Cross Change isimli tasarım stüdyosunun kurucusu Tuğçe Akbulut ve Hollanda merkezli mimari tasarım stüdyosu SpaceCrafters’ın kurucusu Jurgen ten Hoeve ile 2019 yılında başladıkları ve halen devam eden Bir Üretim Aracı Olarak Gelenek projesi üzerine konuştuk.
Röportaj: Liana Kuyumcuyan
Tuğçe Akbulut & Jurgen ten Hoeve
Cross Change nedir? Nasıl kuruldu? Nasıl projeler yapıyorsunuz?
Tuğçe Akbulut: Cross Change 2017 yılında kurduğum, daha iyi bir toplum ve dünya için radikal işbirlikleri tasarlayan, tasarımı fayda yaratmak odağında kullanmak adına tasarımcıları destekleyen ve farklı sektörlerle tasarımı buluşturan, projeler geliştiren bir deneysel bir tasarım stüdyosu.
Temelde pozitif etki yaratacak proje ve fikirler etrafında doğru yaratıcı profesyonelleri, tasarımcıları kürate edip bir araya getiriyoruz. Üç alanda özetleyebiliriz; şirketlere ihtiyaçları, dertleri doğrultusunda pozitif etki yaratacak, işbirliğine dayalı yaratıcı projeler tasarlayıp yürütüyoruz; var olan proje ya da çalışmalarına ilgili ama akla gelmeyen kurumları, eksper ve yaratıcı profesyonelleri kürate edip dahil ediyoruz ve sürdürülebilir etkinlik, katılımcı süreçler gibi yeni hayatımıza giren kavramlar ve yeni gelişen pozitif dönüşüm yaratma odağındaki süreçlerle ilgili danışmanlık, farklı ülkelerden beslenen bağlantılarımızdan yaratıcı profesyonelleri süreçlerine dahil etmek üzere arabuluculuk yapıyoruz.
Proje tasarlama ve yürütme, işbirlikleri geliştirme odaklarına ek olarak da, yaratıcı profesyoneller için Kendi Yaratıcı İşini Nasıl Kurarsın? isimli bir öğrenim içeriğim var. Bu öğrenim yolculuğu temel olarak, tasarım ve sanat eğitimi içinde yer almayan iş kurma, ekip yönetme, iş modeli geliştirme, pazarlama gibi iş dünyasına ait konuları içeriyor. İlk fazını ücretsiz olarak indirip, hayal ettikleri işi inşa etmekte ilk adım olarak kullanabilirler. Sonraki adımlar için de danışmanlık ve koçluk yapıyor, çeşitli eğitimler veriyor, yine ilgili profesyonelleri kürate ederek çeşiti workshop’lar organize ediyorum.
Tradition as a Making Tool, 2019, Fotoğraf: Can Akat
Bir Üretim Aracı Olarak Gelenek isimli projeniz üzerine konuşmak istiyorum. Bu proje nasıl başladı? Ardındaki ilk fikir nasıl gelişti?
Tuğçe Akbulut: Hollanda’nın doğa ile kurduğu yaratıcı ilişki, tüm dünyanın dikkatini çekecek nitelikte malum. Türkiye’de insanların iyi-kötü her türlü mesele ve sebebin paylaşımı için sofra etrafında buluşması, yenilen yemeğin kutsallığı, insanların hasta komşularına bir tas çorba götürerek toplumsal seviyede birbirlerinden sorumlu hissetmesi, mahalle kültürü, kapı önü sohbeti dediğimiz sıradanlaşan bu birlik, bir aradalık duygusunun ise Hollanda kültürü için aranan değerlerden biri olduğu iç görüleri ön plana çıktı araştırmalarımız esnasında.
Jurgen ten Hoeve: İstanbul Hollanda Konsolosluğu tarafından organize edilen bir projeye davet edildim. Projenin koordinatörü ve workshop’un tasarımcısı olan Tuğçe’yle de bu süreçte tanıştık. Birlikte çok iyi çalıştık, birkaç ay sonra StimuleringsFonds’un açtığı uluslararası bir çağrı ile ilgili tekrar benimle iletişime geçti. StimuleringsFonds, Creative Fund NL isimli Hollandalı yaratıcı profesyonellere destek veren bir kurumun parçası. Mimari, tasarım ve dijital kültür üzerine çalışan profesyonelleri bir araya getirmeyi amaçlıyor. Rusya, Fas, Mısır ve Türkiye’den tasarımcılara, şehir hayatının güncel problemleri üzerine çalışmak adına bir açık çağrı düzenlediler.
Tuğçe beni İstanbul hakkındaki gözlemlerimi yazmam için davet etti. Bu süreçte iş bulmak, eğitim veya sosyal hayat için insanların İstanbul’a geldiğini öğrendim, bu da şehrin giderek çeperlerine doğru büyümesine neden oluyor. Arabaların ve 7/24 açık olan dükkanların neden olduğu ses, hava ve ışık kirliliği, şehirleşme nedeniyle giderek azalan yeşil alanlar gibi konular bu süreçte en dikkatimi çeken şeylerdi.
Bütün bu problemler ve şehir hayatı bizi giderek daha fazla evlerimizin içine hapsediyor. Bunun sonucunda da kamusal alan kullanılmaz hale geliyor, yok oluyor. Kamusal alan, şehir sakinlerinin birbirleriyle karşılaştığı yer, özellikle İstanbul gibi çok kültürlü bir şehrin kamusal alanının anlamını yitirme tehlikesini gözlemliyorum. Biz de bu proje sırasında kamusal alanı yeniden düşünmeye ve tasarımına farklı bir yönden bakmaya çalıştık.
Bu projenin araştırma sürecinden biraz bahsedebilir misiniz? Ana temalar nelerdi?
Tuğçe Akbulut: Ana temamız kollektivizm ve doğa ilişkisiydi. Süreç önce masa başı araştırması ile başladı. Var olan uygulamaları incelerken karşılaştığımız kavramlardan biri placemaking oldu. Placemaking mekânı, o alanın kullanıcısı ile beraber tasarlama, değeri ve fonksiyonu beraber tanımlama yaklaşımı anlamına geliyor. 1960’lardan bu yana konuşulan, kamusal alanın sorumluluğunu alanın kullanıcısı ile paylaşma, yaratım ve karar verme süreçlerini kollektif yürütmeyi temel olarak alan bir yaklaşım. Karşılaştığımız örneklerden bazıları spesifik olarak Türkiye’den Hollanda’ya göç eden kişilerin yaşadığı mahallelere odaklanmıştı. Başka bir ülkeye göçen Türkiyelilerin yanında götürdüğü temel değerleri, sahip çıktığı ritüelleri tanımlamak en önemli iç görülerden biriydi diyebilirim.
Mekân odaklı araştırmaların ilk ayağı Hollanda’ydı. Rotterdam, Amsterdam, Amersfoort şehirlerinde çeşitli araştırmalar, gözlemler, alanında uzman tasarım ofisleri ile buluşmalar ve çeşitli iyi uygulamalara ziyaretler gerçekleştirdik. Amsterdam’ın şehirleşme yapısından ötürü kendi bahçesi olmayan şehirliye belediyenin kiraladığı şehre yakın bahçe alanlarını, Rotterdam’daki artık ihtiyaç olmadığı için kullanılmayan tren istasyonun gönüllüler tarafından dönüştürüldüğü kollektif şehir bostanını, kimsenin kullanmadığı bir iş merkezinin çatısını bostan yapıp biçtiklerini pişirip satan bir çatı bahçe restoranını ziyaret ettik.
İstanbul araştırmasında ise merkeze Beşiktaş ve Beyoğlu’nu alarak yollara düştük. Beşiktaş’ta esnaf ile sohbet ettik, Beyoğlu’nda dar alandaki kısa paslaşmaları gözlemledik. Tasarımcı, şehir plancıları, kentsel tasarım uzmanları, ilgili sivil toplum kuruluşları ve belediyelerle görüştük. Mümkün olduğunca çok ses ve hemen her ilgili tarafın bakış açısını duymak istedik.
Jurgen ten Hoeve: Biz kamusal alanın şehrin bel kemiği olduğuna inanıyoruz. Araştırmamızda kamusal alanı gözlemleme ve belgelemeyi baz aldık. Dikkat ettiğimiz konular kamusal alan kullanımının günün farklı saatlerinde nasıl değiştiği ve insanların çevreleriyle nasıl etkileşime girdiğiydi. Dikkat ettiğimiz konulardan biri insanların yeşil alanlara karşı ne kadar korumacı olduğu ve bu alanları ne kadar kullanmak istediğiydi.
Modern şehirde yeşil alanların nasıl kullanıldığını örnek almak adına Hollanda’ya baktık. Rotterdam’daki Dakakkers isimli, bir binanın çatısının yeşil alana dönüştürüldüğü, ayrıca burada yetiştirilen bitkilerden çayların servis edildiği bir kafenin bulunduğu mekâna gittik. Ayrıca Amsterdam’daki Afrikanerplein’a giderek belediyenin kullanılmayan bir kamusal alanı mahalleliye devrettiği ve mahallenlinin de burayı nasıl bir bahçeye çevirdiğini gördük. Burada birçok farklı milletten insan bir araya gelerek kendi bitkilerini yetiştiriyor. Bitki yetiştirme atölyelerinden barbekü toplantılarına kadar birçok farklı etkinlik de bu mekânda gerçekleşiyor. Bu bahçe birbirini tanıyan insanların bir araya gelebileceği bir mekân yaratırken, birbirine bağlı bir mahalle yaratmış oluyor.
Tuğçe Akbulut: Tüm bu ziyaretler, gözlem ve buluşmaların sentezi ön görülerimizin bir çoğunu haklı çıkarırken bir yandan da yeni fikirler yaratacak ihtiyaçları bize göstermiş oldu.
Tradition as a Making Tool, 2019, Fotoğraf: 140 Journos
Bir Üretim Aracı Olarak Gelenek projesinin başında sorduğunuz sorulara, sonunda nasıl cevaplar budunuz?
Tuğçe Akbulut: Başta sorduğumuz sorulardan biri “Birbirini tanımayan mahallelileri bir sofraya davet etsek, kendi mahalleleri hakkında sohbet ederler mi, beraber tasarlayıp anılarını anlatırlar mı?” oldu. Şehir sakinleri otoriteler tarafından duyulmadıklarını düşünüyorlar. Aynı sokakta 35 yıldır yaşayan biri, “Şimdiye kadar belediye benim sokağımla iligli hiçbir şey sormamıştı bana” dedi. Bu çok değerli bir öğrenim. Davet ettiğimiz 35 mahalle sakini, esnaf ile yaptığımız anketin sorularından biri olan “Belediye ile ortak tasarım yapmak sence mümkün mü, neden?” sorusuna “Ben isterdim ama belediyenin bana soracağını, beni dinleyeceğini sanmam” diye cevap verdi. Tabii ki bu odak grup herkesin sesi olamayacak kadar küçük, ama bu gruptan öğrendiğimiz şey insanların kendi yaşam alanları ile ilgili sorumluluğu paylaşmak istedikleriydi. 35 kişinin tamamı “Kamusal alana kim sahip çıkmalı” sorusuna “Belediye ve mahalle sakinleri” diye cevap verdi. Çok küçük bir odak grup olsa da duymak isteyen için önemli bir ses bence.
Bir diğer öğrenimlerden biriyse insanların komşularına olan merhameti ve etkileşim isteğiydi. Hemen her esnaf dükkanının önüne hem çiçek ekiyor hem de belediyenin ektiklerini sokak hayvanlarından ya da herhangi bir tahribattan korumak için elinden geleni gönüllülükle yapıyor. Hemen her apartmanın camından saksı asılıyor, her binanın girişinde bir kap kedi maması ve su bulunuyor. Gün geçtikçe hayatta kalmakla ilgili sorumlulukları artan, kendine daracık hareket alanı kalan şehir insanı nefes almak için, mutlu olmak için, ait hissetmek için küçük de olsa adımlar atmaya devam ediyor. En imkansız köşede bile bir fidanın tahrip olmaması için plastik şişelerle bariyer yapmaya çalışan bir esnaf görmeniz mümkün. Bu da aslında şehrin içindeki diyalog alanlarını gösterdi bize.
Kutuplaşmanın gün geçtikçe arttığı ülkemizde, ayrışmanın sistem seviyesindeki görünürlüğüne nazaran mikro düzeyde daha az hissedildiğini görmek umut verdi. Bu sadece bir akşam sağlayabildiğimiz tarafsız alan, katılan herkese aslında temelde ortaklaşılabilecek konular olduğunu gösterdi. Bu tarafsızlığın önemli sebeplerinden biri tabii ki çorba servisinden tatlıya kadar her adımı tasarlamış, her masaya bir kolaylaştırıcı atamamız ve insanların kalplerini açabilecek sorular geliştirmiş olmamızdı. Daha yeşil bir şehir, gölgesinde çay içebilecekleri sakin alanlar, çocukları, torunları ile oynayıp vakit geçirebilecekleri parklar yaratmak herkesin el sıkıştığı konular oldu.
Proje Türkiye-Hollanda işbirliğinde gerçekleşti, kültür ve gelenek gibi bir konuya çalışırken bu ortaklıktan sizler neler öğrendiniz?
Tuğçe Akbulut: Bizi ilk gülümseten farklılıklar, İstanbul’da kamusal alan tasarımı denince akla ilk gelen parametrelerden olan sokak hayvanları, ikincisiyse coğrafi eğimdi, bu iki konu da Hollanda’da akla gelmeyecek kriterler.
Başka bir örnek de mesela Hollanda’da sıkça mahalle ile ilgili aktivitelerde kullanılan bir yöntem olan kapılara davetiye bırakma fikriydi. Seçtiğimiz mahalledeki sakinlere dağıtmak üzere davetiyeler bastık, ancak yolda fark ettik ki kimse ilgilenmiyor bu tip bir resmi davet ile. Davetliler önce Beşiktaş Belediyesi Karaoğlan Gençlik Merkezi yöneticisi Volkan Altınok’un desteği, sonra mahalle muhtarı ile yaptığımız sohbet ve devamında da civarda birebir ziyaret edip çayını içtiğimiz komşular ve esnaflardan oluştu diyebilirim.
Çok temel ayrımlardan bir diğeriyse iki kültürün kamusal alanı kullanış şekli. Bu farklılıklardan neler öğrenebileceğimize baktık. Örneğin Türkiye’de kapı önlerine konulan sandalyelerde oturan, çay içip mahallenin esnafı ile sohbet eden yaşlılarımızın bu yöntemle nasıl hayatın içinde ve hala sosyal kaldığını, bu etkileşimi sağlayamayan ve yaşlı nüfusunda gün geçtikte depresyon oranları artan Hollanda için ilginç bir kamusal alan kullanım yaklaşımı olabileceğini fark ettik.
Tasarım pratiği perspektifinden ise ben daha esnek olmayı, şartların zorluğunu, imkansızlıkları kendime bariyer yapmadan tasarım yapmayı öğrendim. İlk haftalar her fikre “ama” diyerek başlıyordum ancak Jurgen’in yabancı ve temiz bakış açısı benim de kendi kültürüme ve standartlarıma farklı bir noktadan bakmamı ve bu sıkışmışlık arasında ihtimalleri okumayı, esnemeyi öğretti.
Bu konuda yemeği odağa almak bence çok akıllıca, çünkü her kültürün ortak bir nokta bulabileceği bir konu. Özellikle Ramazan sırasında birlikte yemek yemek çok geleneksel bir aktivite. Bu süreçte sizin gözlemleriniz nasıldı?
Jurgen Ten Hoeve: En fazla gözlem yaptığımız yer kırsal bölgeler oldu. Kırsal alandaki sosyal bağlılığın günümüz şehrinden nasıl farklılaştığını gözlemledik. Köylerdeki geleneksel kültür değerlerine olan bağlılık hayatlarında gerçekten büyük bir yer kaplıyor. Komünite hissi gündelik hayatta büyük yer kaplıyor ve bunu yemek ritüellerinde de görmemiz mümkün. Yemek masası, evin içinde de bahçede de olsa, hikayelerin ve deneyimlerin en iyi şekilde aktarıldığı yer. Ayrıca bu masa sadece aile üyelerini değil, mahalledeki yakınların veya yardıma muhtaç insanların da ağırlandığı bir yer haline geliyor.
Bu güncel şehir hayatından fazlaca ayrışan bir konu. Kişiselleşme, dijitalleşme ve herkesin birbirine oturduğu yerden ulaşabilmesi dünyayı daha küçük bir yer haline getirdi. Bu anlamda modern şehir hayatı sağladığı kolaylıklar nedeniyle tercih edilir durumda.
Kırsal kesimse coğrafya olarak şehre göre daha küçük bir yer olduğu için insanların birbirini tanıması daha kolaylaşıyor. Herkesin birbirini tanımasıysa zamanla birbirine sahip çıkmaya dönüşüyor ve bu da kapsayıcı bir komünite yaratılmasını sağlıyor. Bu günümüz şehrinde, özellikle İstanbul gibi farklı kültürlerin bir arada olduğu bir mega kentte görülemeyecek bir şey.
Tradition as a Making Tool, 2019, Sağdaki fotoğraf: Can Akat,
Soldaki fotoğraf: Bahar Orçun
Projeyi Ramazan sürecinde yapmasanız neler değişirdi?
Jurgen ten Hoeve: Bu dönemi gözlemleyebilmek bizim için çok iyiydi, ancak projeyi Ramazan ayında yapmak temel amacımız değildi. Amacımız insanları kamusal alanda bir araya getirecek bir etkinlik düzenlemekti. Türk kültürüne geleneksel olarak bağlı olan yemek kültürünü bir sohbet başlatma aracı olarak kullanmak, kamusal alanın farklı kullanım şekillerini göstermemizde yardımcı oldu.
Tuğçe Akbulut: Ana tema olarak merkeze gıdayı ve sofrayı aldığımız için, gün içinde ektiğimiz tekerlekli bahçeleri de tüketilebilir kılmak istemiştik. Örneğin sıcak su servis edip çay bahçesindeki adaçayından, limon otu, melisadan bir dal koparıp ayak üstü, paketsiz, işlemsiz bitki çayları içilebilsin, “bitki çayı”nın bir market ürünü olmadığını, kapı önünde yetişen bitkinin sohbete, bedene olan şifası hatırlansın istedik. Ramazan olduğu için iftarı beklemek durumunda kaldık tabii, ama benim için iftarın önemli noktalarından biri de diğer zamanlarda işten, okuldan gelenin, evde bekleyenin ayrı ayrı zamanlarda yediği akşam yemeklerini aniden kollektif bir sofraya dönüştürüveriyor olması. Bunun en güzel örneklerini vaktiyle İstiklal Caddesi’ni boydan boya donatan dünya sofraları ile görmüştük.
Komünite bahçesini nasıl kurdunuz? Proje bittikten sonra da bahçe kullanılmaya devam ediyor mu?
Tuğçe Akbulut: Köylerde devam eden ancak kentleşmeyle kaybettiğimiz üretimi temel alan (makarna kesmek, zeytin yapmak, fındık ayıklamak gibi eş dost ile kolektif üretimler) sosyal aktiviteler de odağımızdaydı. Gözümüz alıştığı için, normalleşen bu detaylara odaklandık. Özellikle Amsterdam’da şehrin ara sokaklarında gezerken karşımıza çıkan parkların, o mahallede yaşayan Türkiyeli komünite tarafından kent bostanına dönüştürüldüğünü görmek, doğru bir yöne baktığımızı hissettirdi. İnsan bambaşka bir kültüre, ülkeye giderken yanında onu evinde en çok hissettirecek şeyleri götürüyor. Bu gözlemlerden yola çıkarak bir komünite bahçesi yapmak istedik. Tabii bunun için alan kısıtı, sokaklardaki kedi ve köpeklerin de bitkilere olan merakı, küçük alanlarda bir çok ihtiyacı çözme zorunluluğu gibi parametreler bazı sorular doğurdu. Bu bahçelerin başka fonksiyonları olabilir mi, ekilecek bitkileri sadece fiziksel şartlara göre mi seçmeliyiz, dükkan ve apartman önlerinde başka ne gibi elementler var, kendi yeşil alanını yaratan bunu nasıl yapmış soruları ön plandaydı.
Kokopelli Şehirde ekibiyle çalıştık. Bize Menemen Bahçesi (domates, biber, maydanoz), Barış Manço Bahçesi (domates, biber, patlıcan), Şifa Bahçesi (nane, limon) gibi 9 farklı konsept çıkardı. Hatta bahçelerin bir kısmını festival esnasında sevgili Çocuk Mekân kurucusu Başak İncekara ile çocuklarla atölye yapıp ektik. Alışveriş merkezlerindeki koli taşıma arabalarını farklı bir fonksiyonla kullanıp içine sebze yataklarını yerleştirdik. Hem dört tarafı istenildiğinde açılabilen ama sokakta kalınca korunaklı, hareketli, komşular arası sohbet başlatan, 12 tekerlekli bahçemiz olmuş oldu.
Bahçeleri etkinlik sonrası gönüllü mahalle sakini olan Yeşil Düşün Derneği’ne, Beşiktaş Karaoğlan Gençlik Merkezi’ne ve etkinliğe ev sahipliği yapan Büyük Esma Sultan İlkokulu’na sahiplendirdik. Büyük Esma Sultan okulu maalesef yıkım kararı alındığı için bostanları kaldırdık ancak yakın zamanda Cihangir’de başka bir ilköğretim okulu için bakımları yapılarak birer eğitim nesnesi olarak yeniden sahiplendirilecekler.
Toplantıları nerede gerçekleştirdiniz?
Tuğçe Akbulut: Akşam yemeği etkinliğimizi Beşiktaş’taki Büyük Esma Sultan Ortaokulu bahçesinde gerçekleştirdik. Aslında okulun daha önce bahçe olarak kullanılan fakat biz talip olduğumuz sıralarda otopark olarak kullanılan sert zemin bir alan. Okul saatleri dışında boş duran bu alanı kullanmak, mahalle sakinlerine zaten kısıtlı olan mekânları birden fazla fonksiyon ile nasıl kullanabileceğine dair ipucu vermiş oldu.
Tradition as a Making Tool, 2019, Fotoğraf: 140 Journos
Katılımcılar kimlerdi? Onlardan nasıl geri dönüşler aldınız?
Tuğçe Akbulut: Akşam yemeği için farklı ilgi alanlarından, eğitim ve profesyonellikten gelen, 12-65 yaş arası esnaftan ev hanımına, öğrenciden sanatçıya oldukça çeşitli, toplam 35 mahalleliyi ağırladık. Gecenin sonunda herkesin birbirine sarıldığı, yıllardır aynı mahallede oturup birbirini tanımayanların telefon numarası alışverişi yaptığı duygu ve samimiyet dolu bir akşam oldu.
Sokağın hafızası çok güçlü ve değerli. Tasarladığımız akşam yemeği etkinliğinin son aktivitesi olarak her masaya Beşiktaşta olan, herkesin tanıdığı bir lokasyonun planını koyduk. Mekân daha önceden bir açık hava sinemasıymış meğer, bunu masalara temin ettiğimiz maket parçaları ve renkli kalemleri ile tasarım yapan mahallelilerin birbirinden habersiz notlarından, arada doğan sohbetlerden öğrendik. 6 masanın tamamı şu an otopark olarak kullanılan alanda açık hava sinemasını geri istediklerini belirtti. Oranın sinema olduğunu hatırlayanlar için anılarını geri çağırıp mahallesine olan aidiyetini hatırlatırken, yeni nesil ise heyecanlı bir fikir olarak sahip çıktı. Beşiktaş Belediyesi’nin yaz boyu açık hava sineması organize etmesine ilham oldu bu çıktı.
Projeye devam etmeyi düşünüyor musunuz? Farklı kültürler ve farklı mekânlarda proje nasıl sürdürülebilir?
Tuğçe Akbulut: Proje bu kadar yüklü öğrenimlerle dolu ve keyifli geçince StimuleringsFonds tarafından ikinci aşamaya geçme hakkı kazandı. Bu kez sorumuz “Geleneği nasıl kamusal alanların fonksiyonlarını çeşitlendirmek ve kapsayıcılığını arttırmak için kolaylaştırıcı bir araç olarak kullanabiliriz?” oldu.
Bu kez mekânımız Beşiktaş Barbaros Parkı. Adında hala “park” geçen bu lokasyon eskiden yeşil olan ancak uzun zamandır sert zemin olarak, Beşiktaş Belediyesi’nin çeşitli etkinliklerine ev sahipliği yapan bir meydan. Bu mekân özelinde, projemizin devamı olarak bir “Çay Bahçesi” kuracağız.
Her iki aşama için de, en başından beri kültürümüzdeki bir araya getirici öğeleri deşifre etmeye ve bu öğeleri insanları yeniden kamusal alanlarda bir araya getirmek için kullanmaya çalışıyoruz. Geriye dönüp baktığımızda her kesimden insanın keyifle bir araya geldiği, ilk açık hava sosyal alanlarından biri olan çay bahçelerine gözümüz ilişti. Her köy meydanında bir çınarın altında beliriveren, saatlerce çoluk çocuk sohbet edildiği günleri hatırladım. Bu kültürel kodlardan yararlanarak, seçtiğimiz lokasyona da yeşili geçici de olsa geri getirmek üzerine çalışıyoruz. Yine tekerlekli elementlerle farklı kullanım imkanları sağlayarak, şehirdeki alan kısıtına çok fonksiyonlulukla önermeler getireceğiz.
"Gelenek yereldir, o yöreye aittir. Bu denli aidiyet barındıran bir sosyal sistem, dönüşmek istediğimiz yere daha içten, daha az hasarla, daha yerinde üretime dayalı yaklaşıma bizi adapte edebilecek en efektif sistem gibi geliyor bana."
Tuğçe Akbulut
Geleneksel değerleri bugünün tasarım pratiğine taşımanın önemi üzerine neler düşünüyorsunuz? Buradan neler öğrenebiliriz?
Tuğçe Akbulut: Tasarım kimi zaman problem çözmek, kimi zaman da alternatifi ve/veya daha iyiyi önermek için kullanılan bir araç. En azından ben öyle bakıyorum. Tasarımcıları iklim krizi, erişilebilirlik, atık yönetimi gibi dünya meselelerine çözüm geliştirecek önemli personalar arasında gören kişilerden biriyim ve bunu savunan işler yapıyorum. Bu yaşama, üretme, tüketme şekillerimizi değiştirmek için önemli uyarılar aldığımız ve büyük adımlar atmak için sorumluluğu üstlenmeye başladığımız önemli zamanlardayız. En azından bir grup insan, sınırların transparanlaştığı, kendine haslığın etkisizleştirilmeye çalışıldığı günlerden yavaş yavaş uzaklaşıyor; coğrafyaya, komüniteye, kültüre has olan öğelere sahip çıkmanın değerini konuşmaya başlıyor. Sorun olarak tespit ettiklerimize her zaman dışarıdan bir elin, soruna maruz kalan ve sorunu yaratandan bağımsız, çözüm önerileri geliştirmesindeki işlevsizliği hepimiz okuduğumuz için katılımcı süreçleri sistemlerimizin içinde birer dönüşüm aracı olarak misafir etmeye başladık. Güzel deneyler yapılıyor, kimi zaman bir parçası kimi zaman meraklı izleyicisi olarak takip ediyorum.
Daha iyiye, çözüme, yıkıcılığımızın etkilerini azaltmak, yapıcılığımızın etkisini arttırmak için insanların, komünitelerin hali hazırda kabul ettiği, tekrar ettiği, sahip çıktığı ritüellere göz atmak lazım. Belki ambalajı azaltmak için refill yaklaşımını getirdik demek değil de, geçmişte açık deterjan, bulgur alan nesiller olduğumuzu hatırlayıp oradan hareketle süreçleri, ürünleri, anlatımları tasarlamamız lazım. Çömlekte servis edilen suyun uzun süre soğuk kaldığı için enerji tasarrufu sağladığını, köyünde hasat edilen meyvalar taşınsın diye ağaçlarını sulayan kaynağın kenarında yetişen bitkilerden sepet örerek aslında mikro döngüsel bir ekonomik model örneği gösterdiğini okumak lazım. Yerinde yaparak, deneyerek gelişen bu araçları, yöntemleri, ürünleri günümüz açık fikirliliği, teknolojisi, üretim ve tasarım kabiliyeti ile harmanlayarak, korunması gereken özün analizini iyi yaparak, dönüşmekte bir alamet var. Bu bir eskiye öykünme romantizmi değil, öğrenimleri değerlendirip, yeniyi keşfedilmişle harmanlamayı öneren bir dönüşüm yaklaşımı.
Tüm gezegenin yavaşlamaya ihtiyacı var, bunu her köşeden alarm vererek gösteriyor, bizi evlerimize geri döndürdü, durdurdu. Gelenek yereldir, o yöreye aittir. Bu denli aidiyet barındıran bir sosyal sistem, dönüşmek istediğimiz yere daha içten, daha az hasarla, daha yerinde üretime dayalı yaklaşıma bizi adapte edebilecek en efektif sistem gibi geliyor bana.
Jurgen ten Hoeve: Geleneksel değerler, yerel malzemeler, zanaat, bilgi ve kimlikten oluşur. Bizim geleneksel değerlerden en fazla öğrendiğimiz şeyse insanların aralarında kurduğu etkileşim ve anlattıkları hikayelerdi. Günümüz tasarımı İnternet aracılığıyla bütün dünyaya yayılabiliyor. Bilgiyi yaymak ne kadar önemli ve değerli olsa da insan etkileşimi dışarıda kalıyor. Gelenek dediğimiz şey nesilden nesile geçen, usta-çırak ilişkisini baz alır. Bugünkü teknolojik süreçlerde ustanın çırağa aktardığı geleneksel bilgi aktarım yöntemleri yok oluyor. Gelenek insanların bilgilerini paylaştığı ve onları daha yakınlaştıran bir araç, sürecinde ürüne takdir barındıran, hikaye anlatan ve etkileşimle beslenen bir süreç.
Comments