top of page

Mecra araştırmaları IV

İpek Çınar, Mecra araştırmaları adı altında devam ettiği serinin dördüncü bölümünde pandemi döneminde fotoğrafsız kalmanın getirdiği ikonsuzluktan yola çıkarak, kolektif belleği üretmekte veri görselleştirmenin etkisini birkaç iş üzerinden sorgularken, ölüm imgesine de değiniyor


Hazırlayan: İpek Çınar




"A picture is worth a thousand words," (Bir fotoğraf bin kelimeye bedeldir.

[Bir İngiliz atasözü])


Bir önceki metnin son paragrafı, Pulitzer ödülü hayali kuran “erkek” fotoğrafçıların pandemi döneminde çektikleri boş mekân fotoğraflarına bakarak aynı hayali devam ettirdiğine dair karikatürize bir meme’den bahsediyordu. Aynı karikatür, sağda solda dolanarak adresini arayan bu yeni metin için de iyi bir başlangıç noktası olabilir. Zira gönüllü karantina döneminin sonuna yaklaştıkça bir şeyin noksanlığı giderek daha fazla ön plana çıkmaya başlıyor. Diğer toplumsal olaylarda karşımıza bir kütle olarak yığılan, bir bellek ve kitlesel bir duruş oluşturan, Ricoeur’un sözleriyle “namevcudun mevcudiyeti”ni yaratan ikon fotoğraflar bu sefer ortalıkta yok.



 

İlgili okuma önerisi:


 


Çoğu zaman belgesel fotoğraf ve fotojurnalizmin en büyük alametifarikası “gerçeği yansıtması” olarak görünür. Başlı başına bir metnin, hatta çok daha büyük tartışmaların konusu olabilecek bir özelliktir bu. Ancak fotoğrafın bu özelliğini bir kenara bırakıp diğer özelliklerine odaklanırsak, insanın yaşadığımız bu imaj bolluğunun ortasında belleğini aktardığı bir yer olma vazifesine de sahip olduğunu görebiliriz. Aynen not defterleri, dijital aygıtlar ve akıllı telefonlar gibi fotoğraf da insanın istediği zaman açıp bakabileceği bir “harici bellek” olarak elimizin altında yerini buluyor. Bir süre sonra hepimizin zihninde aynı şekilde canlanan imajlar -Abu Gharib Hapishanesi, Napalm bombasından kaçan çocuklar, Rus Büyükelçisi’nin yerde yatan cesedi, Hrant Dink cinayeti- ortak bir bellek ve ortak bir gerçeklik duygusu yaratıyor. Dahası bu fotoğraflar, normal şartlarda tarih kitaplarından öğrenemediğimiz olay ve durumlar hakkında bilgi veriyor ve bir duygu alanı yaratıyor. Fotoğraflar bizi birleştiriyor.

2019 yılının sonunda ortaya çıkan “görünmez tehlike” ise fotoğraf üretiminde ve tüketiminde yeni bir afallamaya yol açmış durumda. On yılların sonunda belki de ilk defa toplumsal bir olayı simgeleyen, ikonlaşmış bir fotoğrafa sahip değiliz. Aklımıza gelen yoğun bakım ünitesi ya da doktor fotoğrafları, virüsün mikroskoptan çekilmiş imajları ve grafikler elbette olsa da; geleneksel anlamda alıştığımız bir fotomuhabirlik harikası bu kitlesel soruna sökmüyor. Bu da gittikçe daha çok merak etmeme neden oluyor: Acaba bundan on yıl sonra bugünleri nasıl hatırlayacağız, ortak bir hafızayı nasıl yaratacağız? İkonlar olmadan ortak bir bellek yaratmak mümkün mü? Önemli bir insanlık durumunun (yahut dramının) içinden insanı çıkarırsak, kalan şey yine aynı etkiyi yaratabilir mi?


Aklıma istemsiz olarak Mart ayının başında Habertürk’e konuk olan Çin İstanbul Başkonsolosu Cui Wei geliyor. Ölümler hakkında “Çin’in nüfusunu göz önünde bulundurunca bu çok çok küçük bir rakam,” yorumunda bulunan sunucu Kübra Par’a “Bunlar rakam değil, bunlar candır,” cevabını veren Cui Wei, hepimizin bilse de bilincinde olmadığı bir gerçeği dile getirmişti. Çok uzun süre boyunca Covid-19 muzdaripleri ve ölümlerle empati kuramamamızda ve (özellikle gençler olarak) virüsü hafife almamızda, elimizde görsel olmamasının da bir etkisi olmalı. Aklıma gelen soru ise şu: Acaba herkesin evine kapandığı, görünmeyen düşmana karşı savaştığı ve yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bu dönemde; hem çekilecek öznenin hem de çekecek kişinin ortada bulunmadığı zamanlarda; bizi ortaklaştıracak olan şey veri olabilir mi?


Verinin görselleştirilmesi noktasında öncül işlerden biri, Napolyon’un hezimetiyle sonuçlanan 1812 Rusya Seferi hakkındaydı. Charles Joseph Minard’ın 1869 yılında hazırladığı bu grafik aynı anda sefere katılan asker sayısı ile geri dönen asker sayısını, ordunun gittikçe küçülen boyutunu, alınan yolu ve geri dönüş sırasındaki hava koşullarını içeriyordu. Fotoğrafın icadından yaklaşık on yıl önce gerçekleşen Rusya Seferi’nin bu görsel grafiği, yapıldığı zaman nasıl bir etki yaratmıştı görmeyi çok isterdim. Zira şu anda durduğumuz yerde insani bir durumdan ziyade, veri görselleştirmenin en etkileyici örneklerinden biri olarak anılıyor.



Charles Joseph Minard, Carte figurative des pertes successives en hommes de l'Armée Française dans la campagne de Russie 1812–1813, 1869.


Aradan geçen 150 yılın ve fotoğrafın icadının ardından, gönüllü karantina süreci boyunca gördüğüm imgeleri gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Aklıma gelen bazı imajlar olsa da bunları tesadüfen gördüğümü, kolektif bir bilinç yaratacak güce sahip olmadıklarını biliyorum. Aynı şekilde başka insanların da benim gördüklerime muadil olabilecek bazı görsellerle tesadüfen karşılaştığının farkındayım. Aramızdaki farkı yaratan şey, ikonlaşmış bir görselin asla uğraşmayacağı bir sorun olan “algoritmalar”. Hepimizin bir şekilde hatırlayacağı, aklımıza gelecek ilk birkaç görselden biri ise beklenmedik şekilde fotoğraflara değil, grafiklere ya da web sitesi arayüzlerine ait. Her bir insanın birer rakam ya da şekle indirgendiği grafikler, belleğimden Neil Halloran’ın 2015 yılında ürettiği interaktif projesi The Fallen of World War II’yu çağırıyor. İkinci Dünya Savaşı’nı merkezine oturtan bu proje, 1940’lı yıllardan bu yana gerçekleşen savaşlar, sivil ayaklanmalar, darbeler gibi olaylar nedeniyle hayatını kaybeden insanlara odaklanıyordu. Çalışmayı ilginç kılan ise bir gösterge olarak fotoğrafı değil, grafiği seçmesi ve aynı derecede etkileyici olabilmesi. İstisna birkaç fotoğrafı saymazsak, anlatımın temel aracı, her biri 1000 insanı temsil eden minik insan illüstrasyonları. Ölen her bin insanı bir “tık” sesiyle, temsili ve iptidai bir insan çizimiyle karşınıza çıkaran bu projenin en vurucu anı ise Stalingrad Savaşı sırasında soğuktan ya da açlıktan ölen sivil halk grafiğe yerleşirken fonda duyduğunuz sayaç sesi oluyor.


Neil Halloran, The Fallen of World War II, 2015, (Aynı isimli videodan ekran görüntüsü alınmıştır.)


(Metnin tam bu noktasında yol çatallandı ve karşıma veri sanatı ya da ölüm imgesi şeklinde iki ayrı yol çıktı. Hakkımı -konuyu mecradan uzaklaştırmak pahasına da olsa- ölüm imgesinden yana kullanıyorum.)



Teresa Margolles, En El Aire, 2003


Ölüm imgesinin içinde ölünün fiziksel olarak bulunması belgesel fotoğraf alanı dışında sanatta pek fazla rastlamadığımız bir durum. Ölüm imgesi, sanatın çoğu alanında (hatta kişisel kayıplarımızda da) ölen kişinin fiziksel varlığından ziyade imgesi ya da geride kalan/bırakılan şeyler üzerinden kuruluyor. Bu noktada ölüm imgesinin içine ölüyü fiziksel olarak yerleştiren Teresa Margolles’in işleri özel bir noktaya oturuyor. Meksika’da tıbbi atık sayılarak çöpe giden çocuk cesetlerine dikkat çekmek için gerçek bir çocuk cesedini betonla kaplayan, uyuşturucu savaşında ölen insanların kanıyla bayrak boyayan Margolles’in en etkilendiğim işi ise 2003 yılında ürettiği In The Air çalışması. Bu çalışma, bir müzenin tavanından belirli aralıklarla dökülen ve insanların altında sevinçle oynadığı sabun köpüklerinden oluşuyor. Hepimizin çocukluğundan aşina olduğu ve iyi hisler uyandıran, çoğunlukla dokunma ve patlatma isteği duyduğumuz bu köpükler, işin künyesi okunduğu anda bambaşka bir anlama bürünüyor. Meksiko Şehir Hastanesi’nin morgunda ölüleri yıkamak için kullanılan sudan yapılma bu sabun köpükleri, içinden insanın çıkarıldığı ve insana dair bir çalışma. Burada önemli olanın ise bu köpüklerden enfekte olma ihtimali değil, köpüklerin geçmişinden duyulan tiksinti olması çalışmayı daha da etkileyici hâle getiriyor. Ölümün içinden insanı çıkarmak ve insana salmak.


Tekrar veri ve pandemiye bağlayarak bitirmek adına, bahsetmek isteyeceğim son çalışma ise salgın döneminin başında, Türkiye’den bir grafik tasarımcı ve bu alanda eğitmen olan Şule Yılmaz’ın ürettiği Kaç Kişi isimli fotoğraf çalışması. Diğer çalışmalara göre prodüksiyon olarak daha küçük olsa da, Covid-19 döneminde insana dair, insanı içermeyen bir çalışma. Bu çalışmanın sahip olduğu yalınlık beni oldukça etkiliyor. Şule Yılmaz, vaka sayılarının açıklanmaya başladığı ilk günden itibaren çalışma odasının penceresine çizmeye koyulduğu, her biri bir vakayı temsil eden çizgilerle aslında veriyi dijital ortamdan çıkarıp somut bir ortama taşıyor. Dolayısıyla bir yandan fotoğrafsız kaldığımız, diğer yandan ise grafiksel verilere boğulduğumuz günlerde her ikisini birbirine karıştıran, ters köşe bir fotoğraf işi üretiyor. Dahası vaka sayısı arttıkça ve çizgiler çoğaldıkça dışarıyı görmenin zorlaşmasında, bu çizgilerin sanatçıyı evinin içine hapseden parmaklıklar izlenimi vermeye başlamasında ikinci bir katman daha saklı: Aynı anda bir metaforun gerçeğe, gerçeğin ise metafora dönüşmesi.



Şule Yılmaz, Kaç Kişi?, 2020 (Sanatçının izniyle)



* Sonsöz: Sosyal mesafe döneminde fotoğraf üzerine daha kapsamlı bir metin için, Marianne Hirsch’in Photography in the Age of Social Distance makalesi de incelenebilir. Benim için bu metnin tohumları, Hirsch’in makalesini okurken atıldı.

bottom of page