Odak: Resim serisinin yeni konuğu Nuri Kuzucan. Geçtiğimiz ocak ayında Bursa’da açılan sanat mekânı İmalathane’deki Açık Mekân 3 sergisi kapsamında Kuzucan’la bir röportaj gerçekleştirdik. Sanatçının Açık Mekân sergi fikirlerinin devamı niteliğindeki bu projede Ali Kazma, Canan Tolon, Deniz Gül, Kemal Seyhan, Murat Akagündüz, Nermin Er, Nil Yalter, Seçkin Pirim, Sinan Logie ve Suat Akdemir’in de işleri yer alıyor. Nuri Kuzucan’la hem kendi resim pratiğini hem de Açık Mekân sergilerinin oluşum ve işleyiş süreçlerini konuştuk
Röportaj: İbrahim Cansızoğlu
Nuri Kuzucan, Kolektif çalışmaya açık mekan, Tuval üzerine akrilik 144x144, 2004
Rem Koolhaas bir röportajında binaların en az iki yaşamı olduğunu söylüyordu: ilki binanın yaratıcısının hayal ettiği yaşamı ikincisi ise inşa edildikten sonra başlayan ömrü. Koolhaas’a göre bu iki yaşam asla aynı değildi. Ben bu ayrımı senin resminle düşünelim istiyorum. Bir resmi bitirene dek zihninde o resmin nasıl dolaşıma gireceğiyle ilgili çeşitli kurgular oluşuyor mu? Resim senin için tam olarak ne zaman bitmiş oluyor; stüdyondan dışarı çıktığında mı, sergilendiğinde mi? Koolhaas gibi sen de bir eserin yaratıcısı için bittiği anda başlayan yeni bir yaşamı olduğuna inanıyor musun?
İkisi hep birbirine bağlı ve tabii aynı zamanda da farklı süreçler. Öncelikle, formasyonundan gelen ve bütün deneyimlerinden kaynaklanan bir durumla resim yapıyorsun. Benim pratiğim, zihnimde toplam bir görüntü belirdikten sonra o görüntüyü aktarmak üzerine çalışmıyor. Resimler daha çok atölyedeki çalışma halinin içinden çıkıyor. Bu da bir formun başka bir formu veya bir kompozisyon düşüncesinin başka kompozisyonları çağırması gibi çalışma anlarının içinden gelişiyor. Aslında hesaplanmış, perspektife dayalı gibi duruyorlar ama bir formu tuvale aktarıp sonra bu formla beraber resmi yeniden izleyip, onu dengeleyecek başka bir form, bir renk, perspektif ya da derinliği anlatacak başka bir eleman nasıl eklenebilir diye düşünüyorum. Bu sorular üzerinden ikinci bir hareket, sonra o iki hareketin üzerine resmi tekrardan ele almak, bazen başka bir yönden izlemek, daha uzaktan ve yakından kontrol etmek… Bütün bunlar her zaman, kendi içlerinde kendilerini olgunlaştıran süreçler. Yani hem benim resme dahil olmamı sağlayan, üzerine her defasında düşündüren bir pratik oluşuyor ve aynı zamanda bir diyalog gibi resmin kendini açmasını da sağlıyor. Çünkü bazen resim o kadar kendini açıyor ki seni sürekli çalıştırıyor. Bazen de bir yerde duruyor ve sen tekrardan burada nasıl bir müdahaleyle ya da nasıl bir hareketle bunu tekrar açabilirim soruları üzerinden çalışıyorsun. Bunlar bir yerde durduğunda ve devam etmediğinde de resim benim için bitmiş oluyor. Dolayısıyla resim, benim müdahalem ya da üzerine uygulama yapacağım bir durum olmadığında artık bitmiş oluyor ve başka bir resim süreci başlıyor. Bu anlattıklarım resmin oluşum süreci ile ilgili.
Tabii izleyici resimle karşılaştığında oradaki deneyim benim dışımda gerçekleşiyor, başka bir göz, tanıklık devreye giriyor. Resim yaparken ya da bittikten sonra resmin nasıl gözlemleneceğine, izleneceğine ya da ne düşündüreceğine dair bir sürü fikrim oluyor. Ama izleyiciyi bağımsız bırakmak istiyorum, onu yönlendirmeyi ve ona hikâyeci bir anlatı sunmayı istemiyorum.
Nil Yalter, Exile is a Hard Job, 2015, keten üzerine serigrafi ve neon, 325 x 300 cm, Fotoğraf: Cem Akça
Açık Mekân resimlerini sergilemeye başladığın ilk zamanlardan itibaren izleyiciyi üzerinde düşünmeye davet ettiğin bir metafor ve 2004 tarihli ilk serginin ismi. Bu ilk sergiden konuşalım mı biraz?
Bu soruyu önce ilk soruna dönerek yanıtlamak istiyorum. Bu sorunun içerisindeki eserin yaratıcısı gibi tanımlar ve kavramlar beni çok ilgilendiriyor. Tekrar tekrar düşünmek istiyorum. Açık Mekân sergileri ile ilgili konuşurken de belki buraya doğru gelebiliriz. Burada, bireysel olarak yaptığın bir şeyin kolektif bir düşüncenin yansıması olduğunu kabul etmek gerekiyormuş gibi hissediyorum. Resim yaparken biraz önce söylediğim bütün sanat tarihi ya da bütün resim tarihi seninle orada, anakronik olarak duruyor. Orada, kendi zamanından da sanatçılar var ve onlarla farklı mekânlarda olsan bile aynı şeyleri düşünüyor olabilirsin ya da aynı yerlerde dolaşıyor ve farklı şeyleri düşünüyor da olabilirsin. Bu aynılıklar ve farklı durumlar, beraber düşünme pratiğini uygulama alanına getiriyor. O zaman şöyle bir konfor hissediyorum: Uygulama alanında her şeyi benim yapmam gerekmiyor. Diğerlerinin değeriyle senin yaptığın şeyin değeri beraber çalıştığında aslında toplam bir sanatsal atmosfer oluşabilir yoksa uyguladığın şeyin sanata dönüşme ihtimali azalır. Toplamda bir atmosfer oluşturuyorsa, diğerleriyle birlikte çalışabiliyorsa bu aynı zamanda delirmediğinin ispatı ve tanıklığı da olabilir. Bu tanıklıklar da kendi zamanının insanlarıyla olabiliyor. Bu muhakemeye güvenen insanlarla çalışmak hem kendini kontrol etmeni hem de diyalogları bir yere ulaşacak şekilde sürdürebilmeni sağlıyor.
Açık Mekân 3, Sergiden görüntü, İmalathane, Bursa, Fotoğraf: Cem Akça
2020 yılında Galerist’te düzenlediğin Açık Mekân 2 sergisi fikri nasıl doğdu? Bu proje kapsamında beraber çalıştığın sanatçıları nasıl seçtin?
On, on iki yıla yakın İstanbul’dan bir kopuş yaşadım. Yine buradaydım ama sergileme ve çalışma pratiklerimi sürdürdüğüm bir yurt dışı galerisi vardı ve oradaki sergiler devam etti. Hong Kong’da iki sergi, Şangay’da bir sergi onun dışında grup sergileri: Sidney’de, Jakarta’da, Thai Pai’de, Filipinler’de, Singapur’da bayağı yoğun bir dönem geçti. Orada da aslında buna benzer sergiler yaptım yani kişisel sergiler dışında grup sergileri buna yakındı. Bu anlamda inisiyatif bende değildi, sergiyi ben kurmadım ama bu tür bir yaklaşımda olduğumu galericimle paylaştığım için o da buna uygun projeler üretti ve bunlara dahil oldum. Çok uzun bir aradan sonra İstanbul’da bir galerim oldu. Önce bir kişisel sergi üzerine düşünüyorduk ama geçen bu zamanın, bende nasıl bir değişim, dönüşüm yarattığını gözlemlemenin, başka sanatçıların da katıldığı Açık Mekân sergisiyle daha mümkün olacağını düşündüm. Katılan tüm sanatçılarla ve daha pek çok sanatçıyla birlikte sergi yapmak istiyordum. Açık Mekân 2 sergisi, olanaklar çerçevesinde davet edebildiğim sanatçılarla gerçekleşti.
Açık Mekân 3, Sergiden görüntü, İmalathane, Bursa, Fotoğraf: Cem Akça
Hong Kong’daki sergi deneyimlerinden bahsetmek ister misin?
Hong Kong’da ikinci galeri mekânımdaki sergi kurma sürecimi çok sevmiştim. Hatta normalde sergileyeceğim resim sayısını giderek azalttım. Mekânda o kadar az müdahaleye ihtiyaç oldu ya da mekân o kadar iyi çalıştı ki, duvarlarda bir dizi resimlerin olmasından çok resimlerin mekânın içerisinde sadece işaret noktaları gibi durması fikri çok hoşuma gitti. Sergi, eksilterek on iki resimden altı resme kadar düştü. Bu benim resim yapma pratiğime de oldukça yakın bir deneyim. Bir şeyleri eksiltmek, kapatmak, örtmek ve sonra yeniden devam etmek. Sanki mekân bir resme dönüştü. Açık Mekân sergilerinde de aslında sergiyi kurarken resimlerdeki pratik gibi düşünüyorum. Yani mekândaki işlerin her birini birer form, renk, espasta bir plan olarak ele alıyorum. Her açıdan bakıldığında, aynı zamanda resimsel bir kompozisyon oluştursun diye de bir kaygım var.
Solda: Suat Akdemir, Untitled, 2006-2020 7 aligned frames, interfered pieces of canvas 200 x 150 x 35 cm, Galerist’te yer alan Açık Mekan 2 sergisinden
Sağda: Ali Kazma, Kaligrafi, 2013 Tek kanal, HD video, Renkli, 6 dakika, İKSV’nin izniyle, Ed. of 2/5 + 2 AP
Bu anlattığın durum İmalathane’deki Açık Mekân 3 sergisinde oldukça baskındı aslında.
Evet epeyce. Oradaki fark şuydu: Atölyede resim yaparken inisiyatif kişisel olarak bende ama orada beraber düşündük. Yani her resmi, heykeli ya da videoyu yerleştirirken mekânda bütün o yüzeydeki, duvardaki kompozisyonda nasıl duracağı ile ilgili kararları birlikte verdik. Yatay ve dikey alanlar, boşluklar var, bunların hepsi resimsel düşünmenin içinden çıkıyor. Diğer tüm durumlara da hep beraber bakıldı, her açıdan değişiklikler beraber yapıldı. Hatta alt kat ve üst kat meselelerinde bazı eserlerin yeri değişti, ışıklar ona göre konumlandı, benim için tıpkı resim yapar gibi bir süreçti. O yüzden mekânla birlikte düşünmek bana bir resim yapıyormuşum duygusu verdiğinde, eserlerin orada daha iyi durduğunu gözlemliyorum. Bir yere asılması ve resmin izlenmesinden çok, resmin mekânla birlikte çalışması fikri yani ikisinin birbirini öne çıkarma hali benim takip ettiğim bir şey.
Sen anlatırken gözümde sergideki başka işler de canlanıyor: Deniz Gül’ün mekâna bir bant gibi yerleştirdiği mavi fabrika halısı, Nermin Er’in dışarıda kalan espası da işlerine dahil ediyor olması, renk kullanımlarınız farklı olsa da Suat Akdemir’in tuvallerinin senin resimlerinle çok paralel ilerleyen, örtüşen tarafları, Nil Yalter’in kullandığı formlar ve tabii Ali Kazma’nın en resimsel videolarından biri olan Elektrik…
Özellikle Suat’ın resminin yatay ve dikey olarak çalışması fikri, ışığı yansıtması, orada yeni bir plan oluşturması, soyutlaşması ve bunların yanında bir hareket alanı oluşturmasıyla sergiye bir dinamizm katıyor. Durağanlık birdenbire hareketli hale geliyor. Bu Nil Yalter’in videosu için de geçerli. Deniz Gül’ün eserindeki ses mesela bütün mekânda çoğalıyor, kendine özel bir espası var. Yaklaştıkça ve uzaklaştıkça artan ve azalan ses, içerisini ve dışarısını birleştiriyor. O yüzden mekândaki tüm yerleşimler bir tarafa, Deniz Gül’ün işinin orada oluşu sergi için çok önemliydi, duvarları ortadan kaldırdı. Yani biz dışarıda ve içeride olmak konusunda alanı şeffaflaştırmış, bir yandan da steril alan fikrinden uzaklaşmış olduk.
"Açık Mekân sergilerinde de aslında sergiyi kurarken resimlerdeki pratik gibi düşünüyorum. Yani mekândaki işlerin her birini birer form, renk, espasta bir plan olarak ele alıyorum. Her açıdan bakıldığında, aynı zamanda resimsel bir kompozisyon oluştursun diye de bir kaygım var."
Açık Mekân 3 Bursa’da endüstriyel bir alanda konumlanan güncel sanat mekânı İmalathane’nin ilk sergisi. Senin atölyen de kullanılmayan bir fabrika binasında bulunuyor. Yalnız başına veya başka sanatçılarla birlikte çalıştığın yerlerin endüstriyel geçmişi üretim dinamiklerini nasıl belirliyor?
Düşünce olarak sürekli bir üretim halinde olabiliyoruz ya da zihnimizde pek çok şeyin olabileceği konusunda böyle tasarımlar olabiliyor. Ama uygulama alanları bana çok önemli geliyor çünkü bunun sınandığı, bunu hatırlatan ve birebir düşündüğünle, yaptığın arasında o farkları muhakeme edeceğin yerler gibi geliyor. Atölyeler de böyle yerler. Dolayısıyla uygulamanın olduğu yerde, belirtilen düşünce daha takip edilebilir gibi geliyor bana. Uçucu olmuyor o zaman. Kolektif olarak hepsi birden hareketliliğin olduğu bir yerde… Otururken bir şey hakkında düşünmekle, yürürken bir şey hakkında düşünmek arasında fark var bende mesela. Çalışma alanı da tıpkı yürüme deneyimindeki gibi pratiğin içinde olmamı sağlıyor. Çünkü bazı pratikleri oradaki koşullardan dolayı öne alman, bazılarını da ertelemen gerekiyor. Bu, kapalı steril bir alandan, seni hayatın içine almakla ilgili bir şeyi hatırlatıyor. O yüzden uygulama alanları, imalathaneler, atölyeler, fabrika alanları ya da sanayi bölgeleri ya da mahallelerin o aktif alanları sokağın dinamizmi, bunların hepsi zihnimizin uçup gitmesinden, illüzyonlar içinde olmaktan biraz koruyor diyelim. Bende öyle oluyor en azından.
Son olarak görme üzerine konuşalım istiyorum. Bu sorum başka bir röportajında sözünü ettiğin kamera metaforuyla bağlantılı. Gündelik yaşamda kullanılan kameranın ötesinde görme teknolojilerinde müthiş dönüşümler var ve ben en önemli dönüşümlerden birinin Hubble teleskobuyla başladığını düşünüyorum. Çünkü belki 21. yüzyılın bakışını da oluşturan, belirleyen haliyle evrende çok geniş alanları görselleştirebiliyoruz artık. Görme teknolojilerindeki tüm değişimler senin resmini, resme bakışını ya da görme eylemine bakışını nasıl dönüştürüyor?
Her şeyin çok hareketli olduğu, her saniye değiştiği ve çok boyutlu bir şekilde değiştiği bir durumda nesne olarak durağan bir şeyle uğraşıyorsun. O yüzden bir önceki soruya, soruyla başlayan sohbetteki o atmosfer ve mekân oluşturma fikrine, orada o boyutluluk içerisinde bir his uyandırmıyorsanız yaptığınız şeyi bütün bu hızlı geçen zaman içinde belki bir mekân için negatif olan ancak benim için pozitif bir duygu veren zamanı kısaltma ya da yavaşlatma hissine geri dönebiliriz. Çünkü sürekli bir aksiyona kapılmak zorunda hissediyoruz kendimizi, sürekli bir şeylere yetişmek zorunda hissediyoruz ya da oradaki dinamikler bizi sürekli kendine uydurmaya çalışıyor. Bir yerde bir anlamda kontrolü alıp yavaşlatmak, durmak ve zamanı biraz esnetebilme şansını sağlıyor artık durağan şey. Benim için resim böyle. Yani bütün bu koşturmacanın ve bize dayatılan şeyin kendi zamanı var artık ve bu zamanı artık bizim kendimizin kontrol etmesi gerekiyormuş gibi o yüzden sabitlere eskisinden daha çok ihtiyacımız varmış gibi geliyor bana.
Comentários