Öğünç, Korona’nın “görünmeyenleri”yle, imtiyazsızlarıyla, prekaryalarla (işçiler, sektör çalışanları, halen “çalışmak” zorunda olanlar) bir dizi röportaja başladı.  Kapalı karantina odasında kendi iç dünyanız denilen şeyle hemhal olurken, tam tersine dış dünyayla da temas kurmanız dileğiyle.  Sağlıcakla kalın.



Ve bir ek:

Okuduğunuz dergi, temelde bir sanat yayını olduğu için, kendi odasından “dış dünyaya hep bakan” şu sanatçıların işlerine de tekrar bakmanız bu aralar zihin açıcı olabilir:Neriman Polat, Memed Erdener, Antonio Cosentino, Nalan Yırtmaç, Mehmet Ali Boran, Hera Büyüktaşçıyan, Berat Işık ve diğerleri...

Comments


bottom of page