top of page

Kendimi hep dışarıda hissettim ve öyle kaldım

Geçtiğimiz Ocak ayında 80. yaş gününü kutladığımız Jale Erzen'le çok sesli sanat pratiğine ve Türkiye sanat ortamına dair konuştuk


Röportaj: Necmi Sönmez


Jale Erzen


12 Ocak 2023’te seksen yaşını kutlayan Jale Erzen’i uzun bir zamandan beri tanıyorum. Resimleri, yazıları ve akademik çalışmalarında kendi bildiği patikalarda yürümekten zevk alan Jale bugüne kadar olanaksız gibi gözüken birçok projeyi gerçekleştirerek sanat ortamımızda önemli artı değerler yarattı. Boyut dergisini yayınlaması, çevre estetiğini akademik bir disiplin olarak kabul ettirmesi, Sanart derneğinin kurucuların olması, Sabri Berkel’den Melike Abasıyanık Kurtiç’e birçok sanatçı için monografik kitaplar kaleme alması ilk aklıma gelenler. Onun kendisinden bahsetmeme tavrı, karşılık beklemeden üretme, sevdiğin, sadece çok sevdiğinin peşinde, tutkuyla ilerlemesi, şiir yazacak kadar doğa ve hayvan dostu olması beni her zaman etkiledi. Uzun zamandan beri yüz yüze görüşme olanağı bulamadığım Jale ile yazılı bir görüşme yaparak hem doğum gününü kutlamak hem de kendi etrafında ördüğü kozasına yakınlaşmak istedim.


Jale Erzen, İsimsiz, 1972, Aquatint


Sevgili Jale, sanatla olan ilgin nasıl başladı, büyüdüğün çevrenin seni nasıl yönlendirdiği hakkında bilgi vermen mümkün mü?


Çocukluğum kitap, müzik ve sanat içinde geçti. Babam Columbia’da doktora yapmış, New York’ta şan dersleri almıştı. Evde operalar söyler, işten geldiği vakit gece bana klasik kitaplarından okuyormuş gibi hikâyeler anlatırdı. Eve Life dergisi gelirdi, bir sayıda Michelangelo’nun Sistine kapellasının resimlerini renkli olarak basmışlardı, haftalarca bunlara baktığımı anımsıyorum. Annem bizi Disney filmleri seyretmeye Amerikan haber merkezine götürürdü. Babam ayrıca şiir meraklısı idi. Farsça, İngilizce, Fransızca ve Türkçe ezbere şiirler okurdu. Klasik tarih ve sanata düşkündü, bu okumalarını bize de anlatırdı ve bu konuda çok etkilendiğimi, epey bir şeyler öğrendiğimi sanıyorum. Daha çok küçükken resim yapmaya başladım ve bundan büyük zevk alıyordum, ailem de özellikle babam beni çok destekledi, küçük yaşta resim malzemeleri aldı, New York’ta yaşayan amcam bana Metropolitan Müzesi'nin yayınlarını yollardı. Daha ilkokulda kendimi ressam sanıyordum. Sınıfta çok detaylı resim yapan bir kız vardı, resim hocası onun resimlerini beğenirdi zira kızlara kirpikler koyar ve saçlarını sarıya boyardı. Ben ise bunu küçümser bunun ressamlık olmadığını düşünürdüm. Daha o yaşta kendime göre bir sanat fikri geliştirmiştim. Aynı zamanda doğa sevgim gelişti zira her hafta sonu kırlara, ormanlara, babamın Ankara’da bahçesi olan arkadaşlarına giderdik. Bazı yaz akşamları Dikmen tepelerinde yine babamın tanıdığı bir çiftçinin çiftliğinde vakit geçirirdik. Hayatıma anlam veren şeylerden biri de doğa sevgisidir, bahçesiz, yeşilsiz hiç yaşamadım. Son yıllarda daha çok doğa ile ilgili resimlere yönelmemin altında bu neden olmalı.


İstanbul Üniversitesi’ndeki sanat tarihi eğitimin sırasında resim yapıyor muydun? Seni çizmeye, aktif olarak sanatsal üretim yapmaya iten süreçler nasıl gelişti?


İstanbul Üniversitesi’ne gitmeye başladığımda aynı zamanda İstanbul’da bize doğada resimler yaptıran bir hoca ile çalışmaya başladım. Çok şey öğrenmem gerektiğine inanıyordum ve onun için sanat tarihine de çok önem verdim. Meşhur Bizans hocası Semavi Eyicebize dersi dikte ederek kelime kelime, virgül, nokta, yazdırır, ezberletirdi. Bu metodun pek bir şey öğrettiğine inanmıyorum. Halbuki Arnavutköy Kız Koleji'nde ben tarih dersinde çalışıp sınıfa her dönemin sanatını anlattığımı hatırlıyorum. Kolejdeki hocalar çok moderndi; çalıştırarak ve yaptırarak öğretirlerdi. İstanbul Üniversitesi’nin eğitimi bana hiç uymadı, ikinci yıl çıktım. Aslında, daha önce dediğim gibi daha küçükten beri sanat benim için hep çok önemli olmuştu ama o yıllarda kendime uygun ortamı bulamadım. Zaten lisedeyken âşık olup evlendim, bu da kendi isteklerime göre yaşamamı engelledi. Neyse ki bu evlilik çok az sürdü ve 1967’de sanat eğitimi almak üzere Los Angeles’a gittim.


Bülent Özer, Semra Germaner, Sezer Tansuğ, Kaya Özsezgin, Jale Erzen (soldan sağa), Günümüz Sanatçıları İstanbul Sergisi jüri toplantısında, İstanbul Resim Heykel Müzesi, Yusuf Taktak Arşivi, Salt Araştırma. https://archives.saltresearch.org/ handle/123456789/41747


Los Angeles’taki öğrencilik yılların nasıl geçti? Leo Steinberg ile burada mı tanıştın?


Los Angeles’ta 1967 ve 1974 yılları arasında lisans ve yüksek lisans resim eğitimi aldım. Aynı zamanda kütüphanede çalışıyordum ve yeni gelen kitaplara bakıyordum. 1971’de Leo Steinberg’ın Other Criteria kitabı geldi. Alıp eve götürdüm ve çok etkilendim. Steinberg’e mektup yazıp New York’a geldiğimde onunla görüşmek istediğimi söyledim. Uzun yılların dostluğu böyle başladı. Her New York’a gittiğimde Leo ile buluşur, müzelere gider, sanat konuşurduk. Yazdıklarını bana anlatırdı hatta birkaç kez New York Public Library’ye gidip onun için araştırma yaptım. Leo’nun çalışma şekli, araştırmaları beni çok etkiledi. Hep onu kendime model olarak aldım. Tabii bu kolay bir şey değil, Leo çok donanımlı biri. Rusça, Almanca, İngilizce’yi mükemmel bilir, Latince okur ve herhangi bir yazısını aylarca çalışarak yazardı.


Amerika’daki eğitimim sırasında en önemli konu iyi bir çizer olmaktı. Her gün öğlene kadar modelden çizer, her defasında farklı bir çizim anlayışına göre çizerdik. Hocamız Harry Carmean herhalde yirminci yüzyılın en iyi çizerlerindendi. Diğer hocam Lorser Feitelson da öyle. Feitelson aynı zamanda Amerika’nın ilk soyut sanatçılarındandı ve New York’ta yaşarken çok önemli işler yapmıştı. Los Angeles’e ilk yerleşen modern sanatçılardandı, ama modalara uymadığı ve kendi reklamını yapmadığı için, birçok müzede işleri olmasına rağmen çok meşhur olmadı. Eğitimim süresince gezebildiğim kadar çok müze gezdim. Hatta önemli Avrupa müzelerinin hepsinde çalışmalar yaptım, resim analizleriyle sayfalarca defter doldurdum. Batı resminden çok etkilendim ve insan bedeninin, hareket ve jestlerinin derin anlamlar taşıdığını gördüm, onun için hem modelden çok uzun yıllar çalıştığım için hem de batı resmini bu açıdan incelediğim için resimlerin bu tür bir figürasyon taşımıştır. Ancak bu hiçbir zaman fotografik bir temsiliyet olmamıştır, her zaman biçimin getirdiği bir soyutlama ile resmedilmiştir. Şimdi ise giderek daha çok doğaya yakınlaşıyorum… Bu artık modelden çizme olanaklarım olmadığı için olmalı.


Bir konuşmamız sırasında öğrencilik yıllarında hem figüratif hem de soyut çalıştığını söylemiştin. O yıllardaki sanatsal yönelimlerin nasıldı? Los Angeles’taki sanat ortamında yönelimler hep New York doğrultusunda mıydı? Bu dönemde seni özellikle etkileyen sergiler, etkinlikler nelerdi?


Hayır benim içinde bulunduğum sanat ortamı, özellikle Feitelson gibi önemli bir sanatçı ile çalışmak bizi herhangi bir modadan uzak tutuyordu. O yıllarda New York’ta soyut sanat veya yeni figürasyon ön planda idi. Benim eğitimimde önemli olan kendi eğilimlerimi ortaya çıkarmak idi, hocam Lorser Feitelson hep bu şekilde geri bildirim verirdi.


Ayrıca ayda birkaç kez birinin atölyesinde buluşur hocalarımızı da davet eder, geri bildirim alırdık. Beni o günlerde hangi sergiler ilgilendiriyordu, hatırlamıyorum. Ama sık sık Los Angeles County Museum’a giderdim. O yıllarda beni en çok etkileyen sergi The Russian Avant-Garde sergisi, bir daha Rus avangardlarının öyle kapsamlı bir sergisi olmadı. Tabii New York’a gittiğimde Whitney’de yeni Amerikan resmini görüyordum, yeni figürasyon oldukça etkili ve gündelik yaşama dönüktü. Çok kuvvetli ressamlar vardı. Ama her zaman büyük bir vaktimi Metropolitan’da geçiriyordum, bu nedenle ve sonradan yaptığım çalışmalardan dolayı tarihi Avrupa resmini çok iyi bilirim.


Jale Erzen, İsimsiz, 2010, Kâğıt üzerine mürekkep

Mimarlık tarihi ile sanat tarihi arasından oldukça akıcı gidiş-gelişlerin var. Bunun başlangıcı nasıl oldu?


Şunu söylemek önemli ki benim için sanat bir bütündür, müzik ile de uğraştım klasik gitar öğrenmeye çalıştım ama bu yönde zayıfım. Yine de sanatlar arasında bence sınır yoktur, insan resimden mimariye, mimariden müziğe ya da heykele geçebilir. Önemli olan sanatın yaratıcı ruhuna sahip olmak. Mimari beni her zaman çok ilgilendirdi, herhalde bu konuda da babamın etkisi büyük oldu, zira oturduğumuz evimizi çok iyi bir mimara yaptırmıştı ama kendisi de bu konu ile çok ilgileniyordu, bahçe tasarımı, sanat onun için çok önemli, hep okuduğu düşündüğü konulardı. Nitekim İzmir’deki evimiz tümüyle onun tasarımı ve inşasıdır, Ankara’daki bahçemiz, İzmir bahçemiz de öyle. Amerika’dayken gittiğim müzelerin, konser salonlarının mimarisine hep dikkatle bakardım. Türkiye’ye dönmeden önce, Leo Steinberg, “madem mimarlık fakültesine gireceksin, doktora yapacaksan Mimar Sinan üzerine doktora yap” demişti. Kendisi İstanbul’u gezerken Sinan’ın eserlerini görmüş ve hayran kalmıştı. Doktora kitabımı kendisine adadım.


1974’te Los Angeles’tan döndüğünde Türkiye’de karşılaştığın manzara nasıldı? Genç bir sanatçı olarak yolunu çizmeye karar verirken seni İstanbul yerine Ankara’ya yerleşmeye iten sadece ailenin bu kentte yaşaması değildi herhalde diye düşünüyorum. İsteseydin İstanbul’a da gelebilirdin. Tercihin neden Ankara oldu? Kariyerini akademik bir çizgide geliştirmek için gerekli olan doktora süreci nasıl gelişti?


Yüksek lisansımı bitirir bitirmez Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi beni sanat dersleri vermem için davet etti. Bunun nedeni hem bir yandan fakültede sanata ihtiyaç duyanlar vardı, hem de mezun olduğum okulun geleneklerine göre mezunların fotoğrafları çekilip haber olarak yaşadıkları şehrin gazetesine yollanırdı; benim haberim Cumhuriyet gazetesinde çıkınca hem çok yakınım olan ODTÜ kurucularından ve mütevelli heyeti başkanı Vecdi Diker ODTÜ’ye davet edilmemi Dekana önerdi. Ben daveti aldıktan sonra bir yıl daha Amerika’da kaldım, New York’ta Leo Steinberg’in derslerine devam ettim. Hem de İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’nin bana öğretebileceği bir şey olmadığını düşünüyordum; nitekim sonradan duyup gördüklerim orada insanların genellikle kavgalı ve hocaların otoriter olduğunu kanıtladı. Amerika’dan dönünce Türkiye’de beni ilerletebilecek şey mimarlık öğrenmek idi. Nitekim ODTÜ’de de başlangıçta çok kötü düşmanlıklar kıskançlıklar yaşadım. Ama hiç değilse derslerimi istediğim gibi veriyordum. Beni ODTÜ’ye mütevelliden biri tavsiye ettiği için, her ne kadar jüri neticesinde okula alındıysam da mimar olmadığım için orada işim olmadığını bana çok hissettirenler oldu. Bugün ODTÜ Mimarlık Fakültesi binası 1960’ların en iyi yapılarından biri olarak değerlendirilir, ama ben Amerika’dan döndüğümde oradaki mimarlık hocalarına “ne güzel bir binanız var” dediğimde, “sen mimar değilsin ki ne kötü bina olduğunu anlamıyorsun” diye yanıtlar veriyorlardı. Ben pek aldırmadım, resmim bana büyük bir özgürlük ve özgüven sağlıyordu. Öğrencileri seviyordum onlar da bana sevgi ve ilgi gösteriyorlardı. Hatta ODTÜ’deki ikinci yılımda vermeye başladığım Çevre Estetiği dersi o isimle dünyada açılan ilk derstir. Bunun dışında resim çizim, sanat tarihi ve fotoğraf dersleri verdim yıllar içinde. Doktoramı da İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Doğan Kuban ile yaptım.

 

"Bence Türkiye’de sanatın sorunu hep kimlik aramakta olmuştur. Batılı mı olalım Doğulu mu?"

 

Çevre Estetiği dersinin içeriğini nasıldı? Hangi konular üzerine eğiliyordun?


Temel olarak Arnold Berleant’ın Çevre Estetiği yazılarından parçalar, Kızılderili Şefin Amerikan Reisicumhuruna mektubunu, bazı epik şiirler falan okuyorduk, ama derslerimiz daha ziyade doğada yürüyüşler, çevre niteliklerini algılamakla geçiyordu. Öğrencilerden doğal seslerle müzik, doğa ve çevre konusuna yazılar yazmalarını istiyordum. Öğrenciler için genellikle eğlenceli ve üniversitedeki akademik ortamdan fraklı bir atmosfer içinde geçen bir dersti. Üniversitenin bütün fakültelerinden dersi alanlar vardı, herhalde öğrencilere bu beleş bir ders gibi geliyordu, ama yıllar sonra karşılaştığım öğrenciler bu dersin yaşamlarında çok şey değiştirdiğini söylediler.


Benim ilgimi çeken bir yanda akademik kariyerine devam ederken, öte yandan hiç durmadan resim çalışman. Kişisel olarak bunun önemli bir avantaj olduğunu düşünüyorum. Çünkü eşzamanlı olarak farklı alanlarda yapılan üretimler birbirlerini etkiliyorlar. 1970’lerin ikinci yarısındaki resimsel yönelimlerin nasıldı? Figür temasına, özellikle tanımsız gövdelere yönelmendeki ana etkiler nelerdi?


Daha önce figüre yönelmemin nedenlerinden söz ettim. Beden, hareketleri, jestleri ve yapısının zengin biçim olanakları ile beni etkilemiştir. Her bedensel hareket binlerce yeni biçim sunar. Zira ben resimlerimle nadiren bir konu aktardım. Bazen sel, orman gibi genel konular içinde figürlerimi kullandım. Ama sanıyorum Türkiye’de figür benim çalıştığım anlamda ilgi görmedi, zira böyle bir geçmişimiz yok. Hatta beden bir tür tabu sayılır. Bizde figüratif “modern” resim yapanların çoğu insan figürünü indirgenmiş şekilde resmetmişlerdir.


Jale Erzen, Ege, Tuval üzerine yağlı boya, 120 x 300 cm


Geliştirdiğin figür yorumunun farklılığını ilk kez 1989’daki Büyük Sergi’de duyumsamıştım. İnsan bedenini bütünsellik içinde alıp onu belli kaygılarla yorumlayan öznel bir yaklaşımın var. Acaba resimlerini belli yıllara, örneğin 1975-2000, 2000-2022 göre mi ya da belli temalara göre mi incelemek doğru olurdu?


Seksenlerde bir ara çok sakin gri tonlarla durağan figür resimleri yaptım, ama bu sürmedi, seksen beşlerde çok hareketli siyah beyaz figürlerin hareketli jestlerle biraz soyutlandığı resimlerden sonra hemen hemen 2000’lere kadar bunlar sürdü, 2000’lerden sonra yine çok hareketli çok renkli resimler yaptım ama aynı zamanda doğa soyutlamaları, dağları, mevsimleri renklerine göre ifade eden, farklı deniz soyutlamaları yaptım. Sanırım arada figür resimlerim olsa da doğaya daha çok yaklaştım. En son birkaç yıldır bulut resimleri yaptım. Bu arada 73-74 arası yaptığım gravürler en sevdiğim işlerim sayılır. Tuval üstüne çini mürekkebi ile çizimler yanında, suluboya doğa soyutlamaları şimdiye kadar sürüyor. Kısacası ben hiçbir zaman tek bir üsluba bağlı kalmadım, benim için resim ve sanat bir özgürlük alanıdır, her ürün yeni bir ürüne yeni bir düşünceye yol açar.


1970’lerin ikinci yarısında bir yanda kendisini çok güçlü olarak gösteren politik bir yapılaşma, diğer yandan da Türkiye Sanat ortamında kendisini ciddi olarak hissettiren bir “kimlik, kültürel aidiyet sorunu” var. Bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum.


Evet, bence Türkiye’de sanatın sorunu hep kimlik aramakta olmuştur. Batılı mı olalım Doğulu mu? Bence bunlar o kadar kolay çözülmeyecek sorular, tabii politik ideolojilerin de rolü büyük, yirmi yıl Türkiye’yi yöneten bir parti sağ eğilimli ise sonunda yönelimler oraya doğru olur. Yine de diyebilirim ki güncel sanat pek politika ile ilgilenmese de popülist eğilimlere göre şekillenebiliyor, ya da modalara göre, zira sanatçılar gündelik meraklar ötesinde derinliğine bir eğitime, gelişmeye girmiyorlar.


Her zaman hayran olduğum “birlikte bir şeyler yapma” dürtülerin var. Boyut dergisini yayınlamaya, idealist bir şekilde sanat ortamı canlandırmaya, yazılı bir görsel kaynak oluşturmaya başlıyorsun. Kişisel olarak bu dergiyi çok önemsiyorum çünkü Türkiye’deki 80’li yıllar hakkında son derece önemli bilgiler veriyor ve sanat ortamının resmini çekiyor. Boyut’un serüveni nasıl başladı ve gelişti?


Türkiye’ye geldiğimde dünya resmini çok iyi bilmeme rağmen Türk sanatını hiç bilmiyordum. Sık sık İstanbul’a giderek sanatçı atölyelerini ziyaret ettim, sanatçılarla tanıştım, Türk sanatını öğrenip anlamaya çalıştım. Hatta yavaş yavaş Gazi’deki sanatçıların, İstanbul sanatçılarının işleri hakkında yazılar yazmaya başladım. Sanırım 1979 yılı idi bir gün eve Ahmet Turan Altıner ve Sinan Torunoğlu geldiler ve bir sanat dergisi çıkarmak benim de editör olmamı istedikleri söylediler. Hep hayatım boyunca beni en çok mutlu eden şey iş yapmak bir şey üretmek, kendimi denemek olmuştur, ben de hemen kabul ettim. Boyut macerası böyle başladı. O kadar çok çalışma istiyordu ki o vakit İnternet yok, her şey telefonla, mektupla, giderek yapılıyor. Her ayın 15 günü sadece Boyut üzerinde çalışırdım her sayının resimleri ile birlikte maketini yapar, matbaaya öyle verirdim. Her sayıda bir sanatçı ile söyleşi yapardık. Sanatçının kendi dünyasını anlayabilmek çok önemli idi. Türkiye’nin bütün her şehrindeki bütün sergilerin haberini vermeye çalışırdık, ama İstanbul sergilerinden seçim yapardık. Bence diğer kentlerdeki sanatçıları desteklemek, bir piramit oluşturmak ve sanatın giderek yaygınlaşmasını sağlamak çok önemli idi. Yazar bulmak zor idi; ben akademik hayata yeni atılmış kişileri heveslendirmeye çalıştım. Bütün genel, imzasız yazıları ben yazdım.


En önemli sorun dağıtım idi. Dergileri elden dağıtıyorduk, o yıllarda fazla gazete satıcısı yoktu, birçok yere dergi bırakabiliyorduk. Giderek sorun oldu, gazete dağıtımcıları Hür Dağıtım’ın ya da diğer önemli dağıtımcının ancak kendileri vasıtasıyla dergi satabilecekleri gibi bir tehdit aldıklarını söylediler. İşler zorlaşmaya başladı. Önceleri her ay arabamla İstanbul’a gidip oradaki gazetecilere öğrenciler vasıtasıyla dergi bırakıyorduk ve paramızı alabiliyorduk. Giderek bu imkânsız oldu hem gazeteci sayısı çok arttı hem de Hür Dağıtım ve Gameda bize baskı yamaya başladılar. Onlarla çalışmak imkânsız oldu zira paramızı altı ay sonra alacak ve dergileri 10 gün önce teslim edecek, satılmayanları da aylar sonra alacaktık. Abone sistemi çok iyi yürümüyordu, Türkiye’de halen öyle. Zaten bugün büyük bir şirket arkanızda değilse böyle işler yapmak imkânsız; tabii ideoloji sorunları da hep karşımızda.


Jale Erzen, Bahçem, 2005, Tuval üzerine yağlı boya


Bu tür önemli çalışmaların arasında kurucuların arasında olduğun SANART derneği de var değil mi?


SANART derneğinin 20 yıl başkanlığını yaptım, onlarca uluslararası sempozyum, sergiler yaptık, kitaplar yayınladık. Artık başkanı değilim ama hâlâ yakından ilgileniyorum. Sanart sayesinde Türkiye’ye çok önemli sergiler ve sanatçılar, felsefeciler getirdik. Sanart hakkında bir doktora çalışması yapıldı, aynı zamanda Sanart web sitesinde bütün bilgiler mevcut.


 

"Beni sanatta, sanatın her türlüsünde, öncelikle biçimin derinliği, kalıcılığı ve yarattığı anlam ilgilendiriyor."

 

İlk kişisel sergini nerede açmıştın, sergi içeriği hakkında detaylı bilgi vermen mümkün mü?


ODTÜ’ye girdiğim yılın başında, ODTÜ’lülere kendimi tanıtmak için Mimarlık Fakültesi’nin amfisinde Amerika’dan getirdiğim büyük resimlerimde bir sergi açtım. Açılış çok kalabalık geçti, şehirden gelenler, elçiliklerden gelenler vardı. Ama o yıllarda ileri solcu hatta Maocu geçinen gençler sanata, müziğe burjuva merakı diye bakıyorlardı. Sergimin açılışının ertesi gün okula gittiğimde ders verdiğim stüdyonun kara tahtasında "Ey Görkemli Burjuva sanatçısı" gibi absürt bir yazı buldum, imzasız. Ben de altına “Ey saklanan saldırganlar, ortaya çıkın da sanat nedir burjuva nedir konuşalım” diye bir yazı yazdım, tıs yok. Tabii sonra bütün o grup benim öğrencim oldu. Onunla da kalmadı. Bir yıl sonra kendi atölyemde Modern sanat üzerine bir ders açtım, kendi slaytlarımı gösteriyor öğrencilerle uzun uzun sanat tartışıyordum. Hatta hepsine börekler ve şarap ikram ediyordum. Sonra hepsi ya sanat kritiği ya sanatçı ya galerici oldu: Cengiz Kabaoğlu, Salih Köksalan, Güllü Aybar, Faruk Sade, Haldun Dostoğlu, Yılmaz Aysan…


ODTÜ dışında, Ankara’daki ilk sergin nerede açmıştın? Sanat çevresinden nasıl bir yanıt geldi?


Şehirde ilk sergimi 1978’de Kızılay’da Türk İş Sendikası’nın salonunda açtım. Orası bir galeri değildi, zaten çok az galeri vardı, genellikle de Alman ya da Fransız mültür merkezlerinde, Vakko sonra açıldı. Tabii ışık ayarlamak asacak yüzey uydurmak için bir öğrencimle uğraştık. Çok gelen oldu, özellikle de Avrupalılar ve birkaç da resmim satıldı. Gazetelerde de yazılar falan çıktı ama çok üst düzey bir karşılama oldu diyemem. O yıllarda Ankara’da sanatçı sayısı epey yüksekti ama sergi imkânları çok sınırlı idi. Hatırlıyorum, Alman Kültür Merkezinde Orhan Peker sergisi açılmıştı, ona gidip kendisine ressam olduğumu kendisine resimlerimi göstermek istediğimi söyledim. Nedense çok ters karşıladı. Gazi Eğitim Enstitüsünde Resim Bölümü’nde birçok ressam vardı, hatta onlar hakkında yazılar yazıyordum, ama kendilerinden sonraları ilgi gördüm. O günlerdeki intibam bizim insanlarımızın çok kendi içlerine kapalı oldukları. Klan sistemi hâlâ da sürüyor; başka kamptaysanız pek ilgi görmüyorsunuz ya da düşmanlık görüyorsunuz. Ama zamanla, herhalde Boyut Dergisi'nden dolayı olacak sanatçılar bana daha olumlu yaklaştılar. Bu nedenle kendimi hep dışarıda hissettim ve öyle kaldım.


Aslında dışarıda kaldığını düşünmüyorum. Bu bence birazda Türkiye’deki sanat tarihi çalışmalarının eksikliğiyle ilgili. 1980’den beri her on yılda sanat ortamında, sanat piyasasında değişen güç dengeleri sonucu ayrı bir tarihsellik kurgulanıp tuhaf isimler ön plana çıkarılıyor. Senin başından beri bunların dışında, hatta mimariye olan ilgin sayesinde farklı bir çizgide ilerlediğini düşünüyorum.


Mimari beni her zaman resim heykel kadar ilgilendirdi. Bugün giderek daha çok mimarlık üzerine yazıyorum, nedense güncel sanatın çoğu ile ilgilenmiyorum, biçim ve estetik, form ve anlamla ilgilenmeyen sadece hikâye anlatan konular beni ilgilendirmiyor, edebiyatta da sadece hikâye sadece konu anlatmıyorsunuz. Ben güncel sanatın çoğunu böyle buluyorum, belki de anlamıyorum. Beni sanatta, sanatın her türlüsünde, öncelikle biçimin derinliği, kalıcılığı ve yarattığı anlam ilgilendiriyor.


Son çalışmaların hakkında detaylı bilgi vermen mümkün mü?


Son çalışmalarım bulut resimleri. Bulutlar o kadar sonsuz çeşitli ki hem hareket hem renk bakımından, insanı büyülüyorlar. Herhalde bir süre bunlara devam edeceğim, giderek daha hareketli, dönüşen bulutlar yapmak istiyorum, mümkün mü bilemem.



bottom of page