Yeni bir misafir sanatçı programının konuğu olarak 1 Mart’ta Berlin’e giden ve Covid-19 tedbirleri ve kişisel kararlar doğrultusunda halen daha Berlin’de bulunan Leman Darıcıoğlu her hafta bize tecrübelerini aktarıyor
Yazı ve fotoğraflar: Leman Sevda Darıcıoğlu
Bu şimdiye kadar başına oturmaya en zorlandığım yazı oldu; yazıya dökülecek lafım, mevzu edecek kelamım yok gibi hissediyorum. Bir haftadır üzerimdeki adeta bitmeyen bir pazar günü yaşıyorum gibi bir hal... Tüm takvimim belirsiz bir tarihe ertelenmiş, kimi işler tamamen iptal olmuş ve aklımın halen boyutlarını algılamakta, sonuçlarını tahayyül etmekte güçlük çektiği bir zamanın içindeyken, şu zamana kadar kendimi bu bitmeyen pazardan çıkaracak bir hamle görmüyorum. Yaşanan dönemle baş etmeye dair tavsiyelerin havada uçuştuğu ve birçoğunun bir rutin oluşturmayı salık verdiği yazılardan haylice okumuş olsam da bunu henüz tamamen yapmış değilim. Üç gün egzersiz, yoga gibi bedensel aktivitelerle güne başlıyorsam sonraki günlerde canım yataktan çıkmak istemeyebiliyor ya da bir gün şu an İnternet'te sonsuz bulunan sanatçı işleri, çevrimiçi sergiler, performans videoları ile sanat dolu bir gün geçirsem ertesi gün canım hiçbirine bakmak istemiyor. İnsanın belirsizlikle imtihanını düşünüyor, Ağustos boyu Büyükhüsun Köyü'nde B2 evinde, Performistanbul ve Bilsart ortaklığıyla yaptığım performansımı, her gün gün boyu ne yapacağımın kararını teslim ettiğim zar atışıyla başladığım, performans mekanı izleyiciye açık olsa da çoğu zamanını yalnız geçirdiğim Eksiğiyle Tamam'ı hatırlıyorum. Performans sırasında zaman geçtikçe biriken bir yorgunlukla gitgide daha büyük bir mevzu olmuştu bir sonraki gün ne yapacağımı bilmemek. Altı yüzeyli zarın kimi yüzeyleri daha tüketici, kimileri nispeten daha rahattı ve misal üst üste iki gün saymak çıktığında (benim için en zorlayıcı eylemlerden biriydi; tek bir günde dahi sesim, bedenim, aklım tükeniyordu) ertesi gün ne geleceği bilmemek ciddi bir konu oluyordu. Süreç boyunca bu belirsizlikle baş etmek için bulduğum yol sadece içinde olduğum an varmışçasına yaşamaya, bir sonraki günü düşünmemeye çalışmak, ertesi güne hiçbir beklenti koymamaya çalışmak olmuştu. Elbette belirlenmiş bir zamanda gönüllü olarak içine girilen bir durum ile yaşadığımız kontrolümüz dışındaki koca soru işareti kıyaslanamaz ya, bu aralar sık sık Eksiğiyle Tamam aklıma düşüyor. İnsanın, yaşamın kendinden baki bilinmezliği içinde ertesi gününü, haftasını, yakın veya uzak geleceğini planlamaya ne muhtaç olduğunu, geleceği tahayyül edebilmesinin önemini bir kez daha anlıyorum. Bunları yazarken aklıma sevgili Sibel Yardımcı ve Özlem Güçlü'nün editörlüğünde, Queer Düş'ün'den çıkmış ilk kitap olan Queer Tahayyül geliyor. Tahayyül nasıl queerleşir ya da tahayyülün queer komüniteye has bir farklılığı var mıdır? Elbet vardır.
Ari P. Büyüktaş ve Bawer Çakır bir süredir Velvele üzerinden bir podcast serisini yürütüyorlar. Bugüne kadar dört bölüm yayınlayan seri Korona ve izolasyon döneminde LGBTI+ komünitenin deneyimlerine, queer bir bakışla bugünleri ele almaya odaklanıyor. Ayrıcalıkların ve ayrımcılıkların bugünlerde LGBTI+'lar üzerinden ne gibi farklar yarattığını düşünmek için zihin açıcı bir kaynak olan bu serinin son bölümüne sevgili Ari ve Bawer yaptıkları üç kayıtta kendilerini güçlü tutma uğraşına onları sokmasından, bu uğraşın yarattığı duygulardan ve bu aralar önümüze bolca çıkan kendimizi iyi tutma söylemlerinden bahsederek başlıyorlar. Onları dinlerken kendimizi kucaklamanın yalnızca iyi halimizi kucaklama, hep iyi olmaya uğraşma olmadığını düşünüyorum tekrar ve tekrar. Duygulara yer vermeyen rasyonel dünyayla da ve insanın içsel gelişimini öne çıkardığını öne süren bir takım new age akımlarla da yeniden mesafeleniyorum. Ari ve Bawer'in andığı, bu sözüm ona iyiliğimize kuşanan sonsuz içerik herhalde hepimizin önüne geldi bu son dönemlerde. İzolasyon, karantina günlerini içsel gelişimimiz için kullanmaya çağıran, bu evlere çekilmenin handiyse bir şans olduğunu duyuran videolar, metinler, sayısız yemek tarifleri, ücretsiz yoga, meditasyon ve bilumum antreman kursları... Benim de birçoğunu pratik ettiğim bu çalışmaları karalamak, bunların işe yaramazlığını öne sürmek değil amacım bunu söylerken, bilakis belki her zaman olduğundan daha bile iyi geliyor bu dönemde tüm bunlar. Lakin kendi duygularımızdan, korkularımızdan, endişelerimizden kaçma, mutsuzluğumuzu bastırmanın ne bu dönemde ne hiçbir zaman bize iyi gelmeyeceği de ortada. Mutsuzluğumuza da mutluluğumuz kadar yer vermek, korkmakla, zorlanmakla barışmak ve şu zor zamanda en azından zorlandığımız için suçlu yahut garip hissetmemek... Duyguların dilin içindeki varlık potansiyelleri hep eksik kalacaksa, semiyotik yaşama yaşam kadar hiçbir zaman işaret edemeyecekse de duygularımızı daha çok paylaşabileceğimiz bir yaşama çevirmeyi düşünebilir miyiz acaba bu zamanlarda rotamızı, merak ediyorum. Sürekli aktif bir edimsellik içinde olma uğraşı yerine durmaya, kendimizi, diğerlerini ve hep beraber inşa ettiğimiz bu yaşamı duyumsamaya yer verebilecek miyiz... (Ekonomik çalkantılarda desteğin ilk çekildiği grup olan sanatçılar olarak bu dönemde nasıl duracağız, ekonomik kaygılarla ne yapacağız veya sanat piyasasının bugünler bittiğinde bizden beklentilerini karşılamak için yoksa bugünlerde sürekli çalışmalı mıyız...) Yaşam tahayyüllerimizi ve bu tahayyüllerin kimlere yer verip kimlere hep kapalı olduğunu görmeye biraz daha yaklaşabilecek miyiz?
Berlin'de bir anaokulu. Gökkuşağı resimlerinin üzerinde “Herşey iyi olacak” yazıyor
Aklıma Türkiye'de sokağa çıkma yasağının ilan edilmesiyle bakkallarda, küçük marketlerde oluşan kalabalık ve bu kalabalığın içinde elinde Luppo marka bir kek tutan adam geliyor. Yalnızca iki günlük bir yasağın marketlere koşturttuğu insanlar hepimize bu insanların ne yaptığını sordurmuştu ya, Luppo'yu tutan adamın komşusunun yazdıkları yüzümüze tokat gibi vurdu. Evinde iki günlük bir gıdaya sahip olacak bir ekonomisi olmayan, birkaç ay önce işinden çıkarılan bir insan olduğunu anladık Luppo'yu elinde tutan bu insanın. Marketleri dolduran kalabalığın her bir kişisinin ekonomik durumu bilinmez fakat biz orta sınıfın tüm dünyayı kendinden ibaret sanan kibrimizi bir kere daha açığa vurdu bu fotoğrafa düşen komşu notu. Bizler, değil ki iki gün içinde ne yiyeceğimizi, handiyse birkaç hafta sonra kiminle kahve içeceğimizi bildiğimiz haftalarlık programların içinde, hayat rutinlerimizin durmasının şokuyla hepimize olanlar ya da olabileceklerden endişelendiğimizi söylüyoruz... Bu konuşan “biz” kimiz ve hangi “biz”den konuşuyoruz? Karantinanın iyice ortaya serdiği binbir eşitsizlik içinde, evlerinde iki günlük gıdaya sahip olmayanlar için ne yapmayı planlıyoruz? Evde kalan kocalarının öldürdüğü kadınlar, onların çocukları, bu karantina günlerinde daha fazla kadının ölmesinin önüne nasıl geçeceğiz? Ari ve Bawer'in dillendirdiği zar zor kazanılmış olan LGBTI+ görünürlüğü bu koca “biz”in içinde eriyip gidecek mi ya da sokağa çıkma yasağı sokağa çıkmanın hep bir risk olduğu LGBTI+'lar üzerinde bırakacağı travmayı sağaltmak için ne yapacağız?
Yukarıda tahayyülümüzü queer'leştirmekten bahsettiğimde hem tüm bunlardan hem kapitalizmin gelecek kurgusunu ve zamansallığını bozmaktan bahsediyorum. Yalnızca sürekli çalışmak, sermaye değeri üretmek ve bunlardan edindiğimiz kazançlarımızla bireysel hayatlar mı yaşamak istiyoruz yoksa hem kendimize hem ötekine yer veren bir geleceği inşa etmek mi? Yaşadığımız günlerin olağanüstülüğünü, olağanüstülüğün yaşamının olağanı olan birçok grubun deneyimini algılamak üzerinden düşünmeye başlayabilirsek ve beyaz, orta sınıf kibirlerimizi sorgulayabilirsek belki ortaklaşabileceğimiz bir gelecek tahayyülünde buluşabiliriz, ne dersiniz?
*
Berlin'de bahar günlerinin içine iki günlük soğuk girdi, bu yazının yayınlanacağı çarşamba günü tekrar bahara dönmüş olacağız. Güneş tepemizde ve parklar, kanal kıyısı yürüyüşe çıkan insanlarla dolu. Havanın ısınmasıyla ki kişiden kalabalık grupları dağıtmak için polis araçlarının etrafta gezmesi de eş oranda arttı. Burada oranlar korkunç iç karartıcı görünmese de gün içinde duyduğum ambulans sireni sesi sayısı hayli yükseldi.
Ulf Aminde'nin yerleştirmesi
Geride bıraktığımız hafta sevgili Övül Ö. Durmuşoğlu ve Joanna Warsza Prenzlauer Berg'te Die Balkone. Life, art, pandemic, proximity in windows&balconies adlı iki günlük bir “sanat olayı” düzenlediler. Sanat dünyasının çevrimiçi sergi ve performanslara sıkıştığı bu dönemde Prenzlauer Berg'te yaşayan sanatçı, yazar, mimar, müzisyen ve oyuncuları hayal gücünü tetikleyecek, dışarıya seslenecek ve medyanın yükselttiği korku eşiğini aşacak ortak bir jest üretmek üzere balkonlarını kullanmaya davet eden bu “olay”ın, bu haftanın en güzel haberi olduğunu ve umut verdiğini söylemeliyim. Belki de hepimiz için yaşamımızın balkonlarını, sıkıştığımız sınırların içinde nerelerden nasıl diğerleriyle buluşabileceğimizi düşünme zamanıdır şimdi. Tahayyüllerimizi içinde “öteki”ne yer verecek şekilde genişletmeye balkonlarımızdan başlarız bakarsınız...
Comments