top of page

Moderniteyi uluslar ötesinde yeniden düşünmek için hareket araştırmaları


27 Haziran-30 Ağustos 2019 tarihleri arasında Salt Beyoğlu'nda yer alan Farah Aksoy'un programladığı Uygun Adım Marş Maria Andersson ve Nancy Atakan'ın 20. yüzyıl başında İsveç jimnastiğinin, modernleşme sürecindeki Türkiye'nin beden eğitimi sistemine nasıl temel oluşturduğunu inceliyordu. Rana Kelleci'nin sergi üzerine AICA Young Critics Prize için hazırladığı yazıyı yayınlıyoruz

☕️ 10 dakikalık okuma

Maria Andersson’un Gezgin (2018) adlı beş dakikalık videosunun bir grup insanın cumhuriyet anıtı üzerinde çoşkuyla Gençlik Marşı’nı söyledikleri sahnede yakalıyorum. Bu ses eğitim hayatımın ilk on iki senesinde her ulusal bayramda olduğu gibi, ister istemez tüylerimi ürpertiyor. Vatan ve millet değerlerine büyük bağlılıklar hissetmesek de aynı melodi ve sözleri hiç tanımadığımız bir grup insanla hep bir ağızdan söylemek sanırım birçoğumuza güçlü duygular uyandırır. Birçok Türkiye vatandaşının paylaştığı bu ortak duygusal tepki aynı zamanda kafa karıştırıcıdır da; bu Türk ulusalcılığının ajandasından çıkan öğrenilmiş bir tepki midir yoksa evrensel birlik ve beraberlik duygularına mı karşılık gelir?

SALT Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ne açılan geniş girişinde izleyiciyi Andersson’un videosundan yükselen Gençlik Marşı karşılıyor. Kişi yüksek tavanlı, dikdörtgen şeklindeki sergi alanına girdiğinde aynı zamanda gerçek boyutlara yakın bir basketbol sahasının zeminine basmakta olduğunu farkediyor. Zemin gri kesik çizgilerle bir müsabaka alanına çevirilmiş durumda. Videoda Andersson, Türk Gençlik Marşı’nın Tre trallande jäntor (Şakıyan Üç Genç Kız) adlı İsveç halk şarkısının bir adaptasyonu olduğunu anlatıyor. Sahaya girişin ilk dakikalarında izleyiciyi karşılayan bu bilgi, uluslar ve kültürler arası geçişkenliğini olduğu kadar temellük yani kendine mal etmenin sınırlarını ulus-devlet ve müsabaka kavramları ışığında sorguya açıyor.

27 Temmuz-30 Ağustos tarihlerinde izlenen Maria Andersson ve Nancy Atakan’ın Uygun Adım Marş! sergisi Türkiye’de beden eğitimi sisteminin kurucusu sayılan Selim Sırrı Tarcan’ın hayatı üzerine bir mikro tarih pratiğinden doğuyor. Tarcan spora olan ilgisini takip ederek, biraz da politik sebeplerden dolayı, bir seneliğine Stokholm’deki Gymnastiska Centralinstitutet’e (Kraliyet Jimnastik Merkez Enstitüsü) gidiyor ve dönüşünde yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değerleriyle paralel bir beden eğitimi sistemi oluşturuyor. Tarcan karakteri Osmanlı-Türkiye tarihinde tartışmalı bir değişim dönemini; hükümet, kültür, özel ve kamu alanlarında sayısız reform ve algı dönüşümünü ifade eden modernleşmeyi (veya bazılarının eşanlamlı kullandığı Batılılaşma) düşünmek için elverişli bir zemin oluşturuyor.

“Tabiî bunun yanında küçük devletler için de halli zarurî olan bir gaile baş göstermiştir: Yaşamak! Yabancıların çizmesi altında çiğnenmemek! Ezilmemek!” diye yazıyor Selim Sırrı Tarcan sergiye eşlik eden, Kuzey seyahati anılarını anlatan kitabında. (1) Bu cümleler ekonomide ve politikada hızla gerilemekte olan imparatorluk halkının, entellektüellerin, hanedanın ve saray bürokratlarının zihninde dolaşan kaygılarından izler taşır gibi. İmparatorluk değişen dünyaya nasıl cevap verecek, otoritesini nasıl tekrar tahsis edecek? Tarcan’ın reçetesi “metin karakterli, yüksek bilgili, sağlam vücutlu bir adam olmaktı.” Sanat tarihçisi Wendy Shaw “bütün insan” algısına dahil değerlendirdiği bu üç unsuru modernitenin temelleri arasında değerlendiriyor. Tarcan’ın teşvik ettiği sağlam ve güçlü beden ideali “ulusal ve dolaylı olarak anti-sömürgeci kimliğin gelişiminde elzem bir bileşen.” (2) Hitler Almanya’sında, eski Yugoslavya veya Sovyet Rusya’da kent meydanlarına dikilen gürbüz köylü ve işçi heykelleri de benzer ideallerin taşıyıcıydılar. Bedensel faziletler ile ulus bilinci ve modernite arasındaki paralellikler Tarcan’ın cümlelerinde açıkça kurulabiliyor.

Bu açıdan Atakan ve Andersson’un sergideki araştırma temelli yapıtlarına özellikle son birkaç on yıldır ivme kazanan modernite (ve/veya Batılılaşma) ile yüzleşme tartışmalarını göz hizamızda tutarak yaklaşmak anlamlı olabilir. Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasabalı, Türkiye’de modernite ve ulusal kimliği tartışmaya açan metinleri topladıkları kitaplarının girişinde hem seküler hem İslamcı entellektüeller tarafından sürdürülen bu tartışmalarının yönünü özetleyerek, genel kanının Türk modernitesinin bir başarı olarak kabulünden, Osmanlı-Türk toplumunun değerlerini kucaklamayı başaramamış bir tarihsel sekte olarak görme fikrine doğru kaydığını iddia ediyorlar. (3) Özellikle son yirmi yılın sağ-kanat politik atmosferiyle etkileşim içinde olan bu eleştirel sahanın açılması kuşkusuz büyük bir iyileşme potansiyeli barındırıyor. Uygun Adım Marş! sergisinde olduğu gibi alternatif anlatı imkanlarını araştıran sanat pratikleri modern değerleri ulus ve kültürler ötesinde değerlendirebilmenin yollarını açıyorlar.

Aslen Amerikan vatandaşı olan fakat yirmi yıldan uzun bir süredir Türkiye’de yaşamakta olan Nancy Atakan ve İsveç merkezli Maria Andersson, modern kavramını oluşturan ve 20. yüzyılda ortaya çıkan ulus devletlerde çoğunlukla ortak olan tarihsel nosyonlar ve görsel dağarcıkla ilgileniyorlar. Atakan’ın Benim adım Azade (Özgürlük) (2018) adlı bir seri çizimden oluşan çalışması ve Andersson’un modernite hakkındaki kişisel deneyimlerini içeren sanatçı kitabı Anthems (2015) öznelliği kucaklayan farklı tarih anlatıları sunuyorlar. Sergi alanındaki kolonların etrafını saran birkaç kitapçıktan oluşan Anthems’den bir sayfa bu bakımdan oldukça çarpıcı:

Kaybedilmiş birliğin yeniden yaratımı

olarak

Medikal jimnastik.

Ulus devlet, rekabet ve ekonomik gelişme kavramlarının varlığında birlik kulağa garip geliyor. Fakat bu unsurların da dahil olduğu modernite ironik bir şekilde birlik potansiyelini de içinde barındırıyor. Atakan ve Andersson’un bireysel ve kolektif üretimlerinde görünürde rakip olan uluslar ve kültürlerin ortaklıkları keşfe çıkılıyor. Bunun en belirgin olduğu 2019 tarihli Dönüşüm Serisi’nde jimnastik hareketleri yapan (sergiye eşlik eden Stockholm’deki jimnastik okulunda çekilmiş eski fotoğraflardakiler gibi) keçeden kesilmiş iki boyutlu figürler sonsuza uzanan folklorik bir koreografi oluşturuyor. Figürlerin yalnızca hareketlerini ve beden hatlarını belirgin kılan gölge formu onları kimliklerinden sıyırıyor ve arkaik bir harmoninin parçaları haline getiriyor. Bu seriden Zamanın Döngüsü adlı serginin girişine konumlanan çalışma da en baştan izleyiciye geçmiş, gelecek ve şimdinin birbiri içinde eriyişini, serginin zamanlarası vizyonunu fısıldıyor.

Sanatçıların Selim Sırrı Tarcan karakteri üzerine araştırması onları Tarcan’ın iki kızına, Türkiye’de modern dans ve terapötik jimnastiğin öncüleri olan Selma Mimaroğlu ve Azade Kent’e ulaştırıyor. Tarcan’ın kızları olan Mimaroğlu ve Kent, modernite araştırmasını kadınların sesleri ve konumlarına doğru derinleştirmeye olanak veriyor.

Bu noktada sanat tarihçi Ahu Antmen’in bu konudaki bir saptamasını hatırlamak anlamlı olacaktır. Antmen, kadın imgesini bir modernite göstergesi olarak ele almayı öneriyor. (4) Parklarda, şehir sokaklarında, cami girişlerinde, tiyatro ve operalarda kadınları gösteren tablolardan takip edebileceğimiz üzere 20. yüzyıl Avrupa’sında ve elbette Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde kadınlar daha önce hiç olmadığı kadar ancak yine kısıtlı ölçülerde kamusal alana katılmaya başlıyorlar. Bu, tüm halkın el ele ilerleme ve gelişme idealine katkıda bulunmaları ölçüsünde kadınların özgürleşmesine alan açıyor. Sosyal ve profesyonel hayata katılımı artan kadınlar moderniteyi nasıl deneyimliyor? Tarih yazımının eril ağırlığı düşünülünce bu sorunun takibi bizi oldukça geniş ve bakir kalmış bir alana ulaştırabilir. Zaten tarihteki kadınların varlıklarını yüzeye çıkaran, onların isimlerini ve yaptıklarını görünür kılmaya çalışan pratikler artan bir şekilde güncel sanat üretiminde yer kazanıyor. Dominant anlatı damarlarının dışında kalmış tüm öteki grupları tanımak ve anlamak için bu alternatif yöntemler değerli katkılar sunuyor.

Nancy Atakan’ın Benim Adım Azade (Özgürlük) (2018) çalışması da benzeri bir meraktan doğuyor olmalı. Azade Kent’in hikayesini görsel ve yazılı bir anlatı ile anlatan çalışma izleyiciyle birinci tekil şahısta, yani doğrudan iletişim kuruyor. Bu kurgusal bir anlatı olmakla birlikte kadınların kendi deneyimlerini kendileri dillendirmesine yönelik aciliyetin altını çiziyor. Atakan, Merve Ünsal ile yaptığı bir söyleşide Azade’yi sıklıkla göz ardı edilen bir sosyal sınıftan, Osmanlı eliti bir aileden geldiği için özellikle incelemek istediğini aktarıyor. (5) Böylece kısa süreliğine bir tarihçi oluyor ve belki kendisi tarih anlatılarında görmek isteyeceği bir formu kendi üretip o tarihe katıyor.

Özgürlük veya bir şeyden özgür olmak anlamlarını taşıyan Azade kelimesi toplumsal gerçeklikte dengesiz bir zeminde duruyor. Osmanlı-Türk kadınları için özgürlük neleri kapsıyor? Özgürlük uluslar ve kültürler özelinde ne kadar farklılık gösteriyor ve bu noktada özgürlüğün yerli ve evrensel anlamlarını uzlaşabilir mi?

Diğer kardeş Selma Mimaroğlu ise Maria Andersson’un zihninde modern dansın öncüsü Isadora Duncan ile yan yana geliyor. Gerçekten de Mimaroğlu sergide paylaşılan araştırma çıktıları sayesinde öğrendiğimiz üzere modern dansa katkıları ile Duncan’ın izinden gidiyor. Maria Andersson serginin sonunda beyaz bir kaidenin içine, kolayca gözden kaçabilecek küçüklükte bir ekrana yerleştirdiği video işinde Duncan’ın bir grup erkek izleyici karşısında gerçekleştirdiği dans performansından siyah beyaz kısa bir kaydı noktası olmayan ve sürekli birbirine dönüşerek sonsuza ilerleyen bu cümle eşliğinde tekrar tekrar oynatıyor: …geleceğin dansı geçmişin dansıdır ebediyetin dansıdır… (6)

Isadora Duncan’ın özgür ruhlu dansı çağdaş performans sanatçılarının sıklıkla yaptığı, bedenle mekânın ve varlığın olasılıklarının araştırıldığı deneysel bir pratiği, hareket araştırmalarını andırıyor. Uygun Adım Marş! sergisindekilere benzer sanat pratiklerinin de tarihte bir hareket araştırması yaptıklarını düşünüyorum. Kollarını ve gözlerini boşlukta savuruyor, her harekette görülmemiş, duyulmamış veya bilerek gözardı edilmiş hikayelere çarpıyorlar. Belki ancak benzer bir açıklıkla yaklaşıldığında modernitenin unsurlarını ve çelişkilerini iyileştirici değerlere kalibre etmek mümkün olacaktır.

 

(1) Şimalin Üç Diyarı: Finlandiya İsveç Danimarka (Three lands of the North: Findland Sweden Denmark)

(2) Shaw, W., Gymnastics of Memory. Atakan, N., Muller, N., Shaw, W., Tunalı, Y., Ünsal, M. (2016). Nancy Atakan: Passing On. Heidelberg: Kehrer.

(3) Bozdogan, S., & Kasaba, R. (Eds.). (1997). Rethinking Modernity and National Identity in Turkey. Seattle; London: University of Washington Press. Retrieved from http://www.jstor.org/stable/ j.ctvcwnnwt

(4) Antmen, A. (Ed.). (2013). Kimlikli Bedenler: Sanat, Kimlik, Cinsiyet. İstanbul: Sel.

(5) Ünsal, M. On Stories, Bodies and Collectivity: An Interview with Nancy Atakan. Atakan, N., Muller, N., Shaw, W., Tunalı, Y., Ünsal, M. (2016). Nancy Atakan: Passing On. Heidelberg: Kehrer.

(6) “…the dance of eternity is the dance of the future is the dance of the past...”

bottom of page