top of page

Bir çatı altında, bin yaşam ihtimali

40’ın üzerinde yeni nesil yaratıcının, gelenek ve geleceğe eşit ihtimamla ortaya koyduğu nice manzara ve hikâye, 27 Ekim-8 Kasım arasında İstanbul’daki Yapı Kredi bomontiada’nın çatısında buluştu. Etkinlik, seçilen sanatçıların mekânda sergilenmemiş yapıtlarına da sahip çıkarak, bu sene ilk defa, çevrimiçi platformu mamutartproject.com/2020 üzerinden yıl sonuna dek sanatseverlerle buluşturmaya devam ediyor


Yazı: Mahmut Artuklu




İstanbul’un kozmopolit kimliğini temsil eden semtlerden Feriköy-Bomonti’de yer alan ve Yapı Kredi Bankası sahipliğinde kültür-sanat faaliyetlerine öncelik tanıyan bomontiada, 27 Ekim-8 Kasım 2020 arasında, bir çatı katını Mamut Art Project’in 2020 edisyonuna ayırdı.


Organizasyon gerek pandemi, gerekse küresel ekono-politik türbülansın Türkiye’ye kamusal ve bireysel yansımalarını hayli üzücü rakamlar refakatinde duyumsadığımız şu günlerde, yine Türkiye için zor bir duruş sergileyerek, “süreklilik” ve “nitelik” kavramlarından yana tavır koymaya çalıştı. Etkinlik, ulusal veya küresel pek çok kültür-sanat ajandasının yara alıp, kendi içinde ertelendiği süreçte ürettiği dayanışma ve paylaşım ruhu ile, takdiri en başından hak eder gibiydi.

Zaten, elektronik posta yoluyla alınan randevular vesilesiyle 45’er dakikalık turlar dahilinde tek katta izlenen etkinlik, naif iç mekân tasarımının ürettiği tasarımsal ılıklıkla da ziyaretçilerine ruhanî bir mola aldırdı. Girişim Türkiye sanat tarihindeki Tavan Arası Ressamları ekolü ya da bölge dokusunun halka verdiği “Pazar” samimiyetini ortaya koyması adına, katılan sanatçıların birbirleriyle yaptıkları yapıcı emek ve aktarım rekabetiyle, gerçekten akılda kalıcı bir çok mesaj ve “âlem”i bizlere vakfetmeyi başardı.


Projeye katılan sanatçıların yapıtları hakkında yazılan metinlere gösterilen duyarlık başta gelmek üzere, sergilenen yapıtlar haricinde, etkinliğin İnternet üzerinden deneyimi sırasında da her bir sanatçının daha fazla eserinin temsili ile keşfedilmesine tanınan organizasyonel müsaade, etkinliğin artı puanları arasında geldi.


Olabilecek en şeffaf, medenî, ama aynı zamanda mahrem ve kibar yöntemle, sergilenen eserlerle satış ve koleksiyon maksadıyla ilgilenenlerin kullanabileceği özel bir elektronik posta iletişiminin de düşünüldüğü Mamut’un bu yılki versiyonunda, jüri koltuğunda ise, Çelenk Bafra, Erol Tabanca, Selçuk Artut, Aslı Çavuşoğlu ve Aslı Sümer oturdu.


Hal böyle olunca da en başta ifade özgürlüğü gelmek üzere, hayata bakıştaki öznel ve yaratıcı ısrar, ilk bakışta eski ve alışıldık görünse bile, telaffuzunda ısrar edilen kimi “medyum”, “teknik” veya “üslûp”ta kılınan o vaktinden olgun duruşa tanınan hoşgörü ile anlayış, hep, sergilenen çalışmalar üzerinden kendini umut verici biçimde, hakiki bir aciliyet içinde art arda göstermesini bildi.

Bu yılki Mamut’u gezmek, bana birkaç sebepten ötürü iyi geldi. Birincisi, dünyada ve Türkiye’de olup bitenlerin gayet farkında olan, kültür sanatı ideolojik ve siyasî bir hınçla küçümseyerek, “eğlence”den (entertainment) ibaret almayan, ifade özgürlüklerinin teminatı olarak, devrimci bir neşe, bir denetimsizlikle tecrübe eden birçok gencin varlığı ve umudundan bir daha haberdar oldum. Sergilenen çalışmaların birbirlerinin varlığına dönük saygısını, yansıttıkları biçimsel zıtlık, ayrıca hakkında konuştukları Dünya ile ilgili ürettikleri çok sesli görsel, işitsel senkronizasyonla deneyimledim.


İkincisi, “bienal”, “fuar”, “pavyon”, “galeri” ve “müze” ile “fuar” gibi belli başlı teşhir modelleri içinde varoluş kavgası veren güncel sanatın, değer ve görünürlüğünü onları sunuş biçiminde değil, bir aradalıklarının verdiği çoğul anlam “baharatı”nın samimiyetine borçlu olduğunu, bir daha duyumsadım. Zarfın mazrufu görgüsüz bir iltifat makyajı ile değil, bilakis, mazrufun zarfı olağan bir içtenliğin hakikaten tayin ettiği leziz güzellikle belirlediği sunuşu ile, bu yılki Mamut’u biraz da kendi alanında gerek soylulaştırma gerekse türlü soysuzlaştırma girişimlerine yönelik bir başkaldırı ile işgal edilmiş, bir nevî kültür parkına benzeterek, “Gezi”ndim, durdum.


Üçüncüsü, fotoğraf, video sanatı, heykel, resim, özgün baskı, desen, yerleştirme gibi biçimlerin zenginliği yanında, işlenen konulardaki kaygı ve farkındalık bütünlüğünü de son derece kayda değer, acil ve pazarlıksız buldum. İzlediğim tüm sanatçıların emek ve dünya görüşlerini birbirlerine düşürmeden, gelin şimdi niçin böyle hissettiğimi, alfabetik soyadı sırası ile, birkaç sanatçının eseri üzerinden sizlerle paylaşayım. Ancak ısrarla rica ediyorum, lütfen etkinliğin web adresini ziyaret edin ve kendi Dünya okumanızı, yerinde, zamanında ve tam anlamıyla sahiplenin.



Mamut Art Project’te yapıtlarıyla karşılaştığım Yamaç Atan ile sözlerime başlayayım. Ankaralı ressam, atölyesinde yapılan söyleşi esnasında yapıtlarında Lars von Trier’nin sinemaya bakışına yaklaştığını vurguluyor. Sinemanın, ayakkabıya kaçan bir taş misali, insanı rahatsız etmesi gerektiğine vurgu yapan sanatçının eserleri, deyim yerindeyse patolojik bir dobralık ve içerdiği hiperaktif detaycılık ile kucaklaşan dışavurumcu ve gerçeküstücü bir sosyal manzara

Yamaç Atan, Kendini Kandırma,

Tuval üzerine akrilik, 50 x 45 cm, 2020


dili taşıyor. Detayların, sanatçının ürettiği görsel metinlere birer kıymetli taş gibi etki yaptığı resimler, Dünya ve Türkiye’deki güncel neslin maruz kaldığı ya da üzerinde hüküm sürdüğü belli başlı ortamları kâh hikâyeci bir ılıklık, kâh pornografik bir duyarsızlığı iradî bir tavırla görselleştirmekle yüzümüze vuruyor. Resimlerin biçimsel özgürlükleri, kendi kendilikleri ve izleyicilerinin farkındalıkları, onları izleyici karşısında daha bir haklı, ya da cephe mensubu haline getiriyor. Bütün çirkinlikleri sebebiyle kendi içtenliğinin ürettiği dürüstlüğün güzelliğini ortaya koyan resimler, sergideki başka sanatçılarla da dert ortaklığı taşıyor.


Buna mukabil, Kazım Şimşek’in resimlerinde, günümüz Türkiye ve dünyasının zemini kaygan samimiyet, güven, emniyet ve huzur iklimi, alabildiğine gerçek ve aynı dozda gerçeküstü bir tanıklıkla yüzümüze vuruluyor. Şimşek, yaşamın kendi içinde zaten barındırdığı, maruz kaldığı veya müsebbibi olduğu her türlü çelişkinin mevcudiyetini bir kere daha gözlerimizle itiraf etmemiz üzerine odaklanan, zaten mevcut olanın parçalanmış resmini, bir kere daha yeniden “yırtan” ve bir nevi ihbarcılık ile üreten biri. Sanatçı, yaşadığımız hayatın hayalle bile alay edebilecek bir potansiyel taşıdığını, yaratıcılığın, yalnızca hayata bir şeyler katarak değil, düpedüz, hunharca hayattan bir şeyleri çalarak, kopararak ve iğdiş ederek de kendini kötücül biçimde gösterdiğini, bir kere daha düşündürüyor. Bu gevezeliğime açıklık getirmek adına en klişe benzetmeyi yapmak için, sanatlarda ve düşünce dünyasındaki ütopya ve distopya ayrımının taşıdığı imgelem ve eylem sonsuzluğunu vermek, sanırım yeterli görünüyor.



Kazım Şimşek, Böcekli Ev, Tuval üzerine mürekkep ve akrilik, 140 x 217 cm, 2018


Keza, Selin Türkü Birben’in disiplinler arası çalışmalarında da hayal gücünün kendini imgeye, notaya veya belli bir detaya gözü kapalı emanet ettiği yoğun bir yaratıcılık evreni ile karşılaşılabiliyor. İnsana eski monokrom devlet pullarını anımsatan birer düşsel yolculuk emaresi tadı veren çalışmalarda, Alice’in harikalar diyarında yaşadığı türden, ya da Japon anime geleneğinin ürettiği sınırsız plastik biçim ihtimalinden hallice, oyalayan, içine girdikçe dışına çıkılması istenmeyen türden bir özel yaşam biçimi skalası barınıyor. Bu yönüyle resimlerde tıpkı deniz altı veya akarsuların dibinde deneyimlediğimiz bir kendine özgü ışık, varlık ve nesne bitişikliği ve sizi hep suskun bir izleyiciye büründüren bir özgürlük görüntüsü vuku buluyor. Gerçeküstücülüğü “gidebildiği yere kadar” götüren sanatçı, izleyiciyi de kendi farkındalığı ve rızası dahilinde, olduğu yere kadar taşıyıp orada bırakıyor ve yapıttan ayrılıyor.



Selin Türkü Birben, Kafamda Dolaşan Tilkiler, Dijital çizim, Fine Art baskı,

70x100 cm, 5+1 edisyon, 2019


Meryem Betül Yılmaz’ın eserlerinde de eski kâğıt kokusuyla yıkanmış geleceğin el değmemiş tabirsizliğinin lezzeti duruyor. Dijital imgelerini kefilsiz organiklikteki hayal gücüyle harmanlayan Yılmaz, Osmanlı minyatürlerinden Uzakdoğu eski resim geleneğine salınan tarzının içine, “eşi benzeri görülmemiş” âlemleri ekmeyi başarıyor. İtinanın eğlence, merakın soğukkanlılıkla dans ettiği bu uzlaşmasız yapıtlar, ölümsüzlüklerinin sırrını kendilerini ele vermezliklerine borçlu görünüyor.


Meryem Betül Yılmaz, Dijital çizim, Fine Art baskı, 33 x 100 cm, 3+1 edisyon, 2019



Bu yılki Mamut Art Project’te kâğıt üzerine karakalem, geleneksel çini ve sragraffito gibi teknikler kullanan Aytuğ Aykut ise, yapıtlarında “en az”ın ürettiği “en çok”u bizimle bölüşme yolunu seçiyor. Bu yetinme halinin verdiği bereketi gerek vicdanî gerekse kara mizahî telaffuz yeteneğiyle siyah beyaz bir “yontulmamışlık” içinde servis eden sanatçı, insan ve kurt arasındaki benzerliğe atıfta bulunuyor. Etkinlikteki hemen bütün sanatçı metinleri ve atölye videolarını özellikle okuyup, izlemenizi bir kere daha tavsiye edeceğim bu tavan arasında karşılaştığım Aykut ne zanaatından ne de kanaatinden asla taviz vermeyerek, biz dünyalıların içine art arda nice kurt dökmeyi ve bizi insanlığımızla birbirine düşürmeyi pekâlâ başarıyor.



Aytuğ Aykut, İsimsiz, Kâğıt üzerine kara kalem, 49 x 46 cm, 2019


İnsanın içinde taşıdığı korkular ve dışından içine işleyen nice hurafe, kötücül fenomen veya mahlûkat, yine benzer bir itina ve cesaret ile bu unsurlarla yüzleşmeyi seçen ve 17’nci yüzyıldan kalma mezzotint tekniğini kullanan Cem Öztürk’te de karşımıza çıkıyor. Sanatçının Uzakdoğu nefesini içeren estetiği, cazip ve itici olan arasında ürettiği tekinsiz mesafede kendini var ediyor. Eserler bilhassa, Mehmed Siyahkalem’e selâm verir türden bir düşsel tütsüyü üzerlerine sindirmiş gibi görünüyor.

Cem Öztürk, Kâğıt üzerine Mezzotint baskı,

40 x 30 cm, 5+1 edisyon, 2017



Biçimsel ve kavramsal mânâdaki “en az ama bu nedenle en çok” salıntısı, şeffaf bant ve mürekkep kullandığı soyut dışavurumcu, adeta psikolojik peyzajlar diyebileceğim işleriyle, Burcu Güven için de geçerli imiş gibi görünüyor. Aynı doygun ve mütevazı farkındalığı, Google Earth filtreli yarı soyut topografik denemeleriyle, Erdem Barışık da sunuyor. Barışık’ın büyük sabır ve meditasyon içinde ürettiğini düşündüğüm işleri, zenginliklerini güzel ve çirkin arasında asılı kalan farkındalık duygusunun insanîliğinden alıyor. Betimlenen dünyaya yabancılaştığımız esnada, bunun tasvirine karşı koyamaz halimiz, eserlerin manyetizmasını üreten, kültürel bir mıknatıs vazifesi görüyor.


Solda: Burcu Güven, Tuval üzerine kolaj (şeffaf bant-folyo, mürekkep), 25 x 25 cm, 2019

Sağda: Erdem Barışık, Kâğıt üzerine Art line kalem, 18,5 x 14,5 cm, 2019



Bunun gibi, etkinlikte yer alan seramik enstalasyonu ile Melike Nükte de dünyanın gidişatına “hem benzer hem benzersiz” bir okuma vadediyor. Nükte’nin, “nüktedan” projesinde suç ve ceza aynı formda ilahî bir gönderme ile önümüze serilirken, kimin kurban, kimin cellat olduğunu soran projede aslında hepimizin içinde hem birer efendi hem de kölenin olabileceği bir bakıma tartışmaya açılıyor. Elbette, akla Hıristiyanlık dininin kutsal siması, Hz. İsa’yı ve ona yapılan işkenceler esnasında giydirilen dikenli tacı getiren çalışmasıyla Nükte, sanki bizlerin önyargılarını da psikolojik birer taç gibi hem kendi başımızda tuttuğumuzu

Melike Nükte, Alan:9, Seramik Enstalasyon,

210 x 90 x 70 cm, 2019


hem de başkalarının başına çalmaya veya bunlardan kurtulmaya can attığımızı, can yakıcı bir sadelik içinde düşündürüyor.



Materyalin kişiye tanıdığı ifade özgürlüğünü, kişinin kendinde sınadığı materyal tercihiyle tartışmaya açan Taylan Türkmen’in heykelleri de Melike Nükte’nin kaygılarıyla hemhal bir tazelik ihtiva ediyor. Resimden heykele yönelen sanatçının desen tazeliği ve tekinsizliğindeki, yazgısı belirsiz olduğu için dürüstlüğünü katlayan işleri, akıl ve duygu arasında salınan benliklerimize olduğu kadar, doğal olan ve olmayan arasında sıkışan sözde medenî dünyaya da bir seri portre girişimi olarak kayda geçiyor. Metalin yol gösterici, kat’i ve tayin edici karakterine, kaya ve ağacın organik, denetlenmemiş bünyesini

Taylan Türkmen, Era, Beton, Metal,

157 x 50 x 50 cm, 2019


şırıngalayan sanatçı, kişinin aynı an içinde neyi ne uğruna ve ne kullanarak gerçekleştirdiğini, tahayyül ve tasarımın, ham ve olgun olanın, hayalî ve hayatî olanın ebedî sarmalında bir defa daha sorgulatıyor.



Kuşkusuz, altına imza atacağım şekilde, proje metninde de denildiği gibi, “Modern insanın aşırı tüketim alışkanlığı, teknolojinin “güzel” kavramını sağlıksızlaştırması, banalleştirmesi ve gerçek dünyanın artık bir gerçekliğinin kalmamış olması gibi ciddi konular, projedeki eserleriyle Halil Sercan Tunalı’nın illüstrasyon diline yakın neşeli bir hava taşıyan çalışmalarının eksenini oluşturuyor. Bu çalışmalarda insanlığın, doğanın yok edilmesi pahasına yapılan her yanlışın sebebi olan egonun, hırsın ve kibrin yarattığı maskelerimizi, parçalanmış doğayı, içimizdeki canavarları ve bugünün ahvalini seyreylemek

Halil Sercan Tunalı, Kâğıt üzerine suluboya

ve mürekkep, 76 x 56 cm, 2020


mümkün.” Tunalı’nın yapıtları da Mamut Art Project’te kendiliğinden bir armoniyle sesini yükselten gerçeküstücü, isyankâr ama alabildiğine farkında, titiz tavra bir imza daha katıyor. Çalışmalar, sanatçının Mamut web adresinde izlenen kışkırtıcı animasyon örnekleriyle de zenginleşiyor.



Bu hayal gücü kervanına kendine has örnekleriyle Mehmet Can Gürsoy da katılıyor. Organik ve inorganik hakikati tavizsiz bir detaycılıkla seviştiren Gürsoy’un imgeleri aynı anda hem Hieronymus Bosch’un hem de geleneksel Doğu minyatür belleğinin bir çok ürününe göndermede bulunan bir gönül ve göz bereketi ihtiva ediyor.




Mehmet Can Gürsoy, Düşünceler ve Mekanlar, Tuval üzeri yağlıboya,

100 x 70 cm, 2017



Eserlerinde Orta çağ gravürlerinin mistik atmosferini benimseyerek hayal gücünden damıttığı dünyaları yansıtan sanatçı Taylan Demirbiler’i de yine bu kervanda bulundurmak, mümkün gibi görünüyor. Demirbiler’in akla Britanyalı ressam ve şair William Blake’i getiren düş evreni, ıssızlığı, tekinsizliği, bakirliği ve hikâyeci bereketiyle öne çıkıyor.


Taylan Demirbiler, İsimsiz, Gravür baskı, 50 x 70 cm, 5+1 edisyon, 2019



Mamut Art Project’teki bu bağımsız atmosferi, insan ve özellikle de kadın bedeni ile imgesinin içeriden dışarıya bağımsızlığı ve ifade özgürlüğü lehine kullanan bir diğer sanatçı ise, dijital resimleri, desenleri, seramik işleri ve kâğıt üzerine desenleriyle, Irmak Dönmez oluyor. Sanatçının insan “memesi” temelli yaratıcılığı, günümüz algı ve tüketim dünyasına karşı verilebilecek son derece ilginç kaçış perspektifleri vadediyor. Psikoloji, bilinçaltı ve bu dalın temel imzalarından gelen önemli metinleri kendine referans edinen Dönmez’in hayal dünyası, belli bir

Irmak Dönmez, İnekler için İnsan Sütü II,

24 x 14 x 15 cm, 2020


noktadan sonra hayal olmayı geride bırakarak, kendi paradigması, samimiyeti ve sürprizliliğiyle, izleyiciyi bir bakıma tükenmez bir çağrışım ve duygulanım seviyesi içinde, “yaşamla emziriyor”.


Sergide İrem isimli video yapıtı üzerinden tanıştığım Eylül Çekiç’in yaptığı da bu türden bir fikrî bereket ihtiva ediyor. Çekiç, sanat tarihinin tamamına yakını erkek sanatçılar tarafından tahayyül ve tasvir edilmiş “başrol kadınları”nın ikonik imgelerini, arkadaşı İrem üzerinden yeniden değerlendirmeye alarak, “bakış”ın ihtiva ettiği “talep” veya “arz” seviyesini zaman, mekân, araç ve temsil(ci) üzerinden sınıyor. Sanatçı bununla da yetinmeyip, parça parça kafamızda bütünlediği kadın bilgisini, bu yöndeki hukukî terminolojiyle sigortalıyor ve dikizci, mütecaviz bakışımızın, imgeye yönelik olası her türlü menfi eylemini insan haklarına dair ve kuşkusuz feminen bir ilkesellik içinde kısırlaştırmaya girişiyor.



Eylül Çekiç, İrem, Video


Söz konusu insancıl şefkat, Maral Taşkırıcı’nın seramik işlerinde konu edindiği ve bizi yüzleştirdiği yedi ölümcül günah üzerinden de kendini belli ediyor. İlgili sosyal ve ahlâkî durumları, mütevazı, dokunsal potansiyeli yüksek soyut dışavurumcu biçimlere dönüştüren sanatçı, bir bakıma fikirleri bedenselleştiriyor, ama aynı zamanda da dokunulmaz derecede yarım bırakıp, kırılgan hale getiriyor. Yapıt, gerek dövmeleri andırır nice çekici detayı, gerekse türlü çukur ve oyuklarıyla cazibesini, merakını körüklerken, sonuna kadar elinde

Maral Taşkırıcı, Pride, Seramik,

37 x 23 cm, 2020


tuttuğu sırdaşlığıyla da izleyiciye iktidarını neredeyse hiç kaptırmamayı başarıyor.



Zelal Özkan’ın Mamut Art Project’te yer alan Eskitemediklerim adlı iç mekân (enteryör) ağırlıklı non-figüratif kompozisyonlarında da bu satıra kadar sayageldiğimiz o özerk ancak aynı “bulantı”dan mustarip hakikat duygusu ortalığa saçılıyor. Sanatçının ürettiği psikolojik manzaralar, gerçekçi olmaya çalışmaktan ziyade, ruhanî bir hakikatin yoldaşlığını üstleniyor ve her birinin boş olması, her seferinde yeni bir çift göz tarafından yapılan ‘anımsama’ eylemi üzerinden anlam ve yerleşiklikle sınanılmasına vesile oluyor. Eserler bir bakıma, hikâyelerindeki doygunluğu,

Zelal Özkan, Eskitemediklerim,

Kâğıt üzerine suluboya, 45 x 35 cm, 2020


bölüştükleri üretken sessizliklerinden alıyor.


Böylesi bir refakat hissi, Kerem Kuşçu’nun psikolojik bir fay hattını varoluşumuza yankıladığı, kırmızı çizgili türlü kompozisyonlarıyla da kendini hissettiriyor. Sanatçının bilinçli şekilde hem soyutluğu hem de soyutluğuna anlayış gösterdiği bir zihinsel ve duyusal peyzaj, ürettiği plastik ve kavramsal paradigmanın da özünü teşkil ediyor. Bakışın, talep ve sınırlar dahilinde nereye kadar devralınabileceği, bununla nereye varılabileceği gibi kökten, neredeyse felsefî sorular, sanatçının temel kavramsal besinlerini oluşturuyor.



Kerem Kuşçu, Kraft üzerine karışık teknik, 32 x 32 cm, 2019


Bu duygu ve düşünce yoldaşlığı, Selin Özer’in yine Salvador Dalì’ye selam söyleyen Sessiz Döngü’sünde vurgulanmışa benziyor. Sanatçının yerleştirmesinde, insan ürünü zamanın iki türlü fizyolojik formu, çember biçimli bir platformla, nezaketli bir espri ile anıtsallaştırılıyor.


Bir bakıma, bu tavrın tam zıddı bir görsel lehçe ile hareket eden Şeniz Polat ise, foto-gerçekçi desenlerinde bizi ısrarlı kompozisyonlar üzerinden alternatif hakikat suretleriyle tanıştırıyor. “Aile”, “yakın çevre” ve “tanıdık” gibi mikro-cemaatleri, çehresiz ancak sonuna

Selin Özer, Sessiz Döngü, Yerleştirme, Detay,

Cam, kum ve metal, 270 x 270 x 60 cm, 2019


dek “bedendaş” bir tür aynı andalıkta kesiştiren, iradî olarak sıkıştıran Polat, yapıtları üzerinden, özellikle kadının günümüzde hangi koşullarda ve samimiyetle yan yana geldiği, getirildiği veya neyi birleştirip, ayrıştırdığını da bizimle sorgulama imkânını elde ediyor. Sanatçının sosyal bir tür pornografik şeffaflıkla yüzümüze vurduğu bu tıka basa kimlikler, dayanışma duygularını yine, sessizlikleri, pervasızlıkları ve aynı an ile mekânda dahi birbirlerinden ayrıştırabildikleri ‘jestüel’ karakterlerinden alıyor.

Sanatçıların pandemi sürecinde ortaya koydukları varoluş deneyimini “izole belgesel”iyle kayda geçiren Pelin Kaçar’ı da bu farkındalık ekseninde anmakta fayda bulunuyor. Aynı anda, yalnızlığın ürettiği ortak kalabalığın kolektif portresini üreten Kaçar, bu çalışmasıyla “yapıt”ın içine misafir edilen insan ve evreni meselesini, aynanın içine ayna tutarcasına bir üretkenlikle bu kez sanatçının dünyaya seslenişi üzerinden sınayarak, psikolojik birer “nü”ye ilham veriyor.


Bununla birlikte imgenin taşıdığı potansiyel asıl ve suret gerilimini kendine ilham kaynağı ve problem olarak seçen Özge Kul da fotoğrafın sureti ve onun da sureti üzerinden, izleyicinin maruz kaldığı hakikatin meşruiyetini, resmin özerk kudreti üzerinden tartışıyor. Kul’un çalışması, aklıma “simülasyon” kuramı ile, distopik bilim-kurgu ustası Philip K. Dick’in klasiği, “Replikant”ların hakikat sevdasını vurgulayan Bıçak Sırtı isimli hikâyesini getiriyor.



Hatırlanacağı gibi, yazarın bir öyküsünden ilhamla çekilen filmde, insansı biyo-genetik robotlar, kendilerine “hatıralar” toplayarak, daha da “insan olabilmek” uğruna türlü eylemler yapıyorlardı. İnsan sonrası âlemin merakına kapılarak, güncel teknolojiyi estetik bir dille sentezleyen Tevfik Saygın Özcan ise, insandışı isimli kolektifin de verdiği kavramsal ve eylemsel kudreti, ortaya koyduğu diji-morfolojik mahlûk tahayyüller refakatinde bahis konusu yapıyor. Bir anlamda, eğer her şeyi insan merkezci alacak ise distopik, yok eğer almayacak isek ütopik sayabileceğimiz bu

Tevfik Saygın Özcan


tasarımlar, temellerinde medeniyetin Dünya ve insanlık üzerinde bıraktığı kapanmaz ve ölümsüz yaralara da estetik birer güzelleme, varlık ve hiçlik arasına adeta birer sığınmacı durumuna düşürülmüş bünyeler olarak değerlendirilebiliyor.


Bu tartışmaya, insana Ursula K. LeGuin ve Arthur C. Clarke gibi yazarları anımsatırcasına, İstilâ adlı heykel düzenlemesiyle Yağmur Çalış da katılıyor. Sanatçının dede mesleği küfeciliğin de öz-yaşam-öyküsel ve metaforik yüküyle mekâna saldığı ve organik malzeme kullanarak ürettiği kâğıt ve ahşaptan menkul geyik heykeli, mekân ve zamanın asıl sahibinin ne veya kim olduğu konusunda, çok değerli bir özeleştiri deneyimi vadediyor.


Mesele, güncel ile “düncel”i yaratıcı ve şeffaf bir samimiyet içinde mukayese edebilmek ise, Mamut’un bu yılki versiyonuna katılan Aslı Eylem Kolbaş, bunu özgün bir merakla bizimle paylaşıyor. Mimarlık eğitimi almış sanatçının, başrolünde bir erkeğin yer aldığı Shakespeare klasiği Macbeth’i bir yorum, kılıf (cover) olarak kadın karakteriyle güncelleyip, bir vaka / tanrıça olarak Atina üzerine öz eleştirel bir yaklaşımla geçirdiği ve modernliği, beraberinde getirdiği sözde üretim biçimi olarak kapitalizm ve yaşattığı iklim krizini tartışmaya açtığı eseri, serginin girişinde bir toplumsal

Aslı Eylem Kolbaş, Macbeth (F)


taslak kâğıdı olarak önümüze dökülüyor ve bizi ziyadesiyle, hakkını vere vere oyalıyor. Eser, belli bir andan sonra yetişkinler için içi asla istenen renklerle doldurulamayacak hırçınlıkta bir “göz boyama” vesikasına dönüşüyor ve insanın açgözlülüğünü içerdiği onca form ve kalıpla, bir infaz gibi saydamlaştırmayı başarıyor.


Ankaralı LED hacker’ı, disiplinler üzeri sokak sanatçısı Cem Sonel’in çalışmalarında da Kolbaş’la içgüdüsel akrabalık taşıyan bir iç içelik sezinleniyor. Sanatçı, gündelik hayat içine güncel metotla nakşettiği soyut, ama aynı zamanda doygun ve taklide düşmeyecek samimiyetteki imge (motif) hareketleri ile, “gelenek” ve “gelecek” arasında son derece demli bir iklime vesile oluyor. Bir şeyin aynı anda hem çok alenî hem çok ironik hem de soyut ama yine de yerel bir çehre taşıyabileceğinin ispatı olabilecek çalışmalar, sanatçının seçtiği -ya da içine düştüğü- kırmızı ve yeşilin folklorik ve psikolojik coşkusuyla da birleşince, ortaya çok naif, ama bir o kadar da çağdaş bir anlatı kaynağı çıkıyor. Misal, bu meyanda Sonel’in işlerinde merhum Burhan Doğançay ile İlhan Koman ve Erol Akyavaş’taki yerel “benzersiz”liğin kozmik tanıdıklığına, zevkle çarpıyorum. Tıpkı, gösterdiği ısrar, zanaat ve içeriğin mahremiyetine gösterdiği sadakat ile, oluklu mukavva üzerine nice ilginç asamblajlar ortaya koyan Alptekin Soy’da, ya da resim ve fotoğraf bilincini psiko-ekolojik bir farkındalıkla estetize eden Anı Ekin Özdemir’in “su”ya güzellemede bulunduğu Döngü serisinde gördüğüm gibi.


Benzer zihin ve form kâşifliğini, Aleyna Günay’ın fotografik ve biçimsel önermesi RAAG-Disorder Created Connections için de taptaze bir bakış ve merakla deneyimlediğimi söylemeliyim. Sanatçının, imgeyi bir kişisel metin olarak nereye kadar türetebileceği yolundaki mütevazı ısrarı, projesinde hem kendi hem ürettiği görüntü ve biçimleri ve hem de ona bakan bizleri üst üste, art arda özgürleştirme kapasitesini taşıyor. Böyle söylüyorum, çünkü baktığım her görüntü, gücünü ıssızlığın mahremiyetinden aldıkça kişiyi kendine daha da tutkun hale getiriyor.


Aleyna Günay, Disorder Created Connections, Fine Art baskı,

40 x 60 cm, 2+1 edisyon, 2019



Kurduğum bu son cümledeki önermemi, Cihan Öncü’nün yine sergi boyunca seve seve maruz kaldığım “gerçeküstücü” kompozisyonları için de tekrarlamakta bir sakınca görmüyorum. Sanatçının renkli ve siyah beyaz dünyaları, objektifinden damıttığı sübjektif nice anlam ve âleme yardım ve yataklık etmesiyle, inanılmaz bir hakikat kayması/ruhani bir nevi paralaks yaratıyor. Gördüğümüz imgeler, kudretlerini tıpkı rüya gördüğümüz esnada mahsur kaldığımız dilsizlikten alıyor ve hatta kimisi önüne geçtiğimizde, boğazımız düğümleniyor. Hislerimiz gözümüzden taşıyor.


Cihan Öncü, Fine Art baskı, 100 x 150 cm, 3+1 edisyon, 2019



ABD’li astrofizikçi, filozof, yazar Carl Sagan’ın, Soluk Mavi Nokta diyerek Dünyanın evrendeki yerine atıfta bulunduğu önermesi, Mamut Art Project’te karşılaştığımız Ekin Kula, Hazel Kılınç ve Pınar Köksal için de bir “kolektif bakış/bilinç” vesilesi oluyor. Sanatçıların ortaya koyduğu imgeler, iç ve dış uzay(lar)ın potansiyelini, siyah ve beyazın ebedî, ezelî ama aynı anda da fâni suretleriyle art arda gözümüzün önünden geçiriyor. Yapıtlar, taşıdıkları derinlik seviyesince ömürlerini tayin ederken, “kolektif bakış” ve “üretim”in günümüz kültür ve sanat üretimindeki yeri, aciliyeti ve anlamını bir kere daha sorgulamamıza -ne iyi ki- vesile oluyor.


Aynı felsefî ruhdaşlık, Emre Kapçak’ın fotoğrafın icadını bize yeniden anımsatan naiflikteki deneyci, detaycı, hikâyeci ve doğal olanın içinde sakladığı doğaüstünden yana siyah-beyaz imgelerinde de kendini belli ediyor. Bir şeyin aynı anda nasıl hem bu kadar nesnel hem de bu kadar öznel olabildiğini bize art arda soran, sürekli olarak kendi kendisinden türeyen ve eksilen bir deneyime davetiye çıkaran fotoğraflarıyla Kapçak, bilhassa imgenin ömrünü, ona bakanın sabır ve empatiyle bahşettiği hakikatle sınayan duruşuyla, sergideki meslektaşlarının yarattığı bu harika dert ortaklığının bir diğer özgün parçası oluyor.


Emre Kapçak, Fine Art baskı, 50 x 50 cm, 5+1 edisyon, 2019



Tıpkı, Emel Ünlü’nün nesne ve özneyi bilinçli bir kışkırtıcılık ile birbirine düşürdüğü, heykel deyip bin yıllardır kafamıza sabitlediğimiz, kabuksu, çok tenli ve çok biçimli, empatik ve antipatik / içten ve dıştan olmayı farklı hallerde başarma yeteneğine haiz, eleştirel ve öz eleştirel “varlık kalıntıları” gibi.






Emel Ünlü, İçim Dışımda, Kumaş, ahşap, tel, elyaf, 80 x 77 x 45 cm, 2019



Ya da Lara Yılancıoğlu’nun, doğada neye gerçekten doğal, neye doğaüstü tavır aldığımızı kinayesiz sorguladığı, büyüleyici kurgusu, rengi ve görselliğiyle olduğu kadar apaçıklığı ile de bizi kendinden korumayı başaran belgecilikteki (ama aynı oranda da gerçeküstü etkilere gebe) Karaya Vuranlar isimli video çalışması gibi.


Veya Mehmet Sıddık Turan’ın, “insan” ve maymun özelinde diğer “mahlûklar”ı akıl ve delilik ekseninde aynı satıhta sınadığı, maymun iştahlı kahkahaların insan yüzlerine doyumsuzca, maymunların ise beden dillerine tüm özgürlük ve içtenliğiyle bulaştığı psikolojik, dışavurumcu figüratif “âlem”leri gibi.


Netice yerine, bu yılki Mamut da içerikleri, biçimleri, yenilikçi olurken gelenekçi tavra gösterdiği ihtimam ve araştırmacı, deneyci tavrı ile hatırda kalacağa benziyor.


Bu son cümlelerime örnek olarak, yine, sergide izlediğim ve her birini özgünlüğü, sosyal içeriği ile tebrik ettiğim Neval Tarım, Mert Yemenicioğlu, Serkan Parmaksızoğlu, Su Müstecaplıoğlu, Kavachi, Doğan Demir, Ceren İren ve Zeynep Aslanoba ile Yaprak Göker gibi, tanışmaktan çok memnun olduğum yepyeni sanatçıları vermek istiyorum.


Comments


bottom of page