top of page

Bilgi, kitap ve yorum(lar)a dair

Sanat yazarı ve eleştirmeni Murat Alat’ın geçtiğimiz Egzersizler serisi kapsamında yayınladığımız bir yazısından esinle salgın döneminin iletişim biçimleri ve alışkanlıkları üzerine etkilerini “kitap, doküman ve bilgi ne işe yarar?” sorusu ışığında ele aldık


Yazı: Ersin Berk*




Covid-19 her geçen gün iletişim biçimlerini ve alışkanlıkları yeniden şekillendirdiği gibi nesnelerle, sanatla ve bilgiyle kurulan ilişkileri de sarsmaya devam ediyor. Son yıllarda kütüphane arşivlerinin, günlük gazetelerin ve kitapların dijital platformlara kay(dırıl)masına henüz alışılamamışken; pandemi süresince katlanan dijital kaynak/bilgi yığını okuyucunun üzerinde giderek daha büyük bir baskı oluşturuyor. Mail kutularına düşen ücretsiz dijital arşivler, kolayca erişilebilen paneller, sıkıcı akademik analizler/sunumlar okurları/dinleyicileri kuşatmış durumda. Elbette istenileni okumak/dinlemek/izlemek tercih edilebilir. Peki ya herkesin farklı endişeler duyduğu karantina sürecinde beliren bunca kitap/doküman/bilgi ne işe yarar? Hayatın her alanında sıklıkla karşılaşılan bu saçma soru kalıbı, maruz kalınan bilgiden/kitaptan daha büyük bir sorun olmasının yanı sıra en az onu üreten bakış açısı kadar da kusurludur. Açayım:


Nietzsche’nin Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine isimli bir metni vardır. Metin Çağa Aykırı Düşünceler başlığıyla üretilen dört ciltlik önemli bir bütünün ikinci parçasıdır. Çalışma her ne kadar tarih ekseninde kurgulanmış olsa da bizlere bilgiye ve ona karşı takınabileceğimiz tavra dair önemli ipuçları sunar. Doğrudan elde edilen bilgiye duyulan öfkeyle yoğrulduğu her cümlesinden anlaşılan kitabın önsözü Goethe’nin 1798 yılında Schiller’e yazdığı mektuptaki önemli bir alıntısıyla başlamaktadır:


Etkinliğimi artırmadan ya da doğrudan doğruya canlandırıp (yaşamıma) bir şey katmadan bana yalnızca bilgi veren her şeyden nefret ediyorum.


Kitabın ilerleyen bölümlerinde modern toplumun bilgiyle kurduğu ilişkiye dair de sert eleştiriler getiren Nietzsche; sanki bazı cümleleri o yıllarda yaşayan insanlar için değil, günümüz dijital dünyasında yaşayan modernler için sarf etmiş gibidir:


Biz modernlerin kendimizden, kendimizin olan hiçbir şeyimiz yok; yabancı çağların, törelerin, sanatların, felsefelerin ve dinlerin bilgileriyle dolup taşarak ancak dikkate değer bir şey oluyoruz, yani ayaklı, gezer ansiklopediler haline geliyoruz.


Sanat yazarı/eleştirmeni Murat Alat’ın -bu yazıyı yazmama da vesile olan- Kitaplara ve Bilgiye Dair adlı kısa ancak etkili metninde Nietzsche’nin ansiklopedileşme’ye getirdiği eleştirilere benzer bazı tonlara rastlanıyor. “Bir kitabı bilgi kaynağı olarak görmek ona yapılabilecek en büyük ihanet olmalı.” cümlesiyle başlayan yazının bütününde kitaplarla kurulan iletişimin modern zamanların alamet-i farikası olan kazanma/kaybetme hırsından ziyade her sayfasında ayrı bir tutku parçacığı gizleyen bir eylemin parçası olduğunu hissetmek hiç de zor değil. “İyi bir kitap; diyor Alat, “Bir bilgi aktarıcısı olmaktansa kristalleşmiş bir deneyimdir. Bir formu vardır; bir bedendir.” Ve devam ediyor:


Anlattıkları değil ama olduğu hal hakikidir. İyi bir okuyucu da bu kanlı canlı bedenle muhabbete girer, kendini ona açar ve bu muhabbetin içinde terbiyelenir. Muhabbetin tek gayesi devinimdir. Muhabbet sonsuza kadar uzayabilir, uzadıkça çiçeklenir, güzelleşir. Ancak ne zaman ki taraflardan biri “işte şimdi biliyorum!” diye haykırır da öteki de pes ederse hareket biter, muhabbet o an sona erer. Ya okuyucu kitaba boyun eğdirmiştir ya kitap okuyucuya. Kaybeden suskunluğa sığınır, kazanan yalnızlaşır.

Alat, kullandığı ifadelerde okuyucu ve metin arasındaki kopukluğa işaret eden işte şimdi biliyorum”cu tavrı esnek biçimde eleştirmekte. Murat eleştirisinde -belki farkında bile olmadan- Platon’un kurucusu olduğu -şimdiki üniversitelerin de temeli olarak kabul edilen- Academia’nın kapısına astırdığı uyarıyı da hatırlatıyor. Latincesi Ageometretos medeis eisito! olan bu uyarı Türkçede Geometri (matematiksel olanı) bilmeyen giremez!” olarak çevrilmektedir. Antik Yunan filozoflarının felsefenin yanı sıra ciddi biçimde matematik, fizik ya da geometri bilgisine sahip olduğu göz önüne alındığında uyarının çevirideki sert tavrı birebir yansıttığı düşünülebilir. Ancak diğer taraftan bu uyarı, felsefe/matematik/geometri gibi dersler veren bir kurumun girişine asıl(a)mayacak kadar ötekileştirici ve küçümseyici bir anlamı da çağrıştırmaktadır. Tabeladaki ifadelerin karmaşasına son veren yorum Martin Heidegger’in Şey Nedir adlı metninde gizlidir.


Uyarının yansıttığı anlamı hem antik/modern bilinci hem de etimolojik birikimiyle yorumlayan Heidegger’e göre Antik Yunan'da ta mathemata öğrenilebilir ya da öğretilebilir olan anlamlarına gelmektedir. Manthanein sözcüğü öğrenmek, mathesis sözcüğü ise çalışma (öğrenme) ve öğreti anlamlarında kullanılmaktadır. Ona göre Grekler, öğrenme ve öğretmenin temelde bir ve aynı şey olduğunu kavramış olan insan topluluğunu meydana getirmektedirler. Ta mathemata zaten biliyor olduğumuz şeyi öğrenmeye, bilmeye çalışmaktır. Sonuç olarak Heidegger için “Geometri (matematiksel olanı) bilmeyen giremez!” cümlesinin özeti: "Bilenler dışarı, zaten bildiğini hala merak edenler içeri." şeklinde yorumlanabilir.

Toparlayayım. Antik Yunan’dan günümüze zihnimizi kirleten yalnızca doğrudan bilgi değil aynı zamanda modern öğretilerdir de. Platon’un matematiksel olanı kavramayan giremez” cümlesini “geometri bilmeyen giremez” olarak yorumlayan rasyonel akıl ile ‘ziyaretin kısas’ı (iade edilmesi) makbuldür’ cümlesini kısıtlı modern zamana ve nesneleşen ilişkilere uyarlamak için ‘ziyaretin kısası (kısa olanı) makbuldür’ olarak dönüştüren akıl aynı ortak paydanın/zihniyetin ürünüdür.


Kusurlu bulduğum soruya geri dönelim: Peki evlerimize kapanmak zorunda kaldığımız şu günlerde -bu yazı dahil- maruz kaldığımız ya da kolayca ulaşabileceğimiz metinler/bilgiler/kitaplar ne işimize yarar?


Kitaplar, öncelikle zihnimize ne işimize yarar?” gibi çıkarcı soruların kusurlu olduğunu müjdeleyen reflekslerdir. Sözcükler aracılığıyla sinir uçlarına tesir ederek bilginin yük olduğunu, yalnızca bilgiye değil insanoğlunun yoruma olan iştiyakı da hatırlatırlar. Tek evrensel dilin matematik olduğuna söyleyen T. S. Eliot’a inanılsa bile; iki kere ikinin dört etmesinin önümüzü kesen küstah bir kabadayı olduğunu, aslında takdir edilmesi gerekenin iki kere ikinin beş etmesi olduğunu savunan Dostoyevski’den taraf olmaya davet ederler. Gece yarısı öten kuşa derdini, yavaşça suya giren ördeğe suyu soramamayı dert edinen Şule Gürbüz’ün hassasiyetini paylaşmayı, altı yaşındayken meyvesini yediği bir incir ağacıyla -babaannesi tarafından- kardeş ilan edilen Sema Kaygusuz’un o günden sonra doğayla, taşla, toprakla kurduğu ilişkiye olan merakı kabartırlar çünkü. Yalanımı yaşadım, yaşattım başkalarına da. Kendimi aldatmakla kalmamışım, herkesi de aldatmışım diyen Bilge Karasu’ya sonuna kadar inanmayı, okumayı metinlerle aramızda bağ kurmak kadar metinlerle aramızdaki anlaşılmaz mesafeyi anlamlandırmak olarak ifade eden Nurdan Gürbilek’i anlayabilmeyi mümkün kılarlar. Ve belki de en çok “Hayata teşekkür ederim. Beni doruğa taşıdı. Onun haricinde geriye kalan her şey edebiyattır, yalnızlık dememek için” cümlesini kuran Driss Chraibi’nin ifadelerinin derinliğini kavrayabilmeyi sağlarlar. Belki hemen değil ama zamanla mutlaka! Bilgiyi öğrenmek, ondan arınmak ve zaten bildiğini hala merak edenler” için tasarlanmış oyuncaklar: metinler, kitaplar, yorumlar. İyi ki varlar!


*Sakarya Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Grafik Tasarım Programı Öğretim Görevlisi

bottom of page