top of page

Manaf Halbouni ile kendi evinde

Suriye-Almanya asıllı sanatçı Manaf Halbouni’nin geçtiğimiz ay Tomtom Gardens’ta açılan Kendi Evinde sergisi, sanatçının Türkiye’deki ilk kişisel sergisi niteliğinde. Genellikle gündelik malzemeler ve sıradan nesnelerden yola çıkarak kurguladığı işleri; ev, ulus, göç politikaları ve küresel siyasi sistemler gibi konulardan yola çıkıyor. Sanatçıyla genel olarak üretim pratiğinden yola çıkıp Kendi Evinde sergisine uzanan keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik


RÖPORTAJ: İPEK ÇINAR


Manaf Halbouni


Almanca kökenli Heimat sözcüğü aynı anda hem vatan, hem de ev anlamına geliyor. Bu sözcük aslında sadece yerle değil, bir duygu durumuyla da ilintili ve çalışmalarının tam merkezine oturuyor. Bir Alman-Suriyeli sanatçı olarak savaş başlamadan hemen önce ayrıldığın Şam, şu anda deneyimlerinden çok farklı ve aranızdaki ilişki Edward Said’in “hayali coğrafyalar”ını andırır bir hâlde. Bu durumu da göz önünde bulundurursak, “ev” senin için ne ifade ediyor?

Evin ne olduğunu ya da nerede bulunduğunu açıklamak pek kolay değil. Benim için de evin ne anlama geldiği yahut nereye ev dendiği daima karışık bir konu oldu. Yaşadığım her yeri evim gibi hissedebiliyorum. Yani ev o an neredeysem, orası haline geliyor. İstanbul’da olduğum dönemde de kendimi evimde gibi hissediyordum örneğin. Almanya’ya döndüğüm bugünlerde, yine evdeyim. Yani bir nevi göçebe gibiyim. Kendimi her yerde ve hiçbir yerde hissediyorum. Dolayısıyla bu net cevap verebildiğim bir soru değil.


Genellikle bu kavrama odaklanmamın nedeni ise insanların evi nasıl tanımladıklarını ve evin onlara ne hissettirdiğini merak ediyor oluşum. Bu daima kendimize sorduğumuz, sorguladığımız bir şey çünkü. Özellikle benim için, nerede kalmak istediğim çoğu zaman aklımın bir köşesinde duran bir konu. Bu yüzden de ev, yahut ev kavramını sorgulamak, işlerimin bir parçası haline geliyor.


Çalışmalarından bir tanesi, Monument, Orta Doğu ve Avrupa’nın savaş dönemi tecrübeleri arasındaki benzerlikleri taşıyor. Halep’te bir sokak barikatının fotoğrafından yola çıkarak ürettiğin bu yerleştirme, Dresden tarihinde sembolik bir öneme sahip olan Frauenkirsche’nin önünde sergilendi. Dolayısıyla çalışmalarında özellikle odaklandığın küresel sistem ve savaş tarihinin bileşimine dair iyi bir örnek. Bu çalışmayı biraz daha açabilir misin?

Bu çalışmanın fikri, 2015’te Halep’teki o barikat fotoğrafını gördüğüm anda oluşmaya başladı. Üç tane otobüsün yan yana dikilmesiyle oluşturulan bir barikattı bu. Benim için hayatta kalmaya, savaş ortamlarında insanların devam edebilmek için neleri denediğine, üç tane otobüsle bambaşka bir şey yaratıp bu sayede ayakta kalabilmeye dair bir sembol. Bir anlamda bir özgürlük anıtı benim için. Bu fotoğraftan kolajlar oluşturarak, bu anıtı olmasını isteyeceğim başka sembolik yerlere yerleştirmeye başladım. Bunu yerleştirdiğim anda, o mekânlar da tahrip edilmiş görünmeye başladılar. Savaşa karşı kurulan bu barikat, ayrıca insanlara neler yapabildiğimizi gösterir hale geldi.


Sonrasında bu çalışmayı Dresden’de, Frauenkirche’nin önünde (1), gerçek bir yerleştirme olarak sergiledim. Bu yerleştirmeyi burada yapmamın bir nedeni Dresden ile Halep arasında birçok benzerliğin bulunması. 1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı sırasında, bütün Dresden iki gün boyunca bombalanarak yerle bir edilmiş. Otobüsleri yerleştirdiğim mekân ise 1990’lı yıllara dek harabe halinde kaldıktan sonra, Almanya’nın birleşmesiyle beraber gelen yeni bir kent inşası akımında restore edilmiş. Kilisenin yapımı 2004 yılında tamamlandı. Otobüsleri bu şehre yerleştirmek istememin bir diğer nedeni de şehre yoğun biçimde hâkim olan sağ görüş ve milliyetçilik duygusu. Yani bu çalışma aynı anda hem şu an olan bir olayı, hem de yetmiş yıl önceki bir deneyimi birleştiriyor. Savaşa karşı bir sembol olmanın yanı sıra, birleştirici bir katmanı da var; zira tarihin çoğu zaman kendini nasıl da tekrar ettiğine bir gönderme yapıyor. Bu tekrar, aynı yerde olmasa da başka yerlerde devam ediyor.


Manaf Halbouni, Home Game sergi görüntüsü,

Zilberman Gallery İstanbul izniyle


Yerleştirmelerinde ve heykellerinde bazı malzemeleri çok sık kullanıyorsun. Aklıma ilk gelen beton ve demir teller, özellikle Orta Doğu ülkelerinin yakından tanıdığı malzemeler. Tahrip edildikleri noktada savaşın izlerini de taşıyorlar. Ya da kullanmayı çok sevdiğin bir diğer imge olan arabalar; terk edişle, gitmekle yakından ilişkili. Bu bende malzemelerini belirlerken de konularından yola çıktığın hissini yaratıyor.

Bir iş üretirken kolay tanınabilir malzemeler kullanmaya özen gösteriyorum. İnsanların ne olduğunu anlamak ve bir ilişki kurabilmek için zaman harcamaları gereken nadide ya da fazla karışık malzemelerden kaçınıyorum. Bu yüzden hayal gücüne hemen dokunan ve kafada bir şeyler yaratan, daha basit malzemelerle çalışmayı yeğliyorum.


Örneğin sürekli gördüğümüz ve deneyimlediğimiz bir malzeme olan arabalarla ilişki kurmak herkes için kolay aslında. Ya da hareket etmek, yolda olmak kullanmayı sevdiğim bir imge. Araba benim için özellikle özgürlüğün bir sembolü, çünkü insanı bağımsız hale getiriyor ve önünde kapılar açıyor. Elbette ortada sınırlar, ulaşamayacağın şehirler ya da en basitinden maddi sıkıntılar var; ancak araba en azından bu bağımsızlık hissini veriyor. Küçük ve sana ait bir alan. Sadece kapıları kapat ve yola çık.


Demir ve beton ise gerçekten de bütün Orta Doğu’da tanınan, inşası kolay ve kendine has bir enerjiye sahip olan malzemeler. Bunu nasıl tanımlayabileceğimi bilmiyorum, ancak özel bir ruhu var. Çok sert olsa da içinde bir his saklıyor. Özellikle bu histen ötürü kullanmayı sevdiğim bir malzeme.


Türkiye’deki sergin hakkında da birkaç soru sormak istiyorum. Ancak bütün çalışmalarının ev, vatan, göç politikaları, küresel politik sistemler gibi konulardan yola çıktığını ve Türkiye’de sergilediğin işlerin neredeyse tamamını buradaki residency sürecinde ürettiğini göz önünde bulundurunca, öncelikle Türkiye’ye gelme kararını merak ettim.

Bu residency’e başvurmamın ilk nedeni İstanbul’u zaten merak ediyor olmamdı. Ailem kuşaklar boyunca İstanbul’da yaşamanın ardından Şam’a göçmüş. İstanbul’la daima devam eden ilişkileri bir noktada, nedenini bilmediğim bir şekilde kesilmiş. Ancak en azından babam, hâlâ İstanbul’la ilgili hikâyeler ve oradaki aile bağlarını anlatmaya devam ediyor. Yani İstanbul’a gitmek istememde ailevi bir neden ve İstanbul’la olan ilişkilerinin neden koptuğuna dair bir merak da vardı. Bunun ötesinde de şu anki siyasi konjonktür ve insanların bununla nasıl başa çıktığına dair bir merak söz konusuydu. İstanbul’a geldiğim, insanların gündelik hayatta nasıl devam ettiğini gördüğüm ve çalışmaya başladığım noktada; bu bulgulara dayanan bir iş üretmeye başladım. Aynı zamanda çok fazla gözlem yapıyor, birçok yeri ziyaret ediyordum. Ardından bir şekilde burada bir sergi düzenlemenin de iyi olacağına dair bir fikir belirdi. Galerinin de yardımlarıyla gerçekleştirdik.


Bir önceki çalışman What If’in bir devamı olarak, General Hadid isimli kurgusal bir karakter yarattın. Bu seriden ve Türkiye’deki uzantısından biraz bahsedebilir misin? Ayrıca çok katmanlı bu işte kullandığın disiplinleri de merak ediyorum.

What If hâlâ devam eden bir proje. Birçok katmana dayanıyor ve bunlardan bir tanesi de kurgusal bir karakter olan General Hadid. İstanbul’a konuk olarak geliyor ve bir söyleşi gerçekleştiriyor. Bu söyleşinin metinsel hâli ve 2015 yılında ürettiğim bir video var. Bu videoda iki önemli liderin, bir Amerika başkanı ile bir aktivistin konuşmalarından yararlanıyorum. İki ekranın biri Obama’nın Yes We Can konuşmasından, diğeri ise Martin Luther King’in meşhur I Have a Dream’inden yola çıkıyor. Yani aslında daima gerçekten olan bir olaydan başlıyor ve onu kendi kurgusal hikâyeme ekliyorum. Sanki bunları General söylemişçesine. Çünkü bir yandan devrimci olan bu General, diğer yandan bir asker ve kuralları takip etmesi gerekiyor. İnsanlara bu ikilemi geçirmeye ve başka türlü nasıl olabileceğini göstermeye çalışıyorum. Bunu sağlayabilmek için gerçek hayatta olmuş olayları da daima hikâyenin içine ekliyorum. Gerçekle kurmaca arasında gidip geliyorum.


Benzer bir şekilde eski ama gerçek haritalara dayanan, kurgusal haritalar üretiyorum. Onlar da yine, gerçekle kurmaca arasında gidip geliyorlar.


Manaf Halbouni, Home Game sergi görüntüsü,

Zilberman Gallery İstanbul izniyle


Bu serginin birleştirici unsuru Dresden yakınlarındaki bir mülteci kampının yöresinde çektiğin bir fotoğraf. Bu fotoğrafın arkasındaki hikâyeyi ve sergide nasıl bir rol oynadığını anlatabilir misin?

O fotoğrafı İstanbul’a gelmeden 2-3 hafta önce çekmiştim. Atölyeme gittiğim günlük yolum sırasında daima o mülteci kampının önünden geçiyorum. Bir gün birilerinin duvara Arap harfleriyle “Go Back Home” (Evine dön) yazdığını fark ettim. Bir diğeri ise hemen yanına “No” (Hayır) yazmıştı. Özellikle de diğer grafitilerin arasında bu oldukça ilginç görünüyordu. Ben de bunun bir fotoğrafını çekerek, devasa bir lightbox’ta sergiledim. “Go Back Home” derken neyi kastediyorlardı? Belki zaten evimdeydim. Belki evimde olduğumu düşünmüyordum. Ancak her durumda, çok basit bir yanıt olan “No” oldukça ilginç geldi bana. Ki Arap harflerini duvarlarda, özellikle de bir Avrupa kentinin duvarlarında görmek çok sık karşılaştığımız bir durum değil.


İşlerinin önemli bir bölümü çeşitli kamusal alanlarda sergilendi ve farklı siyasi görüşlerden birçok insanla etkileşime girdi. Genellikle nasıl tepkilerle karşılaşıyorsun?

Kamusal alanlarda çalışmayı çok seviyorum; zira orada kapalı bir galerinin sahip olamayacağı, farklı bir enerji doğuyor. İnsan en dürüst fikirler ve tepkilerle kamusal alanda karşılaşıyor. İnsanları bir araya getirmek ve eserle iletişime girmelerini sağlamak da galeriye göre daha kolay. Çünkü galeride öncelikle orada bulunmayı seçmiş olman gerekiyor, ancak kamusal bir alanda belki işe, belki bir toplantıya giderken esere kazara denk gelebiliyorsun.


Tepkiler de çok daha farklı oluyor. Bazı insanlar severken, bazıları rencide edildiğini düşünüyor. Bazen insanlar ortada bir eser olduğunu bile fark etmeyip, öylece geçip gidiveriyorlar. Ancak daima her türlü tepkiye açık olmaya çalışıyorum. Belirli bir zaman boyunca işimin yakınlarında bir yerde bulunup insanları gözlemlemeye, onlarla konuşmaya çalışıyorum. Hangi yönde olursa olsun, hiçbir tepkiden de kaçınmıyorum. Daima orada bulunuyor, tartışmaya açık oluyorum. Çoğunlukla da sonu keyifli bir yere varıyor.


Manaf Halbouni, Home Game sergi görüntüsü,

Zilberman Gallery İstanbul izniyle


* Bu söyleşinin orijinal dili İngilizcedir. Türkçeye İpek Çınar tarafından çevrilmiştir.

(1) Çevirmen notu.

bottom of page