top of page
Meltem Ersoy

Map to Utopia: Dijitalle oyun arasında

Fringe Ensemble ve Platform Tiyatro’nun ortak projesi Map to Utopia, canlı ve interaktif formatıyla, Zoom programı üzerinden gerçekleşti. Dört kez gösterime giren ve 200 izleyiciye değişik bir deneyim sunan oyunu değerlendirdik


Yazı: Meltem Ersoy



Map to Utopia



Tiyatro sahnelerinden uzak kaldığımız bir dönemdeyiz. Geçtiğimiz aylardan sonra, salonlarda gerçekleşen oyunlara gitmek oldukça zorlaştı, zaman zaman kısıtlamalar kapsamında sahneler kapandı. Oysa özellikle sezonu hareketlendiren tiyatro festivali zamanları İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna oyunlar arasında mekik dokuyarak geçerdi.


Bir yandan da günümüz şartlarının zemin oluşturduğu yeni düşünme biçimleriyle farklı neler yapılabilir sorusu, heyecan verici ihtimalleri ortaya çıkardı. Bu yılın festivali, evden takip edebileceğimiz video, ses ve performansı birleştiren, kulaklıkla yönlendiren, radyo tiyatrosu formatında düzenlenen, kayıttan izlenebilen ve interaktif oyunlardan oluşan bir seçki sundu.


Fringe Ensemble ve Platform Tiyatro’nun ortak projesi, Map to Utopia, yani, bir anlamda, ütopya haritası, canlı ve interaktif formatıyla merakla beklediğim oyunlar arasındaydı. Oyun, platform olarak son dönemde hayatımıza hızlı bir giriş yapmış olan Zoom programını kullandı. Dört kez gösterime girdi ve 200 izleyiciye değişik bir deneyim sundu.


Ülkemizde dijitalle dans oldukça yakın bir zamanda başladı. Dünyada yeni medyanın gelişmesi ve yayılmasıyla beraber, son teknolojileri entegre eden çalışmalar uzun süredir olmasa da yapılıyor. Tiyatro, yeni söz söylemeye, yeni sahneleme yollarına, yeni yorumlara açık bir alan elbette. Bir hikayenin sahneye uyarlanmasına dair unsurlar pek çok olasılığı içinde taşıyor. Binlerce yıllık tiyatro sanatının yolculuğunda, klasikleşmiş eserlerin sahnelenme biçimleri bile dönüşmeye devam ediyor.


Pandemi süreci, bir süredir hareketlenen dijitalle beraber dönüşümü, planlanmamış da olsa yeni temsil biçimlerini düşünmeyi mümkün kılan bir zemin oluşturuyor. Tiyatroların bir kısmı halihazırda var olan kayıtlarını çevrimiçi platformlarda paylaşarak başladıkları bu dönemde sahnelemenin başka yollarını araştırıyorlar. Akıllı telefonlar, ekranlar oyunların bir parçası haline geldiğinde ya da gelişen ses teknolojileriyle birlikte, seyircinin oyunla ilişkisi de değişiyor.


İnsanları bir araya getiren bir sanat olan tiyatroyu evlerimizden izlediğimizde, deneyimlerimizi bireysel olarak yaşıyoruz. Map to Utopia oyunu, katılımcıların birbiriyle ilişki içerisinde oluşturdukları bir deneyim sunarak tiyatroyu özleyen seyirciye güzel bir alan açıyor.



Map to Utopia



Oyun mu tiyatro mu?

Map to Utopia, çoğumuzun aşina olduğu bir oyun olmadığı için, deneyimimi detaylı olarak paylaşacağım. En klasik anlamda tiyatrodan, bir salonda, yüksek bir sahnenin karşısına konumlandırılmış seyircilerin izlediği oyunlar akla gelebilir. Artan alternatif tiyatrolarla beraber sahneler, oturma düzenleri ve metinlerin yorumlanmasında çeşitlilik hayatımıza girdi. Yine de oyuncuların belirli bir metne sadık kalarak sunduğu biçimlere alışkınız. Bu oyunda ise seyirci yok, katılımcılar var, çünkü onlar oyunun bir parçası.


İngilizcede tiyatro oyunu anlamına gelen ‘play’ ve oyun anlamındaki ‘game’ iki ayrı kelime. Türkçede ise, ikisinin tercümesi de oyun. Bu, klasik anlamda bir tiyatro oyunu değilse de yalnızca bir oyun olarak adlandırılamaz. İki anlamdaki oyunu iç içe geçiriyor. Ekibin içinde bir oyun (game) tasarımcısı ve geliştiricisi (Fehime Seven) bulunuyor. Katılımcılar, aynı zaman aralığında, ortak bir alanda buluşuyor ve canlı gerçekleşen bir deneyimin parçası oluyor.


Böyle bir tiyatro biçimini, ülkemiz seyircisi olarak pek deneyimlemedik. Geçen yıl, Koreli bir ekibin festivale getirdiği Being Faust: Enter Mephisto bu şekilde kurgulanan tiyatroya en yakın örnekti. Tam olarak nasıl olduğunu anlayamadan, farklı bir deneyim edinme merakıyla katıldığım, telefon ya da tabletle ortak bir mekanda gerçekleşen bir oyundu (game anlamında). Öncesinde bizi karşılayan ekipler yardımıyla özgürlük, aşk, zenginlik, zevk gibi seçenekler arasından kartlar seçmiş, bir de uygulama yüklemiştik. İşin özünde sütunlar üzerinde yer alan Faust alıntılarını kartlarımızla eşleştiriyor, satın alıyorduk. Bu dünyada, Faust metni üzerine düşünecek zaman yoktu, tanıtımında yer alan anlam oluşturmaya dair iddiasını karşılamıyordu. Fakat değişik bir deneyimdi ve bu bir saat çoğumuzun gerçekleştirmekte zorlandığı, andaki eyleme odaklanmayı sağlamıştı.


İngiltere örneğine baktığımızda bir süredir farklı teknolojilerin oyunlarda kullanıldığını görüyoruz. Map to Utopia’nın web sitesinde yer alan dijitalleşme ve tiyatroya dair yazılardan Gonca Çelik’in Tiyatroda Dijitalleşme Zorunlu Bir Seçim Mi? başlıklı olanı, Jo Caird’in kaleminden çıkanlara atıfla, teknolojinin 2015 itibariyle İngiltere tiyatrolarında birkaç performansta halihazırda kullanılmakta olduğuna işaret ediyor. Fight Night, World Factory ve Shelter Me oyunları, bunun örnekleri olarak anlatılıyor. (DOT Tiyatro, 2014 yılında Fight Night oyununu Dövüş Gecesi ismiyle burada da sahneledi.) Yazıda önemle üzerinde durulan bir konu, bu tür kurgularda seyircinin oyuna dahil olması. Çelik’in yazısında referans verdiği Catherine Love, yöntemin seyirciye daha samimi ve gerçekçi bir deneyim yaşattığını iddia ediyor. Bu iddia bazı oyunlarda karşılık buluyorsa da hikmet yalnız yöntemde değil. Kullanılan araçlar, deneyimimizin sınırlarını esnetirken, son kertede oyunun tüm unsurlarıyla beraber nasıl çalıştığı önem taşıyor.


Alışık olmadığımız sahneleme biçimlerini değerlendirirken, bu alanın açılmasına olan ihtiyacı göz önünde bulundurmak gerek. Dünya tiyatroları, dijital dönüşümle hemhal olurken, bunun sağladığı imkanları denemeye, anlamaya, yeni üretim süreçleri oluşturmaya çalışıyor. Bu süreçle beraber dijital, baskın ya da tek sahneleme, çalışma, sosyalleşme yolu haline dönüşmeyecek. Fakat sunduğu imkanlar, yenilenmek, uyumlanmak, melez kurgular hayal etmek için imkan sağlıyor. Böylece, var olan konfor alanlarını esneterek yaratıcılığı geliştirmeye olanak tanıyor. Bu da temelde daha iyi hayatları, ilişkileri, daha iyi bir dünyayı hayal etme ve ufkumuzu genişletme potansiyelini taşıyor.


Bir deneyim olarak Map to Utopia

Festival programı açıklandığında, neyle karşılaşacağımı bilmediğim halde yine merakla bu oyuna katılmak için kaydımı yaptırdım. Oyunu, kamerası ve mikrofonu olan bir bilgisayar ve bir telefon uygulamasıyla takip edeceğimiz bilgisi paylaşılmıştı. İşin içine teknoloji girince, ilk adım elimizdeki cihazların kullanılacak araçlarla uyumluluğundan emin olmaktı.


Bu tarz yeniliklerle sunulan bir oyun için destek ekibi oldukça önemli, zira teknolojiye aşina olmanızdan bağımsız, kurulumu anlamak gerekiyor. Ekibin oyundan önce telefonla arayıp her şeyin çalıştığından emin olmasından, performansın başlamasına 15 dakika kala platforma bağlanıp kontrolleri beraber yapmamıza ve bir sonraki adımla ilgili bilgilendirmelerine kadar, benim deneyimimde her şey çok iyi işledi.


Map to Utopia, Agora olarak adlandırılan ortak alanda başladı. Agora, Antik Yunan şehir devletlerinde tarihi M.Ö. 10. yüzyıla kadar dayanan kamusal toplanma alanı. Vatandaşların bir araya geldiği, pazarın, demokrasinin, filozoflarla buluşmaların, duyuruların gerçekleştiği yer. Tiyatronun bilinen kökleri de tam burada yer alıyor.

Agora’da, moderatör Alican Yücesoy oyunun nasıl ilerleyeceğini anlattıktan sonra, Sarı semtine Okan Urun, Kırmızı semtine Ersin Umut Güler, Yeşil semtine Gizem Erdem ve Mavi semtine Elif Ürse eşliğinde Zoom’un odalara bölme özelliği üzerinden dağıldık. Ben artık Sarı Semti’nin bir sakiniydim.


Bu andan itibaren herkes oyunun bir parçası haline geldi. Sonrasında, ortak bir deneyimi paylaşan katılımcılar oyuna bir anlamda şekil vererek ilerledi.

Oyunun var olan çerçevesini, katılımcıların bulundukları semtlerde verilen bilgiler netleştirdi. Urun, Sarı semtini anlatarak başladı. Merkeze yakın, gözde bir bölgedeydik. Burası, insanların alışveriş için geldiği, sakinlerinin epey havalı olduğu bir yerdi. Anlattıklarıyla zihnimdeki Nişantaşı algısı örtüştü ve oyunun bundan sonrasını masamın başında oturmakta olduğum halde, Teşvikiye Caddesi’nde olduğum hissiyle oynadım. Oyuncu ara ara ekran kamerasını farklı açılardan yararlanmak için kullandı. Konuşmaya devam ederken, pencereyi açtığını söylediğinde duyulan şehrin sesi, oyuna yeni bir boyut ekledi. Oyuna kendimi kaptırmış olduğumu, bir ara üşüdüğümü fark ettiğimde anladım.


Oyunda ilerlemek için ara ara şifreler çözmek gerekiyordu. Semt sakinleri ve şehir planlamacıları olarak yeni rollerimizi alacağımız adıma, “Önyargıları keskin bir toplum, bireyler arasında tuğlası korku olan duvarlar örerse, bu duvarlardan ötesini görebilmenin yolu nedir?” cümlesini bir araya getirerek ulaştık. Oyunun meselesini anlatan bu cümlenin üzerinde durmadan devam ettik. Peki, önyargılardan ördüğümüz duvarlara bir çentik atmak, beraberce iyi yaşayan bir toplum tahayyülüne doğru bir tohum atabilir miydi?

Bu aşamada telefona yüklediğimiz uygulamayı kullanmaya başladık. Cümleden çıkan şifreyle oynayacağımız karakterin telefonuna girdik. Her birimiz bir ağaç ya da kuş türünden oluşan yeni adını öğrendikten sonra, karakterimiz hakkında bilgi almak için telefonumuzdaki bilgileri okumaya başladık. Yolculuğuma 15 yaşında, semte yeni taşınmış bir erkek olarak devam ettim.


Uygulamada ruh kartları olarak adlandırılmış kısımda, kendimize bir nevi günlük tadında aldığımız notlar vardı. Yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlattığım kartımda, karakterime ve çevreyle ilişkisine dair pek çok ipucu bulunuyordu. Bu notlar oyunla olan ilişkimizi yönlendirdi. Köpeğimi gezdirirken bir anda kendimi karanlık bir yerde bulmuştum. Bu, yıkık bir binaydı ve bana doğru yaklaşan kişiden, kendisini gözüm de seçmediği için korkup hızlıca kaçmış ve oradan çıkmıştım. Kartıma göre, bu tepkimle ilgili kendimi sorguluyordum.

Oyuncunun yönlendirmesiyle beraber herkes kendiyle ilgili bilgiler paylaştı. Katılımcılar, kağıt toplayıcısı, kentin uzun yıllardır sakini, göçmen bakıcı, emlakçı gibi farklı yaşlarda, farklı bakış açılarında, farklı yaşamlardan gelen insanlardı. Aynı semtte yaşayan insanlar olarak birbirlerine temas ettiler.


Sarı semtinin sakinleri, güzel tarihi binaların yer aldığı sokaklarında şaşaa ve ayrıcalık içerisinde var olurken, yeni taşınanların ve şehrin yeni dinamiklerinin hareketlendirdiği bu dönemde sorunlar ortaya çıkmıştı. Oyunda gerçekleşen tartışmalar, ruh kartımda bahsi geçen, sokağın sonunda bulunan ve içi evsizlerle dolu olan yıkık bina etrafında ilerledi.


Arada Urun, “Hiç görünmeyen biri ne zaman görünür olur? Hiçbir ışık almayan bir çukurun içindeki herhangi bir şey değerini kaybeder mi? Ya ona güneş vurursa?” diye bir soru sordu. Görmediğimiz ya da görmekten kaçındığımız, görmemek için bakmadığımız insanlara bir atıfla söylendiğini düşündüğüm bu sözleri duydum, ama o an bunun üzerine düşünecek bir alan, bir zaman yoktu. Rolüme girebilmiştim, ama yoğunlaşamadığım bu metinlerin havada kaldığı hissine kapıldım. Arada paylaşılan bunun gibi bazı cümleler, belki de game ve play anlamındaki iki oyunun birbiriyle tam olarak örülmemiş olduğuna işaret ediyor.

Bir sonraki aşamada farklı katılımcılarla birebir görüşmeler yaptık. Yeni bir şifreyle telefonda ulaştığımız bir mesajlaşmadan aldığım bilgilerle beraber, başka bir odada, Mavi semtinin sakinlerinden biriyle bir iş görüşmesi için buluştum. Mesajda bazı detayların olmaması iletişim için bir olanak sağlıyordu. Kendi semtime geri döndüğümde, görüşmelerin de etkisiyle, metruk bina üzerine gerçekleşen tartışmalar epey alevlenmişti. Bir kısmımız semt içerisinde görüşmeler yapmış, fikirleri daha da netleşmişti. Sonrasında bir kez daha Agora’ya gidip geldiğimizde semtin geleceği hakkında hararetli bir tartışmaya girmiştik. Herkes fikrini ifade ediyordu ve günlük hayatta belki kaçındığımız, belki yolumuzun kesişmediği insanlar da dahil, kimse görünmez değildi.


Agora’da bulunduğumuz kısımda moderatör, kraliçe arının görevi, arıların nasıl bal yaptığı, demokrasi gibi konularla ilgili bir hikaye anlattı. Bu soyutlama, farklı rollere büründüğümüz bu sanal dünyada bana göre yine biraz havada kaldı. Hikayeyle oyun arasındaki bağ biraz daha somutlaşabilirdi. Bir ara “Güç nedir?” sorusu kulağıma çalındı. Map to Utopia dünyasında bulunduğumuz süre içerisinde beni sorgulamaya yönelten ve dahil hissettiğim kısım, rolüm üzerinden yaşadığım deneyimdi.



Map to Utopia



Yeldeğirmeni’nde başlayan bir yolculuk

Map to Utopia oyununu daha iyi anlayabilmek ve hakkında daha iyi bilgiye sahip olmak için projeyi geliştiren ve gerçekleştiren ekipten Mark Levitas’la bir görüşme yaptım. Tiyatrolar son dönemde alternatif yollar aramak ihtiyacını iyiden iyiye hissediyor olsa da, Map to Utopia iki buçuk yıl önce başlamış olan bir projenin parçası.


Platform Tiyatro, Almanya’da bir tiyatro olan Fringe Ensemble ile beraber, geleceğin şehrinde birlikte yaşamak nasıl olur fikriyle yola çıkıyor. Projenin ilk kısmı Yeldeğirmeni’nde gerçekleşiyor ve semt sakinlerinin deneyimleri dinlenerek oluşturuluyor. Semtte 1955 yılından beri yaşayan bir Musevi kadının hikayesi, oyunun içeriğinin yapıtaşlarından biri haline geliyor.


Oyun, azınlıklarla olan ilişkiler üzerinden bugünü anlamlandırma üzerine yoğunlaşıyor ve bir gelecek tahayyülü oluşturmaya yönlendiriyor. Semtin geçirdiği değişimler, farklı rolleri olan katılımcıların gerginlik hatlarını belirliyor. Bir dönem yeni sakinlerin gelmesiyle beraber düzeni değişen semt, son yıllarda yeniden hareketlenen sokaklarıyla bir dönüşüme daha ayak uydurmak durumunda kalıyor. Bir toplumda değişim kaçınılmaz elbette, fakat her değişim kendi kazananını yaratırken bir yandan da sistem dışında kalanları üretmeye devam ediyor.


Oyunun uygulanmasında Artırılmış Gerçeklik (Augmented Reality-AR) teknolojisinden yararlanılıyor. Katılımcılar, içerisinde bulunduğumuz çevrenin, bilgisayar ortamında geliştirilen verilerle zenginleştirilmesi, fiziksel görünümün artırılması olarak tanımlanabilecek olan AR yardımıyla semtin sokaklarındaki tarihi yapılar üzerindeki ipuçlarını toplayarak ilerliyor. Oyun sonunda da yine günlük hayatta belki yan yana gelmeyecekleri farklı insanlarla beraber uzun bir sofraya oturuyorlar. Levitas’ın deyimiyle, “bir arada olmak için birbirimize benzemek zorunda olmadığımıza” dair bir deneyim sunmuş oluyor.


Projenin ikinci ayağı Bomonti’de şehir tasarımcıları ve oyuncuların bir araya geleceği şekilde planlansa da, pandemi koşulları nedeniyle tamamen online’a taşınıyor. Levitas, bizim deneyimlediğimiz kısımdaki Agora’yı, kentlilerin kendilerini ifade ettikleri, orada tüm yaşayanların bir söz hakkının olduğu alan olarak tanımlıyor.


Mayıs ayında, 50 kişilik pilot denemelerle başlıyorlar. Eylül ayında da Bonn’da melez yapıda (hem yüz yüze hem dijital unsurların kullanıldığı) bir oyun gerçekleşiyor. İstanbul’daki Map to Utopia oyununda yer alan dört semt, kozmopolit bir yapıya sahip, dönüşümden geçmiş semtlerden ilham alarak tasarlanıyor. Oyun, birlikte yaşama, söz sahibi olma, değişim için umutlu olma hissine yol açmayı umuyor. Bu konuları merak ediyor. Kullandığı platform ve araçlar nedeniyle muhtemelen genç izleyicinin kendini daha kolay dahil edebileceği, daha rahat hissedeceği bir alan açıyor.


Levitas, projenin, dijitalin sanatla ilişkisinin bir ifade aracına dönüşmesiyle, bir ifade alanı açmasıyla ilgili bir meraktan yola çıktığını dile getiriyor. Katılımcılar, beraberce yaşadıkları kentin daha iyi bir yaşam alanı haline dönüşmesi için kafa yoruyor ve fikirlerini paylaşıyor.


Sanatın doğrudan bir dönüşüme yol açması ütopik bir düşünce olabilir, fakat bir ihtimal üzerine düşündürerek seyirden deneyime bir kapı aralıyor. Map to Utopia, Agora’da herkesin uygulaması üzerinden açtığı yine AR kullanılarak yapılmış olan ağ haritasıyla son buluyor. Bu ağ, kişiyi 360 derece çevreleyerek, dört semtin sakinlerinin birbirleriyle aslında ne kadar yakın bağlar içinde olduklarını gösteriyor. Tiyatro içinse, yeni sahneleme biçimlerine ilham olmasıyla alanı büyüten bir oyun olma özelliği taşıyor, değeri de en çok burada ortaya çıkıyor.

コメント


bottom of page