top of page

Mimarlık üretim mahalli ve sessiz sâkinleri

İlk çıktılarına 2017 yılında Studio-X Istanbul’da Pelin Derviş’in küratörlüğünde gerçekleşen sergiyle dahil olduğumuz Türkiye’de Mimari Maket araştırma projesi kapsamında hazırlanan Düşünme ve Görselleştirme Aracı Olarak Türkiye’de Mimari Maket | 20. Yüzyıldan Bir Kesit başlıklı kitap geçtiğimiz aylarda, Mimarlar Derneği 1927’nin iş birliğiyle Pelin Derviş Yayın Projesi’nin ilk yayını olarak okuyucusuyla buluştu. Derviş’le kitap üzerinden, Türkiye’de Mimari Maket’i, Pelin Derviş Yayın Projesi’ni ve mimarlık üretiminin göz önünde olmayan müştereklerini konuştuk

Röportaj: Selin Çiftçi


Pelin Derviş, Fotoğraf: Elif Simge Fettahoğlu



Mimarlık bilgisini ve üretimini, son ürün odaklı kısır perspektiften sakınabildiğimizde, üretim serüveninin içerisinde sakladığı çok sesli ve renkli kesit, farklı dinamikleri ve aktörleriyle birlikte duyulabilir, görülebilir olabiliyor. Pelin Derviş, yürüttüğü Türkiye’de Mimari Maket adlı araştırma projesiyle mimarlığa, başka başka aktörler ve onların üretimleri ve hikâyeleriyle bakma fırsatı sunuyor. İlk çıktılarına 2017 yılında Studio-X Istanbul’da Derviş’in küratörlüğünde gerçekleşen sergiyle dahil olduğumuz bu çalışma kapsamında Düşünme ve Görselleştirme Aracı Olarak Türkiye’de Mimari Maket | 20. Yüzyıldan Bir Kesit başlıklı kitap geçtiğimiz aylarda, Mimarlar Derneği 1927’nin iş birliğiyle Pelin Derviş Yayın Projesi’nin ilk yayını olarak okuyucusuyla buluştu. Kaybettiğimiz tanıkları ve mimari mirasıyla 20. yüzyıl odağında şekillenen kitap, maket üretiminin mimarlık pratiği, eğitimi, tarihi ve arşivindeki yerine değinirken sekiz maket yapımcısının –Sami Pazarbaşı, Sidel Pazarbaşı, Yusuf Z. Ergüleç, Selahattin Yazıcı, Mehmet Şener, Varjan Yurtgülü, İhsan Kostak, Murat Küçük– yaşam öykülerinden, profesyonel çalışmalarından ve üretimlerinden oluşan bir seçkiyi de okuyucularıyla paylaşıyor. Pelin Derviş’le kitap üzerinden, Türkiye’de Mimari Maket çalışmasını, Pelin Derviş Yayın Projesi’ni ve mimarlık üretiminin göz önünde olmayan müştereklerini konuştuk.



17 Kasım 2017–19 Ocak 2018 tarihleri arasında Studio-X Istanbul’da düzenlenen Türkiye’de Mimari Maket sergisinden, Fotoğraf: Pınar Gediközer



2017’de ilk adımlarını attığınız Türkiye’de Mimari Maket çalışmasının ve paralelinde Pelin Derviş Yayın Projesi’nin itkisi nasıl gelişti? Çalışmanın önce sergiye, sonra kitaba uzanan yolculuğundan bahseder misiniz? Kitap bu araştırmada nerede konumlanıyor?

Davetiniz için teşekkür ederek başlamak isterim. Türkiye’de Mimari Maket, yürüttüğüm bir başka arşiv çalışmasında bende uyanan bir merakla başladı ve kapsamlı bir projeye dönüştü. Kitap bu projenin üçüncü somut çıktısı, proje üzerindeki çalışmalar sürüyor, başka çıktıları da olacak.


Özetle her şey, mimari maket konusunda –yapım tekniklerine yönelik olanlar hariç– Türkiye’de bir yayın veya araştırma olmadığını görmem ve bunun önemli bir eksiklik olduğunu kavramamla başladı. Oysa bu konuda ciddi bir üretim ve birikim var. Benim için temel itki, zemini tanıma, dokümante etme ve paylaşma ihtiyacıydı diyebilirim. Mimarlığın, salt yapılardan ve onları tasarlayan mimarların söylemlerinden oluşmadığını, buna karşın literatürün ağırlıklı olarak bu yönde şekillendiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Yani, yapılı çevre üzerine yazıp çiziyoruz, yapı ve mimar monografileri üretiyor, sergiler yapıyor, etkinlikler düzenliyoruz; ancak bu oluşuma el veren diğer aktörleri, üretimlerini ve etkilerini pek bilmiyoruz. Bu aktörler ve ürettikleri kayıtlı olmadığı için de ya her zamanki refleksle “Ama Türkiye’de zaten yok ki...” diye başlayan cümlelerle onları yok sayıyoruz, veya belgesi ve tartışma zemini farklı olan söylemleri Türkiye’ye adapte etmeye çalışıyoruz. Kısacası, zemini tanımak konusunda kurnaz tembellikler sürdürüyoruz; özünde, bir şeyleri bulup çıkarmakla pek de ilgilenmiyoruz. İşte burası tüm çalışmalarımın kilit noktasını oluşturuyor.


Türkiye’de Mimari Maket çalışması halka halka büyüdü: 2017 yılında Studio-X Istanbul’da gerçekleşen sergi, hem araştırmanın belirli bir olgunluğa gelmesine zemin hazırladı hem de sergi ve paralelinde gerçekleşen panellerle genişlemesini sağladı. Araştırmanın ilk aşamasında, önce maket yapımcılarından Yusuf Z. Ergüleç ve Selahattin Yazıcı’nın arşivleri sayısallaştırılmaya, kataloglanmaya başladı. Ergüleç’in arşivi 2019’dan bu yana SALT Araştırma, Mimarlık ve Tasarım Arşivi’nde çevrimiçi erişime açık. Bu arşiv, çalışmanın sergiden sonraki ikinci çıktısıydı. Yazıcı Arşivi üzerinde çalışmalar hâlen sürüyor. Bu konuya T. Elvan Altan önderliğinde ODTÜ Mimarlık Fakültesi’yle birlikte emek veriyoruz, arşiv yine SALT Araştırma’da erişime açılacak. Kısacası, bu proje pek çok kişi ve kurumun verdiği desteklerle genişliyor. Projenin üçüncü somut çıktısı Türkiye’de Mimari Maket kitabı, Türkiye’de bu konuda yapılan ilk yayın olma özelliğini taşıyor. Kitap, projenin seyrini de içerecek şekilde, araştırma bulgularını okurla paylaşan bir yapıda kurgulandı ve Pelin Derviş Yayın Projesi tarafından Mimarlar Derneği 1927 ile iş birliği içinde basıldı.


Pelin Derviş Yayın Projesi, öncelikli olarak bugüne kadar yürüttüğüm, içinde bulunduğum araştırmaları yayınlamayı planladığım bir girişim. Bu girişime henüz başlamadığım ama tohumlarını attığım araştırma konuları da katılacak. Düşünme ve Görselleştirme Aracı Olarak Türkiye’de Mimari Maket | 20. Yüzyıldan Bir Kesit, bu Proje’nin ilk yayını.



Üstte: Düşünme ve Görselleştirme Aracı Olarak Türkiye’de Mimari Maket:

20. Yüzyıldan Bir Kesit kitabı

Altta: SALT Araştırma, Yusuf Z. Ergüleç Arşivi, Çevrimiçi arşivden ekran görüntüsü



Sizi bu araştırma sürecinde ve kitabın yazım aşamasında en çok zorlayan şey ne oldu?

Arşivlere erişmek, oluşturmak ve paylaşıma açmak başlı başına bir konu. Çeşitli kademelerde zorlukları var, ama bir yandan da çalışmanın esas motivasyonu bu arşivleri ortaya çıkarmak ve yaşayan hale gelmesini sağlamak. Sergi ya da kitap gibi, sonunda çıkacak bir “ürün” olduğunda, ekip oluşturmak da, herkesi motive etmek de görece kolay, mümkün. Ancak, arkanızda bir kurum ve/veya niyetli ve durumu emek vermeye elverişli paydaşlar olamadığında; biraz da kılı kırk yarar şekilde çalışıyorsanız bir dünya işi sırtlamış buluyorsunuz kendinizi bir anda. Bu çalışma, örneğin maket yapımcılarıyla, mimarlarla ve arşivlerle yakın ve uzun soluklu temas gerektiriyor; bunu tesis etmek son derece önemli; aynı zamanda meşakkatli. Bir başka konu da, belgelerin söyleyemedikleri için kişilerin belleğine başvurmak durumundasınız, bellek ise kaygan bir zemin; sürekli uyanık ve kuşkucu olmanız, tüm verileri defalarca kontrol etmeniz gerekiyor. Tüm bunlar bir yana, esas zorlayan, bazı arşivlere veya kişisel belleklere erişmenin artık imkânsız olması; maketler/fotoğrafları, isimler kayda geçemeden silinip gidenler.



Sidel Pazarbaşı, 1983, Kaynak: Sidel Pazarbaşı Arşivi



Kitapta üretimleriyle, hikâyeleriyle yer verdiğiniz maket yapımcılarının seçkisini nasıl yaptınız, neleri göz önünde bulundurdunuz?

Sergi ve kitabın odağını 20. yüzyıl mimarlığı oluşturuyor. Çünkü, 20. yüzyıl elimizden büsbütün kayıp gitmeden kayıt altına almak aciliyet içinde. Seçkideki ilk isim, aynı zamanda da bu projenin oluşmasına neden olan kişi, Yusuf Z. Ergüleç, hemen ikinci ismi de beraberinde getirdi, ondan el alan ve Türkiye’nin önde gelen maket yapımcılarından Selahattin Yazıcı’dan söz ediyorum. Sonraki isimlerin aralarında onar yaş fark olmasının iyi olacağını düşünürken, kanımca alanlarının önde gelen üç ismi daha kendiliğinden öne çıktı: Mehmet Şener (Atölye 77), Varjan Yurtgülü (Min Tasarım) ve Murat Küçük (Atölye K). Özellikle bu üç isim hâlen üretmeye devam ettikleri için günümüz mimarlık ortamı içinde de aktifler. Dolayısıyla seyri 1950’lerden 2020’ye kadar taşımak, böylelikle bu alandaki majör değişimleri anlayıp yansıtmak da mümkün oldu. Kapsamlı, aktif bir üretim içinde olmaları maket yapımcılarının kim olacağını belirleyen bir unsur iken, maket yapımını üretimlerinin merkezinde tutan kişileri dahil etmek de bir diğer unsurdu. Yani yaşamının bir bölümünde maket yapanlar –Ahmet İğdirligil, Mehmet Erkök gibi birkaç isim maket seçkisinde yer almakla birlikte– maket yapımcıları seçkisine dahil olmadılar. Sidel Pazarbaşı ile bir araya gelebilmek hem bir kadın maket yapımcısı olduğu için hem de babası Sami Pazarbaşı’dan dolayı çok değerliydi. Sami Bey ne yazık ki aramızda değil, ama Sidel Hanım sayesinde İstanbul Belediyesi İmar ve Planlama Müdürlüğü bünyesinde, 1958 yılında kurulan maket bürosunun şefi olan Sami Pazarbaşı’nın, İstanbul Belediyesi tarafından hazırlanan projelerin maketlerini emekli olduğu 1977 yılına kadar ekibiyle birlikte yaptığına dair kayıt düşmek mümkün oldu. İhsan Kostak sayesinde araştırmaya İstanbul ve Ankara’nın yanı sıra İzmir dahil edilebildi. Şâyet hayatta olsalardı veya arşivleri erişilebilir olsaydı muhakkak bu isimler arasına katmak isteyeceğim başka maket yapımcıları da vardı listemde. Sadece birini söyleyeyim: Haldun Bağbakan (Kontur Maket). Kayda geçirecek bir arşivin olması da seçki açısından belirleyici bir unsur idi.



Solda: İstanbul Belediyesi İmar ve Planlama Müdürlüğü Maket Bürosu,

Büro Şefi Sami Pazarbaşı (ortada) Kaynak: Sidel Pazarbaşı Arşivi

Sağda: Saraçhane (Haşim İşcan) Geçidi, Fatih, İstanbul, Maket: Sami Pazarbaşı,

İstanbul Belediyesi İmar ve Planlama Müdürlüğü Maket Bürosu,

Maket yapım tarihi: 1964 Ölçek: 1/200, Kaynak: Sidel Pazarbaşı Arşivi



Kadınlar, birçok okulun mimarlık bölümlerinde sayıca eşit, hatta çoğunluktalar. Seçkide ise tek bir kadın maket yapımcısı yer alıyor: Sidel Pazarbaşı. Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz?

Esasen maket yapan, hem de çok iyi maket yapan kadınlar biliyorum; günümüzde, atölyelerde çalışan kadın sayısı da az değil. Bazı atölyeler, örneğin Atölye K, bu konuya özel bir hassasiyet gösteriyor; çalışan kadın-erkek sayısı neredeyse eşit. Ancak kendi işinin sahibi kadın yapımcısı olarak tanıdığım sadece Sidel Pazarbaşı; başkasını duymadım da. Duymuş olsam çoktan onun da peşine düşmüştüm. Bunun nedenini zaten yapan birine sormak tuhaf gelebilir ama ben yine de Sidel Hanım’a sordum. Belki de bu işi her yönüyle yapmak ağır geliyordur, diye yanıtladı. Mimar/işveren ile iletişim, malzeme temini, nakliye dahil olmak üzere bir üretim paketi söz konusu çünkü. Ama ekliyor da, “Yalnız, niye olmasın ki? Ben yaptım, başkaları da yapabilir.” Sidel Hanım’ın babası Sami Bey olmasaydı, o da maket yapımcısı olur muydu emin değilim. Onun çocukluğu, babasının Belediye’de yetiştirmesi gereken işleri için yardıma koşan annesinin yanında geçiyor, onlar maketi tamamlarken Sidel Pazarbaşı sandalyelerin üzerinde uyuyor. Bir süre sonra o da maket yapımına katılıyor, derken babasıyla birlikte maket yaptıkları bir dönem başlıyor; babasının ardından maket yapımcılığını sürdürüyor, tek başına. Benzer şekilde Yusuf Bey’in eşi, oğlu ve kızı da seferber oluyorlar maketin hummalı yapım aşamalarına. Yusuf Bey’in oğlu Akif Bey, sonunda maket yapımcısı olmuyor ama onun da kuvvetli bir mekân algısı var, maketlerin fotoğraflanması (Adil Arıkan, Foto Akademi) ilgisini çekiyor, tüm yapım ve fotoğraflama sürecinin izleyicisi, hatta bir noktadan sonra katılımcısı ve derken fotoğraflarını da çeken kişi oluyor; yaşadıkları, özellikle AKM’nin uzun süren yapım sürecinin yakın tanığı olması, onu sinemaya yönlendiriyor.


Tüm bunlar bana, kişinin neler yapabileceğiyle ilgili önünde gördüğü örneklerin etkili olabileceğini düşündürüyor. Belki de bir iş olarak yapabilecekleri akıllarına dahi gelmiyor, gelemiyor kadınların. Maketin eğitim tarihindeki yerine de merak salmaya ve fotoğraflara o gözle bakmaya başladım. 1930’ların fotoğraflarına ve yazılı kaynaklara baktığımda maket yapımının atölyesiyle, dersleriyle müfredatta olduğunu görüyorum. Elişi ve Hayat Bilgisi derslerinde küçücük çocuklar maket üretiyor, sene sonunda da sergiliyorlar. Biraz daha ileri yıllarda erkek çocuklar bu derslerde örgü örüyor. Ancak bu deneyimler ne kadınları maket yapmaya ne de erkekleri örgü örmeye yöneltiyor yaşamlarının sonraki yıllarında. Herhalde yerleşik toplumsal kalıplar baskın çıkıyor.


Öte yandan, “maket yapımı” diye bir mesleğin ancak 1950’lerde filizlenmeye başladığını görüyoruz Türkiye’de. Mimarların bürolarına, okulların kürsülerine giderek veya kendi evlerinde yaptıkları maketleri profesyonel bir atölye ortamında yapmaya başlamaları için en az yirmi yıla daha ihtiyaç var. O arada maket, ağırlıklı olarak yarışmalar için üretiliyor. Selahattin Bey, o en hummalı yarışmalar döneminde, aynı anda birkaç mimara veya mimarlık grubuna maket yaptığı zamanlar olduğunu anlatıyor. Yarışma demek, geceli gündüzlü çalışmak demek. Hele maket yapımcısı için iyice dar zamanlarda çalışmak demek; projelerin ancak yarışmanın teslim gününde bittiği durumların sıklıkla yaşandığını da hatırlarsak işleri iyice zor. Bu da, o yıllarda, kadınların kolaylıkla düşünebilecekleri bir çalışma ortamı değildi muhtemelen. Dolayısıyla, mesleğin temellerinin erkeklerin egemenliğinde atılmış olmasını çok şaşırtıcı bulmuyorum. Kısacası, kadınların bu alanda yer almamalarını, önlerinde cazip bir örnek olmamasına, gördüklerini yaşam şekilleriyle bağdaştıramamalarına, teşvik edilmemelerine ve son olarak, verecekleri katkıyla bu ortamın kabuk değiştirmesi için heyecan duymamış olmalarına bağlıyorum.


1926 tarihli buluntu fotoğraf, Kaynak: Pelin Derviş Arşivi



Maket yapımcıları ve hikâyeleri o dönemin mimarlık üretimine dair bize ne söylüyor? Sizi hikâyelerde cezbeden şey neydi?

Beni genel olarak kişilerin hikâyeleri çok ilgilendiriyor; onlarla konuşmak, arşivlerine dalmak, tekrar ve mümkünse tekrar konuşmak, onların anlatacaklarının bize göstereceği kimi motivasyonları, arka plan yapısını, ilişkileri, gündelik yaşamın girdilerini anlamaya çalışmak ve büyük resme küçük küçük örerek gitmek benim içime sinen, aklıma yatan bir çalışma yöntemi. Görüşmelerden elde ettiğim verileri ve belgeleri kaydederken, ortaya çıkan ipuçlarını başka kaynaklarda yakalamaya çalışmak, okumayı genişletmek de işin bir başka boyutu. Maket yapımcılarının hikâyelerini kayda alırken, elimde bir soru listesi vardı, ama soru listesi oluşmadan önce soruları oluşturmaya yardım edecek ölçekte tanıma, hissetme seansları da gerçekleşti. Bu ilk seanslar, artık gerçek ile karşılaştığım, kimi temel soruları “farazi” olmaktan çıkardığı için de ayrıca kıymetli. Bu yöntemi uzunca süredir kullandığımdan, bir tür “mahallenin muhtarı” gibi de olmaya başladım. Normalde yaşamadığım, şahit olmadığım için bilemeyeceğim şeyleri bilir oldum, kendi gündelik yaşamımın parçasıymışçasına. Oysa bundan 60-70 yıl öncesinden söz ediyoruz mesela, benim yaşımdan büyük. Zihnimdeki haritaya işleniyor tüm aktarılanlar ve hikâye, örüldükçe büyüyor. Son zamanlarda, zihnimdeki haritayı paylaşabileceğim bir program yazılabilir mi acaba diye de düşünmeye başladım. Şaka değil, ciddi ciddi düşünüyorum bunu... Çok dağıttım belki ama o hikâyelerin ne anlama geldiğini anlatabilmem için bunları sizinle paylaşmam gerekiyordu. Bu kanala girince, örneğin, Selahattin Bey’in nasıl, kimin vasıtasıyla, hangi proje için maket yapmaya başladığını, nasıl devam ettiğini, çalışma ortamını nasıl kurduğunu, malzemeyi nereden satın aldığını vd. öğrenmeye başlıyorsunuz. Bunlar diğer öğrendiklerinizle birleşiyor, artık mahalleyi tanımaya başlıyorsunuz. Yani araştırmanız gerçek bir bağlama oturuyor.


Kitap bir noktada hem sözlü tarih, hem de belge niteliği taşıyan fotoğraf içeriğiyle döneme dair bir perspektif sunup, kendi bellek haritasını inşa ediyor. Maketleri cam kutularda senelerce muhafaza edilebilmiş yapıların yanı sıra, bugüne ulaşamamış yapılar da var bu haritada. Siz şehre, mekâna, belleğe yönelik ölçüsü artarak süregelen yıkım geleneğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir arşivci gözüyle “yeni”ye olan yaklaşımınız nasıl?

Maketleri muhafaza edildiği halde bugüne kadar ulaşamamış yapılar arasında, sergide ve kitapta, örneğin, İstanbul’daki AKM ve Karayolları, Ankara’daki Danıştay binaları vardı. Bu yapılar, politik/ekonomik kararlar neticesinde, kültürel mirasa dair ciddi bir anlayış ve yürütüş olmamasından dolayı, kolayca yok edildiler. Diğer yapıların benzer bir problemi var mıydı, bilmiyorum, sanmıyorum ama AKM’nin taşıyıcılıkla ilgili problemleri vardı, ve ilginçtir, bu problemler üzerinde hiç konuşulmadı, tartışılmadı. Bu yapılar, dönemlerinin mimari, teknolojik, sanatsal ve kültürel özelliklerinin yansımasıydı, dahası toplumsal bellekte yer etmiş yapılardı. Türkiye’de modern mimarlığın korunması ve gelecek nesillere aktarılmasının yöntemleri ve anlamı üzerine bir kavrayış yerleşmiş değil. Bunun için çalışan kişi ve kurumlar yok değil, aksine, ama etkisi yok mertebesinde. Dolayısıyla, örneğin AKM’nin statik durumunu konuşmaya gerek kalmıyor. Konuşacak bir altyapıya sahip olsaydık, bu sorunun yapının korunarak çözümlenmesinin olanak dahilinde olup olmadığını da konuşurduk. Tartışmanın başlangıcı, zaten yapının prensip olarak korunması gerektiği noktasında yapılıyor olurdu ve diyelim ki imkânsız ise, bu kez de onu aslına uygun yeniden yapmanın yolları aranırdı. Ama biz, bırakın tepeden inme kararları, kendi aramızda büyük bir rahatlıkla bu yapıların korunmaya değer olup olmadığını konuşuyoruz. Bunlar da elbette tartışmanın parçası konular ama bu seviyede işe koyulduğumuzda bir görgü ve birikim oluşturmak iyice imkânsız hale geliyor. Yapıların korunması meselesi, müdahale türünden malzeme-teknoloji-kullanım konularına, oradan yeniden işlevlendirme durumlarında ortaya çıkan sorulara, günümüz normları ve gereksinimleri ile nasıl bağdaşacağına kadar çeşitli meseleler içeriyor; işletme, maliyet de çok önemli, hatta belirleyici unsurlar. Sonuç olarak kentler, mevcut yapılarıyla birlikte yeninin içinde her zaman. Yeni, salt yeni yapı yapma pratiği olarak değil, kültürel mirasa müdahaleleri de içeren bir konu olarak da gündemde. Mesele, yeninin niteliğinde.



Türkiye’de Mimari Maket sergisinde Yusuf Z. Ergüleç ve AKM maketi,

Fotoğraf: Sahir Uğur Eren



Bir düşünce temsili ve yorumu olarak ele aldığımızda mimari maketin sanat eseriyle aynı orijine sahip olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu bağlamda maket yapımcısı ve mimarın ilişkisini sizce nasıl değerlendirebiliriz?


Bu potansiyel elbette var, her maket için geçerli mi, yol ayrımları olabilir mi, tartışmak lazım. Maketi yapan ile projeyi tasarlayan mimar aynı kişi olabiliyor, olmadığı durumlarda da maketi yapan mimarın elleri gibi, onun bünyesi gibi. Bir de mimardan koptuğu, projenin başka aracılarla maket yapımcısına ulaştığı durumlar var, bu gibi durumlarda maket yapımcısı mimari düşünceyi iyi okumaya ve yansıtmaya çalışsa da aracının istekleri belirleyici olabiliyor. Kitapta bu üç durumu da okumak mümkün. İlki için en belirgin örnekler Şevki Pekin’in maketleri. İkinciden üçüncüye geçiş de maket yapımcılarının en temel güncel sorunlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Artık karşılarında mimar değil, pazarlama departmanı var; ilk konuşulan konu proje değil, ücret.



Medya Kulesi ve Müze, İzmit, Kocaeli, Proje tarihi: 1995, Tasarım: Şevki Pekin,

Uygulanmadı, Maket: Şevki Pekin, 1995, Malzeme: Pleksiglas ve pirinç, Ölçek: 1/500,

Fotoğraf: Sahir Uğur Eren



Bugün mimarlık sektöründe ağırlıklı olmak üzere, eğitiminde de, makete alternatif olarak birçok farklı temsil yöntemi kullanılabiliyor. Sizce mimari maket, mimarlık mesleğinin ve eğitiminin ayrılmaz bir aracı mıdır? Kendi mimarlık pratiğinize de referansla, maket sizin için bir projede nasıl bir yer işgal ediyor?

Kişisel görüşüm, maketin hem eğitimin hem de pratiğin ayrılmaz parçası olduğu yönünde. Temsil de sürecin önemli bir parçası ancak özellikle tasarımı oluşturmak ve geliştirmek yönünden kritik. Hatta, üç boyutlu düşünmenin, araçları ve malzemeyi tanımanın, el becerisi geliştirmenin mimarlık eğitiminden çok daha öncelerde, belki de ilkokulda başlamasının büyük farklar yaratacağına kesin gözüyle bakıyorum. Kâğıt mimarlığında da yapının bileşenlerini tanımaya/tanımlamaya, yapmaya/inşa etmeye yönelik gelişkin bir kavrayışa sahip olmak gerekli kanımca. Şu an için diğer hiçbir yöntem (üç boyutlu çizimler vd.) maket ile aynı yerde değil. Ama bu gelecekte değişebilir; hem düşünmeye hem yapmaya hem de mekânı deneyimlemeye yönelik etkili yöntemlerin gelişeceğini ve maketin pabucunun dama atılabileceğini öngörüyorum. Ancak henüz orada değiliz.


Son olarak Pelin Derviş Yayın Projesi’nde önümüzdeki dönemde bizleri neler bekliyor? Bir yandan da hazırlıklarını yaptığınız maketera.com projesi var, içeriği nedir, bizlere bahseder misiniz?

maketara.com’u örnek vermeniz iyi oldu, çünkü o da Pelin Derviş Yayın Projesi’nin bir uzantısı. Pelin Derviş Yayın Projesi kapsamında birkaç farklı yayın mecrası kullanarak araştırmalarımı paylaşıma açmak arzusundayım. Basılı yayınların yanı sıra e-kitap formatında da yayın yapmak söz konusu olacak. Örneğin şu sıralar, 2016 yılında basılan Atipik Bir Mimarlık Pratiği Olarak DS | Kır Resminden Peyzaja, Belgelemeden Korumaya isimli kitabın güncellenmiş ve genişletilmiş versiyonu üzerinde çalışıyoruz. Bu kitap, DScape – Pelin Derviş Yayın Projesi iş birliğinde yayımlanacak. Mimarlık alanında, PDF olarak üretilen yayınları saymazsak gerçek bir e-kitap henüz yayımlanmadı Türkiye’de, bildiğim kadarıyla. Şu sıralar e-kitap, sahip olduğu potansiyeli sonuna kadar kullanabileceğimiz denli gelişkin değil, öte yandan yapılabilenler bize yeni bir okuma deneyimi sunabilecek çapta. Bu deneyimi hayatımıza katmayı değerli buluyorum. Bir başka mecra da konu özelinde kurgulanmış web siteleri. En somut ve yakın tarihli olan, sizin sorunuzda işaret ettiğiniz maketara.com. Canse Yüzer, Ahmet Dönmez, İrem İpek Pişkin ve Selin Erdemirci ile birlikte Mimar/Arkitekt (1931-1980) ve Mimarlık (1963-devam ediyor) dergilerinde yayımlanan tüm maketleri bir veritabanına aktarıyoruz. Açık kaynak olarak paylaşacağımız bu veritabanı, 70 yıllık bir zaman dilimi içinde ve söz konusu süreli yayınlar özelinde analitik çalışmalar yapabilme olanağı tanıyacak. Ayrıca, arşiv çalışmalarından elde ettiğimiz bilgilerle ve katkı vermek isteyenlerin ekleyecekleriyle veri girişlerini geliştirmemiz mümkün olacak. maketara.com bu yıl fasılalarla erişime açılacak.


maketara.com adlı web sitesinin arayüzü


bottom of page