top of page

Malzemenin söylediği: Büyükada - Moris Danon Koleksiyonu kitabı üzerine

Art Unlimited'ın 80. sayısında Büke Uras'la Büyükada - Moris Danon Koleksiyonu kitabı üzerine konuştuk


Röportaj: Sami Kısaoğlu


Büke Uras


Osmanlı İmparatorluğu’ndan farklı mimar portrelerine odaklanan kitaplarıyla tanıdığımız, 2021 yılında büyük beğeni toplayan Balyanlar - Osmanlı Mimarlığı ve Balyan Arşivi başlıklı çalışmasını okurlarının beğenisine sunan mimar ve yazar Büke Uras’ın yeni kitabı Büyükada - Moris Danon Koleksiyonu 2023’ün son günlerinde okurları ile buluştu. Yüzyıllar, imparatorluklar, milletler ve insanlar arasındaki ilişkileri ve bağlantıları merkezine aldığı Büyükada üzerinden anlatan kitap, ada üzerine uzun yıllardır eşsiz fotoğraflar, belgeler ve çeşitli matbu nadir eserler toplayan Moris Danon’un koleksiyonunun da okuyucuyla buluşmasını sağlıyor. Bir yanıyla Büyükada ve İstanbul, diğer yanıyla geç 19. yüzyıl erken 20. yüzyıl sosyo-politik ve kültür tarihine dair eşsiz bir panorama çizen kitap hakkında Art Unlimited okurları için yazarı Büke Uras ile konuştuk.


Siz ve Moris Danon Büyükada insanlarısınız ve uzunca bir zamandır tanışıyorsunuz. Nasıl birlikte çalışmaya başladınız?


Evet, 1930’lı yıllardan beri ailelerimiz Büyükada’da ve Moris ile yakın bir dostluğumuz var. Moris’in her ziyaretimde bana yeni parçalarını gösterdiği ve heyecanını paylaştığı güzel bir kütüphanesi var. Üç-dört sene önce ona “Elinde şahane bir koleksiyon var bunu bir şekilde kitaplaştırmak gerekiyor,” dedim. O dönem üzerinde çalıştığım Balyanlar-Osmanlı Mimarlığı ve Balyan Arşivi kitabı yayınlansın ve sonra başlayalım dedim. 2021 yılında çalışmaya başladık ve iki buçuk senede bu kitap ortaya çıktı.


Mevcuttaki arşivin üzerine aslında kitaba çalışmaya başlandığınızda toplanan başka birçok malzeme oldu. Sanıyorum bunların bazıları Paris’teki müzayedelerde tespit edilerek satın alındı. Mevcut koleksiyonun üzerine eklenen malzeme nasıl ortaya çıktı? 


Başladığımız noktada zaten çok zengin bir koleksiyon mevcuttu. Metinler koleksiyona eşlik etmek üzere kaleme alındı. Bizim için önemli kriterler, bir koleksiyon kitabı olması ve metinlerin doğru bir şekilde malzemeye eşlik etmesiydi. En başta malzemenin bize ne söylediğini anlamaya çalıştık. Aşağı Mercan Meydanı’ndaki bir insan topluluğu bize bugün ne ifade edebilirdi? Bu soru işaretinden yola çıktık. Birtakım malzemeleri yazmaya başladıkça yavaş yavaş konu grupları oluşmaya başladı. Zaman içinde malzemenin yönlendirmesiyle biz de bir kurguya eriştik. İlk bölümü Tecrit Üzerine şeklinde isimlendirdik. Ada tarihinde 1840’ların sonundaki buharlı vapurların tesisi büyük bir kırılma noktası. Bundan önce Ada, neredeyse bin sene boyunca manastırların çevresinde, şehre yakın ama ulaşılması zor, önemli küçük bir balıkçı köyü. O dönem kimliği Rum-Ortodoks manastırlarının çevresinde şekillenen mütevazı bir sosyal yaşamdan bahsediyoruz. 1840’lardan itibaren ulaşımın kolaylaşması ve modern anlamda Adalar’a erişimin demokratikleşmesiyle Rum kimliğinin çözülme süreci eş zamanlı. Kimlik Üzerine başlığıyla açıkladığımız bu yeni dönemde ilk defa Rum olmayan unsurlar da dahil olmaya başlıyor. İlginç bir şekilde Ada, Osmanlı’nın Batılı anlamda tek sayfiye kimliğine sahip yeri. Bunu açıklamak için Ernest Hemingway örneğini verdim. Hemingway, 1922 yılında gerçekleştirilen Mudanya görüşmelerine izin alamadığı için katılamıyor ama Mudanya’yı İngiliz istihbaratına dayanarak kaleme alıyor. İkinci sınıf, köhne, tozlu bir sahil kasabası şeklinde tarif ediyor. Bu, Batı’nın Osmanlı’nın sayfiye kentlerine dair ön yargısını yansıtan çok iyi bir izlenim, çünkü aslında kendisi gitmiyor, tamamen istihbarata dayanıyor. Büyükdere ve Tarabya’yı saymıyorum çünkü onlar İstanbul’un doğal bir devamı gibi düşünüldüğü için kimlikleri farklı, karşılaştırmak doğru olmaz. Büyükada söz konusu olduğunda durum tam tersi. Gerçek anlamda tek başına, müstakil bir sayfiye kenti olarak Batılı anlamdaki örneklerle tek karşılaştırılabilen yer Büyükada. Bunun çok örneği var seyyahların anlatımlarında. Capri’ye ya da Menton’a benzetiyorlar. İlginçtir, bunun Osmanlı coğrafyasında başka hiçbir örneği yok. Dediğim gibi sayfiye kimliği 1840’ların sonundan itibaren başlıyor. Üçüncü bölüm, belki Ada’nın altın çağı diyebileceğimiz, bugün hayranlıkla gözlemlediğimiz köşklerin inşa edildiği 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı. Bu dönem, Osmanlı imparatorluğunun çöküşüne denk geliyor. Yani Ada’nın yükselişi, imparatorluğun yıkılmasıyla eş zamanlı. Burada benim kullandığım başlık Yanılsama Üzerine; çünkü bu köşkleri inşa edenlerin neredeyse tamamının çocukları bu ülkede yaşamayacak. Burada ülkenin geleceğine dair bir yanılsama, bir iyimserlik var. Cumhuriyet dönemini konu alan son yani dördüncü bölüm ise Direniş Üzerine. Büyükada hâlâ iyi kötü Osmanlı’nın çok kültürlü kimliğini ulus-devletin tüm dayatmalarına rağmen bir şekilde muhafaza edebilen bir ada. Bunu da Direniş Üzerine başlığı altında özetlemeyi tercih ettik. 


Büyükada yazını konusunda Akillas Millas’ın kitabı başta olmak üzere Pars Tuğlacı’nın da iki ciltlik Adalar eseri oldukça hacimlidir ve Büyükada’ya dair çok şey söyler. Sizin kitabınız bu eserlerden keskin bir şekilde ayrılıyor.  Biraz bu ayrıştığı noktalar üzerine konulabilir miyiz? 


Millas’ın değerli çalışmasından farkımız çok kaynaklı olma meselesi. Özellikle Osmanlı-Türk kaynaklarının kullanılması önemli. Buna elbette edebiyat da dahil olsun istedik. Örneğin Ada için Küçük Tur ve Büyük Tur yolları çok önemlidir. Küçük Tur’un 1850’li yıllarda, Kırım Savaşındaki Rus esirlere Fransız generaller tarafından mevcut yolların birleştirilmesiyle yaptırılmış olduğu bilgisini ortaya çıkardık. Büyük Tur yolu ise 1888-1889 yıllarında belediye tarafından inşa edilmiş. Bu iki güzergâh, temeli Ortaçağ’a dayanan kadim manastırların belirlediği patikalardan müteşekkil yol kurgusunu ikincil plana atarak, geleneksel ulaşım ağının dini bağlantılarına son verirler. Küçük ve Büyük Tur yolları, Ada’nın dini karakterinden sıyrılıp bir sayfiye kenti olarak yeni seküler kimliğinin oluşumunda önemli birer araçtırlar.


Kitabı dört bölüme ayırıyorsunuz, ilk bölüm Tecrit Üzerine: Coğrafyanın İlahi Yorumu, ikinci bölüm: Kimlik Üzerine: Sayfiyenin İcadı başlıklarını taşıyor. Üçüncü bölüm Yanılmasa Üzerine: İmparatorluğun Sonunda Büyükada ve son bölüm Direniş Üzerine: Cumhuriyet Döneminde Büyükada. Üçüncü bölümde Büyükada’daki o şaşaalı hayatın inşasına tanıklık ediyoruz ama bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu batıyor, borçlarını ödeyemiyor. Ciddi mali sorunlar var o dönem. Bu bölümü biraz açabilir misiniz? 


Moris Danon’un koleksiyonunda Ada’yla ilgili çok önemli bir el yazması var. Estridge isminde bir İngiliz kumandanı Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a geliyor ve Büyükada’yı ziyaret ediyor. Kırım Savaşı döneminin günceleri İstanbul tarihi yazımında önemli ve Estridge bunların ilk defa ortaya çıkan yayınlanmamış bir örneği. Estridge, oldukça farklı bir Büyükada anlatımı kaleme alıyor. Diğer çağdaşı yazarlar, seyyahlar ve askerler genel bir tasvire girişiyorlar; Estridge ise, mekânsal tasvirleri ikinci plana atarak, ismini dahi bilmediği bir Rum kadının peşine düşüyor. Kadın için İngilizce fat and gay (şişman ve neşeli) ifadesini kullanıyor. Kadını eşek üzerinde görüyor ve takip ediyor, otelde tekrar karşısına çıkıyor. Oteller, manastırlar hep kadının arka planındaki birtakım detaylar. Kadın aslında ana konu. Kadın bir gece ansızın ölüyor. O zamanlar neredeyse tek otel olan Calypso’da kaldıklarını tahmin ediyorum. Sabah da cenazesinin İstanbul’a taşınması -çok da ağır bir bedeni olduğu için birkaç kişi taşıyor cenazesini kıyıya- bir gösteriye dönüşüyor ve Adalılar, falezlerin üzerinden bu ilginç olayı seyrediyorlar. Bir gün önce eşek üzerinde gördükleri kadın, ertesi günü otelde sebepsiz bir şekilde ölüyor. Ben bu Rum kadını bir metafor olarak düşünüyorum. Şişman ve neşeli Rum kadın, artık sonunun geldiği malum Osmanlı’daki Helen medeniyetini simgeliyor. Ölüm de adeta bir gösteriye dönüşüyor. Falezler üzerinde halk toplanıyor ve cenazenin taşınıp götürülmesini seyrediyorlar. Bu ilginç ve politik bir anlatım. 


Aynı bölümünde doğa bilimlerine dair çalışmalar anlatılıyor. Büyükada’da bağcılık yapıldığını da biliyoruz yüzyıllar boyu. Biraz adadaki bu çalışmalar üzerine konuşabilir miyiz? 


Biliyorsunuz bütün doğa bilimleri çalışmaları ekosistemlerini muhafaza edebildikleri için adalardan çıkmıştır. Büyükada bunların erken aşamasını ıskalamıyor. 18. yüzyılın sonunda İngiliz ve Avusturyalı bilim insanlarının Büyükada’yı temel alan botanik çalışmaları var. İngilizler ve Avusturyalı ziyaretçiler, Flora Graeca (Yunan Botaniği) başlıklı bir kitap yazıyorlar. Heybeliada’da bir ev tutuluyor ve tarihteki en önemli botanik kitaplarından biri, kısmen Prens Adaları’nda ortaya konuyor. Bunun haricinde adalarda fosil ya da mineral taş koleksiyonu yapanlar var. 

Bahçeler, Ada kültürünün önemli bir parçası. II. Mahmud döneminde Fransız önolog André Jullien Büyükada’ya geliyor ve anlattıkları Büyükada üzümü konusunda çok aydınlatıcı: Hristos Manastırı’nın rahipleridir ilk üzümleri yetiştirenler. Önceleri adada müşteri olmadığından üzümleri ana karaya satıyorlar. Bir nesil sonra işler öylesine oturuyor ki, talebe yetişebilmek için ana karadan üzüm satın alıp şarap üretiyorlar. Böylece Sultan Abdülmecid ve belki de Sultan Abdülaziz döneminde artık Ada şarabı İstanbul’a satılır hale geliyor. 


Büyükada’da bir zamanlar var olan Bizans İmparatorluğu’ndan hatıra Kadınlar Manastırı kitabınızın Kalıntılara Kayıtsızlık bölümünde anlatılıyor. Bu manastırın önemine ve tarihine dair konuşabilir miyiz?


Büyükada, Doğu Roma arkeolojisi için çok önemlidir. Burada Kadınlar Manastırı olarak adlandırdığımız, yaklaşık 250 metre uzunluğunda dev bir kompleks yer alırdı. Her manastır, her dini kompleks bir azize adanır. Bu manastırın hangi azize adandığını bilmiyoruz. 19. yüzyılın ortasında üzerine bir demir madeni inşa edilse de 20. yüzyılın başına kadar Kadınlar Manastırı kısmen ayakta. Günümüzde bir-iki metrelik duvar parçaları mevcut, bunlar da özel bir mülk içerisinde yer aldığından görmek mümkün değil. 1980’li yıllarda kalıntıların üzerine niteliksiz birkaç villa dikilmesi kimsenin tepkisini çekmiyor. Dev bir arkeolojik hazine iki-üç nesil içerisinde yok oluyor. Bu manastırın önemi, bir zamanlar İmparatoriçe Eirene’nin mezarının burada bulunması. Mezarın neye benzediğini, Ada’yı ne zaman ne şekilde terk ettiğini ya da nasıl kaybolduğunu dahi bilmiyoruz. Seyyahların kaleme aldıkları metinlerde bu duyarsızlığın izlerini derlemeye çalıştım. Pierre Loti’nin yakın dostu Kont Gabriel de la Rochefoucauld, 1904 senesinde geldiği Büyükada’da, yerel burjuvazinin cehaletini eleştiriyor: “Saat beş civarında, kendine saygısı olan her zarif topluluk gibi, sırtımızı manzaraya ve denize dönerek sessizce çay içtik. Birkaç kişi briç oynamanın bir yolunu buldu ve hiçbirimiz İmparatoriçe Eirene’nin mezarından söz etmedik.”  İlginç şekilde Bizans araştırmacılarının öncü isimleri Aleksandros G. Paspatis, İstanbullu Doktor Andreas David Mordtmann, Robert Kolej’de retorik ve İngiliz edebiyatı öğretmeni Alexander van Millingen ve sonrasında Adolphe Thiers çalışmalarında Büyükada’da yer alan Doğu Roma kalıntılarına yer vermezler. Tek istisna 1916 yılında manastırı inceleyerek kabaca rölövesini alan ve çalışmasını 1920 yılında yayımlayan Ernest Mamboury’dir. Kadınlar Manastırı hakkındaki bilgilerimizi Mamboury’e borçluyuz.


Büyükada - Moris Danon Koleksiyonu, Büke Uras


Peki, fotoğraflar ya da hatıratlar bunun izini veriyor mu? Yıllar içerisinde nasıl o kadar parça yok olmuş? Benzer şekilde şu anda da Troçki’nin Büyükada’da yaşadığı ikinci köşk de duvarları yıkık şekilde yağmurla, rüzgârla yok olup gidiyor. 


Bu kayboluşun, yitirilişin hikâyesine odaklandık. Bir de Kadınlar Manastırı’nın üzerine demir madeni inşa ediliyor. Zaten Büyükada’nın Maden semti ismini bu tesisten alıyor. On sene bile çalışmıyor maden, çünkü kullanılan yakıt çok pahalıymış o yüzden de kâr edememiş ve kapatmışlar. Bu detayı da İtalyan arşivlerinde tespit edebildim. 1980’lerde manastırın son kalıntılarının üzerine villalar inşa ediliyor. Ne akademik ne de yerel hiçbir tepki yok ve koca bir miras böylece yok olup gidiyor.


Kitabınız dört ana bölümün yanı sıra 30 bağımsız alt bölümden oluşuyor ve gerek İstanbul gerekse Ada tarihine dair bazılarını ilk kez duyduğumuz kimi bilgileri bizlerle buluşturuyor. Söz konusu alt başlıklardan biri de Mizzi Köşkü’ndeki gökyüzü gözlemlerinin anlatıldı Adalardan temaşa-i feza yani Adalardan uzayı seyretmek.


Mizzi Köşkü’nün Osmanlı’daki erken tarihli gözlemevlerinden biri olduğu bilinir. Ancak bu köşkün kulesinden neyin, kimler tarafından gözlendiği bilgisi ilk kez ortaya çıkarıldı. Eugenios Mihail Antoniadis (1870-1944) İstanbul, Tatavla doğumlu ve yazları Büyükada’ya yaşayan bir Osmanlı astronomu. Antoniadis dünyada ilk Mars haritasını çizen kişi. Bu Mars haritası ki 1960’lara kadar NASA’da kullanılıyor. Yani kendisi, dünyaca kabul edilmiş resmi Mars otoritesi. Antoniadis’in 30’lu yaşlarda Fransa’ya davet edildiğini ve sonrasında Fransa’da yaşadığını biliyoruz. Kendisinin yazdığı belgeler günümüzde Paris Gözlemevi’nin arşivlerinde “Antoniadis Evrakı” olarak korunuyor. Ancak bu belgeler, Fransa’ya taşındıktan sonraki döneme ait. Oysa biz bu kitabın hazırlık döneminde Paris’te bir sahafta, Büyükada’da Mizzi Kulesi’nde çizdiği ve sayesinde Fransa’ya davet edildiği güneş ve yıldız gözlemleri çizimlerini bulduk. Bugün Moris Danon Koleksiyonu’ndaki 1889 yılına ait bu çizimler, Osmanlı astronomi tarihinin günümüze ulaşan en eski tarihli evrakı arasında. Gerçekliğini bildiğimiz bir olayı ilk defa belgelerle ortaya çıkardık. Ulus-devlet tarih yazımının bize unutturduğu İstanbullu Antoniadis’i tekrar hatırlatmak bizim için önemli. Kitapta bu bölüm, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında İzdivaç kitabından bir alıntı ile başlıyor. 


1917 Rus Devrimi'nin önde gelen isimlerinden siyasetçi, devrimci ve Marksist teorisyen Lev Troçki’nin Arap İzzet Paşa Köşkü’nde yaşadığı dönemdeki kâtibi Çekoslovak Jan Frankel’in kişisel albümünün hikâyesi de oldukça ilginç. Biraz bu albümün detayları üzerine konuşabilir miyiz? 


Araştırma sürecinde ortaya çıkardığımız belki de en kıymetli malzeme, Paris’te bir müzayedede tespit ederek Moris Danon Koleksiyonu’na dahil olan Troçki’nin Büyükada albümü. Varlığı daha önce bilinmeyen 96 fotoğraflık albüm, Troçki çiftiyle beraber Arap İzzet Paşa Köşkü’nde yaşayan kâtibi Çekoslovak Jan Frankel’in şahsi albümüdür. Kâtibinin çektiği, sıradan günlük hayatını yansıtan, neredeyse ev kıyafetiyle masa başında gülümseyerek poz verdiği, doğal ve empati kurabileceğiniz Troçki’yi gördüğünüz fotoğraflar resmiyetten uzaklar. Dahası albümde Troçki ve beraberindekilerin gözünden adayı görüyoruz. Kitapta Saat Meydanı ve iskeleye dair de çok sayıda fotoğraf mevcut. Vapura binip inen kalabalıkları görürsünüz bu fotoğraflarda. Oysa aynı mekânların Troçki’nin albümündeki karşılığına baktığınızda karşınıza tek bir insan çıkmaz. Muhtemelen öldürülme korkusuyla, sadece sabahın çok erken saatlerinde dışarı çıkıyordu. Albüm, Troçki’nin sürekli tedirgin Ada yaşamının neredeyse bir görsel dışavurumu. Balıkçı sandalları, iskele civarındaki mütevazı konut dokusu gibi görselleri Troçki gibi önemli bir insanın gözünden görüyoruz. Troçki Büyükada’ya geldiğinde ne gördü? Albüm, bu soruyu cevaplayabilecek son derece önemli bir birincil kaynak. 


Kitabınızdaki Rusya bağlantılı tek anlatı kuşkusuz Troçki ile sınırlı değil. Gerçekleşmeyen fakat o dönemde çok konuşulan Prinkipo Barış Konferansı, tarihin en meşhur hanedan ailelerinden biri olan ve Bolşevikler tarafından kurşuna dizilen Romanov Ailesi ile ilgili bölüm de yine oldukça şaşırtıcı. Bu bölüm üzerine konuşabilir miyiz? 


Prinkipo Konferansı olarak bilinen ve 22 Ocak 1920 tarihinde gerçekleştirilmesi planlanan uluslararası görüşme fikri, 1917 Devrimi sonrasında Rusya’daki kargaşayı sona erdirebilmek umuduyla, Birleşik Devletler Başkanı Thomas W. Wilson’ın önerisiyle, müttefik güçler tarafından ortaya atıldı. Hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa da Rus İç Savaşı’ndaki iki tarafın da katılımını öngören Prinkipo Konferansı, Batı’nın Bolşeviklerle ilk iletişim girişimi olarak önemlidir. Onun haricinde Londra’da bir müzayedede, son Rus Çarı II. Nikolay’ın kız kardeşi Büyük Düşes Olga Alexandrovna (1882-1960), ülkeden kaçabilen son Romanov Ailesi üyesidir, onun evrak-ı metrukesi geçen sene satışa çıktı. Olga Alexandrovna’nın hiç yayınlanmayan mektuplarında, ülkeden Büyükada üzerinden kaçtığı bilgisine ulaştık. Annesi Danimarkalıydı ve bu yüzden Kopenhag’a ulaşmaya çalışıyordu. Kırım-İstanbul-Belgrad güzergâhı üzerinden kaçabildi ve canını kurtardı. Mektuplarda bu kaçışı adım adım takip edebiliyorsunuz. Büyükada da bunlarda çok önemli bir yer tutuyor. Romanov Hanedanı’nın bazı üyelerinin bırakın Büyükada’yı, Türkiye üzerinde kaçtığı bile daha önce bilinmiyordu. 


Duygusal ve romantik bir Büyükada tasvir ediliyor mektuplarda. Örneğin şöyle yazıyor: “Herkes bize karşı çok nazikti, özellikle de İngiliz yetkililer… Oğullarımız oldukça memnun ve mutlu. (Oğlum) Tihon, Prinkipo’da hayatının en güzel günlerini geçirdi; her gün eşeğe bindi ve kendi başına, eğilerek eşeği sürüş biçimiyle, gayet sağlam bir şekilde dönerek bizi gerçekten hayrete düşürdü. Biz de arkasında ya da yanında yürüdük ve neşeyle kahkahalar attık. Tabii özellikle babası böyle süvari bir erkek çocuğuna sahip olduğu için sevinçten çıldırdı.”


Heybeliada’da bir köşkün balkonundan Büyükada manzarasını izleyen işgal askerleri, yaklaşık 1920 yılı.

Uçaktan Prens Adaları.

“P.Y.C.” (Prinkipo Yacht Club) isimli yarış kayığı.

Haziran 1918 tarihli Maden bölgesinde gezinti. Arka planda Yeoryiadis Köşkü görülmektedir.


Sinyor Giacomo belki de Büyükada’yı Büyükada yapan en önemli detaylardan biri olan mimari dokunun dönüşüm ve yeniden şekillenmesi sürecinde önemli bir isim. Onu ilk kez sizin kitabınız ile tanıyoruz. Büyükada’nın mimari dokusu ve Sinyor Giacomo üzerine konuşabilir miyiz? 


19. yüzyılın ilk yarısında Büyükada mimarisi, iskele çevresinde birbirine kenetli mütevazı bir kentsel dokudan oluşuyor. Sayfiye kimliğine büründükçe, bahçeler içinde görkemli köşklerin inşasına başlanıyor. Bunu da tetikleyen Sinyor Giacomo isminde bir Maltalı. Heybeliada, kurumsallaşmanın izlerini görebileceğiniz bir ada. Bahriye Mektebi, Rum Ticaret Mektebi ve Ruhban Okulu’nun mevcudiyetiyle, kurumsallaşmanın izlerini hem mimaride hem sosyal yaşantıda hissedebiliyoruz. Büyükada’da ise merkezî idarenin temsili neredeyse yok. Büyükada’nın sayfiye kimliğinin oluşumunda iki önemli proje var: ilki, 1860’lı yılların sonundan itibaren Büyükada’nın başlıca kamusal alanı, Aşağı Macar bölgesindeki falezlerin Joseph Baudouy’un şahsi girişimiyle denize doğru doldurulmasıyla oluşturulan meydan projesi; ki burası günümüzde Saat Kulesi Meydanı’dır. İkincisi ise Sinyor Giacomo’nun emlak yatırımıyla, ilk defa iskele çevresindeki sıkışık kentsel dokuyu çözecek bahçeler içinde köşkleri inşaya girişmesidir. Bu girişim, Büyükada’nın sayfiye kimliğinin beklenti ve standartlarını belirleyecek önemli bir yatırımdır. Büyükada tarihinde çok önemli bir yere sahip Giacomo’nun gerçek kimliği ilk defa bu kitapla ortaya çıktı. Sinyor Giacomo Galata’daki dükkânından kazandığı ufak servetle hem Giacomo Oteli’ni kurdu. Hem de şahsi bütçesiyle, yatırım amaçlı bir dizi bahçe içinde köşk inşa edip sattı ve böylece Büyükada’ya hakim olacak bahçeli köşk tipolojisine hayat verdi. Bu girişim, 1855’lerde, yani Fransızların Ada’nın yeni sayfiye kimliğinin omurgasını oluşturacak ulaşım altyapısı olan Küçük Tur yolunu açılmasıyla aynı dönemde geliyor.


İstanbul Adaları üzerine anıtsal nitelikli eserleriyle tanıdığımız Akillas Millas'ın bile tam olarak kimliğini belirleyemediği Sinyor Giacomo ile ilgili bilgilerin ortaya çıkışı nasıl oldu? 


Bu, Salt Galata arşivinde yer alan Annuaire Oriental ticari yıllıkları ile Feriköy Katolik Mezarlığı kayıtlarının karşılaştırılması sayesinde mümkün oldu. Sinyor Giacomo’nun Galata’da bir dükkânı olduğunu Samuel Cox sayesinde biliyorduk. Giacomo’nun Maltalı olduğunu yine Cox’un yazdıklarından öğrendik. Ticari yıllıklarda Galata’da 1850 ve 1860’lı yıllarda ismi John de Giacomo olan bir dükkân sahibi karşıma çıktı. John’un İtalyanca karşılığı Giovanni. Malta o yıllarda Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olduğundan isim İngilizceleştirilmiş. Galata’daki dükkân 1889 yıllığında, ilk sahibinin ölmüş olduğunu, ancak hizmet vermeye devam ettiğini anlamamızı sağlayan succession (halef, yerine geçen) ibaresi eşliğinde yer bulur. Bu tarih, Feriköy Latin Katolik Mezarlığı arşivinde, “Giovanni de Giacomo’nun 8 Temmuz 1887’de gömüldüğü” kaydıyla tutarlıdır. Demek ki Sinyor Giacomo’nun gerçek ismi John de Giacomo yani Giovanni de Giacomo. Ölüm tarihi de Temmuz 1887. Ada tarihinin en önemli kişisinin kimliği ve mezarının yeri böylece çözülmüş oldu. 


Büyükada’nın uzun yıllar boyunca müziğin farklı türleriyle de ilginç bir iletişimi var. Bu iletişimi kitabın Adaları Bestelemek başlıklı alt bölümünde ayrıntılı bir biçimde görüyoruz. Büyükada’nın müzik yaşantısına dair görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? 


Ada’nın Rum kimliğinden sayfiye kimliğine ve sonrasında Cumhuriyet’e dönüşünün izlerini müzikte de takip edebiliyoruz. Buharlı vapurların tesisinden önceki Rum Büyükada’da iki tip müzik mevcut: Çalgısız yorumlanan Ortodoks ilahiler ve popüler Rum ezgileri. Bunların da varlığını Zarifi gibi İstanbullu Rumların anılarında takip edebiliyoruz. Vapurların tesisinden sonra ilk defa akademik eserler ortaya çıkıyor. Cumhuriyetle beraber Edgar Manas’ın Prens Adaları başlıklı piyano süiti var. 


Edgar Manas İstanbullu bir besteci, İstiklâl Marşında da emeği vardır.  Prens Adaları başlıklı piyano süitinde meskûn dört adayı konu eder. Her bir adanın duygusal ifadeleri müziğe yansır. Erken Cumhuriyet’in bir başka ilginç Adalar bestesi; Rey Kardeşlerin 1934 tarihli Adalar Revüsü. Gökhan Akçura’nın İstanbul Eğleniyor kitabında detaylıca bahsi geçer. Burada ilginç bir tespite yer veriyoruz. Anadolu Kulübü’nde sahneye konan bu müzikalde Yunanistan’a göçmüş Adalı Rumlar adaya geri geliyorlar ve diyorlar ki: “Zok güzel her sey, poli orea [çok güzel] / Biz keyif izin geldik buraya / Yalnız eğlenze, baska yok dulya [iş] / Ti na kanume [ne yapalım] böyledir dünya / Var sizde her şey, süslü madama / Var kibar beyler, hepsi var ama / Ma yazık oldu, oldu zok fena / Kalmamış burada bizim laterna!” Adalar Revüsü’nün mizahla bezeli güftesinde yer alan Rumlara yönelik olumlu imalar, erken Cumhuriyet döneminin müsamahasız ulus-devlet düzeninde, İmparatorluk yaşamına dair bir nostalji, hatta bir eleştiri gizler.  


Cemal Reşit Rey bir yandan 10. Yıl Marşı’nın bestecisi ve bir yandan da kardeşiyle birlikte Adalar Revüsü’nü yazıyor. Her iki eser elbette taban tabana zıt ve ulus-devlet ideolojisi çok baskın o dönemde. Bu eser nasıl yazıldı ve sahnelenebildi sizce?   


Sebebi basit. Rumlara yönelik olumlu imalar, Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venizelos’un 1930 yılında Mustafa Kemal’in daveti üzerine, programına Büyükada’yı da ekleyecek şekilde Türkiye’ye gelmesi ve iki ülke arasında 1934 yılındaki Balkan Antantı’yla zirveye ulaşacak karşılıklı resmî iyi ilişkiler ve kültürel yakınlaşmayla mümkün olmuş olmalıdır. Burada ilginç detay; Venizelos’un Büyükada’ya beraber geldiği karısının da aslen Adalı olması. Meşhur Rum tüccar Pavlos Stefanovik-Skiliçi’nin Londra’da yaşayan ağabeyi İoannis’in kızı Eleni, 1921 yılında Yunanistan Başbakanı Eleftherios Venizelos ile evlenecek ve 1930 yılında Türkiye’ye yapacağı resmi ziyarette kocasına eşlik ederek, Başkan eşi sıfatıyla Büyükada’ya da gelecektir.


Büyükada’ya dair müziklerin ve bestecilerinin yanı sıra Ada şiirlerinin ve şairlerinin de varlığını biliyoruz. Bu isimlerden biri de ilk şiir kitabı Ada'yı daha 19 yaşındayken yayınlayan Mehmed Celal. Mehmed Celal ve onun şiirinin Büyükada ile olan ilişkisi üzerine konuşabilir miyiz? 


Elbette. Şair Mehmed Celal bir Osmanlı bohemi. “Ada şairi” olarak anılır ve 1886 yılında, henüz on dokuz yaşındayken yayımladığı ilk şiir kitabı Ada’da Söylediklerim, ana konusu Büyükada olan ilk Osmanlıca kitaptır. Samuel Cox’un uluslararası üne kavuşacak The Isles of Princes; or The Pleasures of Prinkipo kitabından bir yıl önce yayımlanan ve henüz Osmanlıca’dan Türkçe’ye çevrilmemiş olan bu kitapta Mehmed Celal, Ada üzerinden Anna’ya tutkusunu konu ettiği şiirlerini derlemiştir. Yani Büyükada onun şahsi meselesi. Ben yayınlayabilmek için yaklaşık 50 sayfalık bu kitabı Türkçeye çevirttim. Düşünün ki, Mehmed Celal kadar Adayla özdeşleşmiş bir şairin külliyatı Türkçeye çevrilmemiş.  Hedeflerimizden bir tanesi bu kitabın yarattığı tartışma ortamında Mehmed Celal’in eserlerinin mutlaka Türkçeye çevrilmesi.


Mehmed Celal bu kitap sayesinde mi hatırlandı?


Mehmed Celal’in bir iki kitabı Türkçe’ye kazandırıldı ama bence önemi yeterince anlaşılmadı. Büyükada’yı konu alan ilk Osmanlıca kitabı Ada’da Söylediklerim ise hâlâ çevrilmedi. Mehmed Celal hep tek başına ve hep melankolik. O’nu, 1930’ların başındaki Yahya Kemal, Tahsin Nahit, Bediha Muvahhit gibi isimlerle karşılaştırdım. Onlar Mehmed Celal’den bir sonraki nesil. Benzer şekilde mitolojiden yararlanıyorlar ama hep bir cemaat görüntüsündeler. Cemaat onlar için bir kazanım ve yapabilecekleri için bir teminat. Erken Cumhuriyet’in yapıcı iyimserliği içerisinde bu cemaat olmanın verdiği güçle, “biz toplum için çok şey yapabiliriz” diyorlar. Mehmed Celal’in ise benzer toplumsal duyarlılıkları yok. Yaklaşımı tamamen kişisel. Aynı yerlerde dolaşıyorlar, aynı mitolojik referanslar var ama biz iki nesil arasındaki farklılığı görüyoruz. Biri erken Cumhuriyet nesli, öbürü Osmanlı’nın tamamen yalnızlaştırdığı bir birey. Aynı mekânların bu denli farklı edebi dışavurumlara izin vermesi ilginç. Nitekim Ada algısının dönüşümü de kitapta yer tutuyor. 19. yüzyılda Ada algısı her daim moderniteyle ilişkili. Şunu demek istiyorum; seyyahlar geliyor, Calypso’nun terasında güneşi batırıyorlar, gece havai fişekler eşliğinde yemek yiyorlar, Splendid Otel’de dans ediyorlar. Tekne yarışlarını seyrediyorlar. Osmanlı’nın sosyal yaşamı moderniteye ne kadar izin veriyorsa hepsini burada deneyimliyorlar. 1930’lı yıllardan itibaren Abdülhak Şinasi Hisar ile beraber -ki Şinasi Hisar Adalıdır ve çocukluğu Ada’da geçer- dedesinin ahşap köşkü üzerinden etkisi günümüzde de sürecek şekilde Ada, ideal kabul edilen bir geçmiş ve onun kaybından duyulan kaygıyla nostaljik bir anlatıma dönüşüyor. Osmanlı üst sınıfına ait eski düzenin geri dönmemek üzere yitip gittiği fikri, Amerikan edebiyatının önemli yapıtı, Edith Wharton’ın Masumiyet Çağı ile benzerdir. Geçmiş, hüzün, hatıra gibi kelimeler Ada yazınına dahil olurlar ve rehber konu haline gelirler. Metruk olan ilk kez cazip görünürken, yeniliklerden çok kaybedilenlere kafa yorulmaya başlanır. Böylece bellekteki mekân, gerçek mekânın önüne geçer. 


Kitabınızın son bölümü Direniş Üzerine: Cumhuriyet Döneminde Büyükada başlığını taşıyor. Bu bölüm Kurtuluş Savaşı'na katılan ilk beş generalden biri olan asker ve diplomat Refet Bele ile başlıyor. 


Kitapta Cumhuriyet bölümü, Refet Paşa’nın (Bele) Ada’da karşılanışını gösteren önemli bir fotoğraf ile başlıyor. Refet Bele’nin İstanbul’a girişi aslında İstanbul’un kurtuluşu kabul edilmeli. İşgal kuvvetleri ile Ankara arasında yapılan anlaşmaya göre müttefik askerleri barış anlaşmasının imzalanmasından sonra çekileceklerdir, ki bu Lozan Anlaşması’dır. Bu 1923’ün sonları demek, yani oldukça geç bir tarih ama Refet Bele’nin Ekim 1922’de İstanbul’a ve ardından 13 Kasım 1922’de Büyükada’ya gelmesi aslında işgalin fiilen bitmesi demek. İşgal askeri hâlâ burada ama Ankara’nın kazanmış olduğu artık aşikâr. Başkent Rumlarının gruplar halinde ülkeden ayrılması Lozan ile değil, 1922’de Refet Paşa’nın İstanbul’a girmesiyledir. Zarifiler, Prasinoslar ve Çavuşoğlu gibi çok önemli aileler 1922’de Yunanistan’a göçerler. Şehir adeta boşalır ve nüfusu düşer. Refet Bele’nin Büyükada’da karşılanışının tek görseli Moris Danon Koleksiyonu’nda. Kitabın Cumhuriyet bölümünü de bu önemli görsel belgeyle başlattık.


bottom of page