top of page
Yazarın fotoğrafıÇınar Eslek

Ak-sayanlar VIII

Son zamanlarda aktarma ve saklamanın değerini vurgulayarak, farklı sanat alanlarının yan yanalığının imkanlarıyla anlatım olanaklarını çoğaltarak kendi içinde katmanlanan diyaloglar yaratbilmek adına farklı alanlardan isimlerle bir araya geliyoruz. Sekizinci dosyamızda, Çoğunluk ve Rüzgarda Salınan Nilüfer filmleri ile tanıdığımız yönetmen ve senarist Seren Yüce ile resim, yerleştirme ve video gibi farklı medyumları kullanan sanatçı Murat Akagündüz'ü bir araya getirdik


Yazı: Çınar Eslek


Murat Akagündüz & Seren Yüce, Fotoğraf: Gencer Yurttaş


Murat Akagündüz: Şöyle başlayalım istersen, uzun zamandır sohbet eden iki arkadaş olarak, böyle bir durumla ilk defa karşı karşıyayız. Kendi sohbetimizi kaydetmek ilginç oluyor tabii... Belki son dönemde kendimizi konuşurken bulduğumuz bir durumla başlayabiliriz. Türkiye’nin mevcut durumuna çelişik olarak, dünyadaki gelişmelerden öyle ya da böyle haberdar oluyoruz. Bu gelişmeler, bilimin oluşturduğu bakış açıları, yeni bulgular ve aslında felsefeye, hatta varoluşa dair yeni yaklaşımlar ve bakış açıları. Onların daha yoğunlaştığı şeyler... Seren Yüce: Dünya üzerinde birçok şey de, uzay gibi yeni yeni keşfediliyor. M.A: Sır bitmiyor. Bir yandan, sanki küreselleşmeyle beraber dünya dediğimiz şey büyüsünü kaybetti. Bilim bize bambaşka bir kapı açıyor ve oradan da bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor. Yeniden kendimiz üzerine düşünüyor olduğumuz şeyler ile ilişkilendiriyoruz ve burada çelişik bir durum yaşıyoruz aslında. Türkiye’nin kendi gerçeğiyle o verilerin zıtlığı... Daha önceki konuşmalarımızdan yola çıkarsak; nörobilimin iddia ettiği, maddenin düşünüyor olduğu. Senin sayende tanımış olduğum Saffet Murat Tura’nın bu çalışmaları da konular etrafında durup, madde ve ruhtan bahsetmek yerine git gide maddenin bilincine ait konuların konuşulduğu bir döneme tekabül ediyor. Simülasyonlar, algoritmik bilgiler... S.Y: Maddenin bilinci olduğuna dair bilgi, benim takip ettiğim kadarıyla ortaya netleşmiş bir bilgi olarak konmuş değil, bir tartışma olarak var. Sonuçta bilincin nasıl varolduğu ve bilincin nasıl bir doğa olayı olduğu meselesi... Teknolojinin ve tıbbın gelişmesiyle birlikte monitörleme sistemleriyle beraber bilinç sorunsalı gündeme oturmaya başlıyor. Seffet Murat Tura’ay göre, ruh meselesini çoktan geçiyoruz ama birçoğumuzun, felsefe dünyasının da birçok anlayışının ruh kavramını desteklediği bir durum var ve biz de tam ayrımına varmış değiliz. Uzay bilimlerinde, uzay gözlemlerinde birçok şey hızlı ilerledi ama hâlâ insan beyni gizemini korumaya devam ediyor. Mesele bilinç meselesi. Bu bize çıkış yolu sağlıyor ama Saffet Murat Tura tartışması gibi düşünmek değil de; onun, bilincin olmadığı, bilinç algısının olduğu gibi bir saptaması var. Evrenin en gizemli yanlarından biri hâlâ bu. Uzayın nasıl oluştuğu, ne kadar geniş olduğu, milyarlarca, trilyonlarca yıldız olmasının yanında böyle bir bilince nasıl sahip olabildiğimize dair birçok soru işareti var. Bu da bizim artık şansımız mı, kaderimiz mi, bahtımız mı? Her şey buradan başlıyor gibi.


Solda: Seren Yüce, Çoğunluk, 2010

Sağda: Seren Yüce, Rüzgarda Salınan Nilüfer, 2016

M.A: Bu durum, birçok şeyi tekrar gözden geçirmeyi kaçınılmaz kılıyor. Ben kendi adıma, bir ressam olarak, soyut resmin ne olabileceğiyle ilgili fikirler yürütürken, Jackson Pollock’un “Ben doğayım. Dolayısıyla yaptığım her şey doğanın bir parçası.” sözünü düşünmeden edemiyorum! Belki de, bizim konu ettiğimiz bu yeni verilerin uzağında, varlık olarak, insanın, bilinçaltı veya bilinçüstü kavramlarının ötesinde, “fiil” olarak bedensel bir davranışın peşine düşüp, bunu bir soyutlama hatta bir soyutlama da değil, soyutun kendisi olarak öneriyor... Bu, kavramsal sanatla da ilişkilendirilebilir. Nesnelerle düşünce kurmak, hatta nesnesiz sanat düşüncesi. Neredeyse bilişim boyutunda bir sanat fikrini kuruyor, bir yönüyle. Tabii sözünü ettiğimiz anlamda, kurgusal sanatın da düşünülmesi lazım. En azından ben bunun üzerine düşünme ihtiyacı duyuyorum. Sinemada daha bambaşka ele alınabilir. Daha kurgusal ve katmanlı olarak. S.Y: Resim, sinemaya kıyasla daha hızlı yaşanan ve icra anlamında çok daha soyutlayabildiğin bir alan. Soyutlamaktan başka aklıma kelime gelmiyor bu durumu tarif edebilmek için. M.A: Aracısız, katmansız S.Y: Müzik gibi... Duyguları daha aracısız aktarabildiğin bir alan açıyor. Kendi adıma, sinemada yönetmenleri ayrıştıramam soyutlama yapan, yapmayan diye. Sinemada süreç daha uzun, daha hesaplı, planlı. Sonuçta 90 dakikalık bir film yapıyorsun ve senaryoyu yazarken en azından belli bir takım sebep-sonuç ilişkilerine dayandırma ihtiyacında hissediyorsun kendini. M.A: Bir anlatıya ihtiyacı var. İnsan anlatıya muhtaçtır. S.Y: Evet, esneklikten kopuyor o iş. Zihinsel esneklikten bahsediyorum ve daha sistematik bir şekilde kurgulamaya gidiyor. Resimde daha bilinç akışına tekabül eden bir durum var. Resim dünyasına çok hakim olmamamla beraber, senin... maalesef adını hâlâ ezberleyemediğim sergini çağrıştırıyor. M.A: Kaf Dağı S.Y: Kaf Dağı değil, Vertigo da değil ikisi arasında bir şey vardı, Böyle bir... Soyutlar... Adı neydi onun? M.A: İsimsiz. S.Y: O yüzden mi ismini hatırlamıyorum? O anlamda bana bu duruma hitap eden bir çalışma gibi geliyor. M.A: Kusurlara açık. S.Y: Evet, oradaki fikir neydi? Benim gördüğüm kadarıyla kalem değil ama kurşunun kendisiyle yapılmış ve onların kağıdın üzerinde gezmesi sonucu ortaya çıkmış figürler vardı. Yer yer yoğunlaşıp, yer yer inceldiği yerlerde düşünce mekanizmasının da ne kadar belirsiz olduğunun kağıda aktarılmış hali gibi gördüm ben onları. Büyülü bir şey vardı. Bilinçdışına da akan çizimlerdi. Dağ tasvirleri de öyleydi. Dağ soyutlamalarıydı herhalde onlar. M.A: Bu sohbetin içinde basit bir cümle gibi duracak ama bana göre ve muhtemelen birçoklarına göre, insanın evrenin merkezine bir özne olarak kendini yerleştirmesi son derece hastalıklı. Evet, yani doğa ile mücadelesi... Bu her boyutuyla temel bir rahatsızlık. Şımarık bir çocuk gibi, etrafındaki her şey onun için var ve ona amade duygusu, biricik olanın yaşam olması ve bunun hınçlı, zavallı insan tarafından çok zorlanması. Ve de buradan şuraya gelebiliriz; insan özelikle yerleşme sıkıntısı çekiyor ve bir türlü yerleşemiyor. S.Y: Kendini tam olarak doğa içerisinde tarif etme mücadelesi var. M.A: Konunun başından beri ifade ettiğimiz “Hepimiz yıldız tozuyuz, canlı ve cansız,” da aslında yeni bilgilerle, sır olmayan bir varoluşla kendini mevcut kıldı. “Hepimiz yıldız tozuyuz,” kalıbından daha ayakları yere basan bir rasyonaliteyle en azından ben kendi adıma kolaylıkla, ilk bakteriden çeşitlenmiş yaşamda, kendisine daha ayrıcalıklı bir yer arayan insanın yıkıcılığından dem vuruyor oluyoruz diyebilirim. Kavrayabilmek için, içselleştirmek için bir çabanın içindeymişiz gibi geliyor. S.Y: Evet, sessizliğe ulaştı. (Gülüyorlar) M.A: Yok, yok... Bunlar çözüldüğünde belki, insan yerleşecek mi Dünya’ya? S.Y: Bilmiyorum, açıkçası ben bundan çok emin değilim. Daha karamsar bir bakış açısıyla, bir dünya kalmamış olacak muhtemelen, biz o aşamaya geleceksek eğer. Neyse, kaldığını varsayarsak da bilmiyorum. Gene doğa halledecek bir şekilde. M.A: Biz çok umrunda değiliz.

S.Y: Doğanın kendisi bir özne değil, doğanın hiçbir yerinde de özne olmadığını düşünürsek... Bilmiyorum, şu an düşünürken aklıma geliyor gerçekten, bilincin ne olduğu çözülürse belki ona göre bir algı oluşacak ve onun üzerinden bir insan modeli inşa edilmeye başlanılacak. Müthiş gelişen bir teknoloji ve yapay zeka gibi bir olgu var ve insanın nasıl evrileceği konusu bir muamma. Onunla beraber sanat da arada kalmış bir alan mı olacak? Dünyanın 3.8 milyarlık yaşantısı içerisinde küçük bir parantez olarak mı kalacak? Kendini bir şekilde tarif etmeye çalıştığı döneme ait bir şey gibi... Tabii bütün bu evrensel tartışma içerinde insan da bu bilinç sayesinde insan olabildi. İkisi birbirinin içerisine geçmiş bir süreç. Bilinçsiz ve öznesiz bir insan olma hali de yok aslında. İnsanın bu anlam arayışı, hem bir yıkım aracı doğa için, hem de bir acı çekme unsuru. Geldiğimiz son noktada tedirgin bir tarih yaşıyoruz asında. Bilmiyorum paralel bir takım süreçler. Bilincin tarih olarak gücünü yaşıyoruz aslında.


Murat Akagündüz, İz resimleri, 2016, Kağıt üzerine kurşun kalem, 100 x x70 cm

M.A: Evet, şeyi düşündüm, geçenlerde çok hoşuma giden bir söz duydum: “İnsan kendini büyütmek için çocuk sahibi olur.” Konuştuğumuz konularla ilgili olarak insan dediğimiz şey, tecrübelerle düşünen, hatalarla yol alan bir varlık. Baş döndürücü gelişmenin hızı için de -buna gelişme diyelim- bir çocuğun oyuncaklarına duyduğu açlık gibi, insanların nesnelere duyduğu açlık var. Bu açlık çok “kullanışlı” bir şey. O yaratılmış nesnelerin esiriyiz, çocuk gibiyiz. Ancak gelecekte, bir çocuğun nesnelerle kurduğu ilişkiyle çocukluktan erişkinliğe geçtiğimiz yoğunlukla bu bahsettiğimiz konular, daha farklı bir yere taşıyacak bizi. İnsan küreselleşme ve postmodernizm dediğimiz süreçlerin sonunda dünyayı kavramaya çalışan ve oradan bakan bir taraf ve bu konunun elbette yaşıyor olduğumuz coğrafya ile içinde doğduğumuz kültürle derin çelişkileri var elbette. Bunu da bir kenara koyamıyorsun ister istemez. Bu durumda doğal olarak insanın üretimlerine yansıyor ve çelişik duruyor. Yine seninle sohbet etmiştik. Yeni bilişim araçlarıyla yaygın olarak, biliyor olduğumuz bir dünya kavrayışı var. Bu sana da ezici geliyor mu? Türkiye’de var olan genel siyasal durum ve sözünü ettiğimiz varoluşa ilişkin bir kavrayışın arasında reel durumumuzun çelişik oluşunun yarattığı kısıtlılık. S.Y: Ezici gelmemesi mümkün değil. Hepimiz bunun bir parçasıyız. Biz, Türkiye’de bana göre, belki resimde daha fazla kat edilmiş bir mesafe vardır, ama sinemada niye bir takım olgulara yanaşamıyoruz bile? Zaten minnacık olan sinema üretiminde niye hep aynı konular etrafında dönülüyor da niye bir bilimkurgu film yapılamıyor ya da yapıldığında bana komik gelen sonuçlar ortaya çıkıyor? M.A: Ya hicve ya da mizaha yöneliyoruz. S.Y: Tamamen bizim coğrafyanın belirlediği bir takım alanlar içerisinde dönüp dolaşıp, kendini tekrar ediyor. Belki de bizim şöyle bir şansımız var, aslında bilmiyorum şans mı değil mi ama Doğu ile Batı arasında bir coğrafyada bulunmamızdan dolayı, hem kafamız karışık, hem de iki tarafta yaşıyor olabilmek önemli. Gerçi iletişim çağında çok iç içe geçti bir farkı kalmadı ama yine de kurmuş olduğumuz medeniyet içerisinde yine de sürekli yaşadığımız çelişki Doğulu muyuz, Batılı mıyız, Batı’yı kabul edecek miyiz? Özümüz nedir? Daha uzunca bir süre tartışacağımız soruların içinde debelenip duruyoruz. Kendi içmizden çıkan sinemaya baktığımızda, son derece ciddi, hâlâ kimlik sorunu tartışan ürünler çıkıyor. Ne zaman aşılacak ya da aşılması gerekiyor mu? O da bir soru ama içinde bulunduğumuz konjonktür içerisinde bir takım şeylerin hayalini kuramıyoruz bile. M.A: Şundan kaynaklanıyor olabilir, çevremdeki arkadaşlarımla hissettiğimiz, belki bundan 20 yıl önce başlayan bilişimin olanaklarının artmasıyla, dünyada yaygınlaşan eşzamanlılık fikrinin, bize de sirayet etmesi ve bu eşzamanlılığın getirdiği olanaklar. Baştan sözünü ettiğim sıkışmışlık bununla ilgili. Hatta eşzamanlı olma durumuna rağmen ya da böyle bir hissin doğduğu zamanlardan, despotik bir iktidarın tahakkümüne isyan eden Gezi hareketine bile neden olmuş olabileceğini varsayabilirim. Katılır mısın bana bilmiyorum. Hangi zamanda yaşıyoruz? Kardeşim, bütün bunlar başımıza geliyor, sen kalkıp milletin hayatına müdahale hakkını nereden buluyorsun kendinde? Kendine böyle davranılmasına karşı bir kitle hareketiydi. Bence bir devrim niteliği taşıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın lafına geliyoruz. Bu ülke kendisinden başka bir şey düşünme olanağı tanımıyor yurttaşlarına. Sürekli önceliğimiz ve sorumluluğumuz oluyor. Bu duruma rağmen düşünebilmek nerdeyse bir mahcubiyet duygusu yaratıyor insanda. Sanat bu sözünü ettiğimiz anlamlardan başka türlü bir sorumluluğu taşıyor kendinde. Ve bununla başa çıkmanın aracına dönüşüyor sanat dediğimiz şey. Senin sinemanı düşündüğümde aklıma gelen bu. Bir ayna tutmak yapabildiğimiz, yapabileceğimiz. Naçizane ben öyle düşünüyorum. Senin özelinde konuşacak olursak, Çoğunluk filmi insanlara ayna tutup “Biz buyuz, farkında mısınız ne haldeyiz?” dedi. Bilmiyorum hadimi aşıyorum muyum? S.Y: Yok, yok. Rica ederim. Bize bunu yapmaktan başka şans kalmıyor. Standardı belirliyor. M.A: Önceliği elinden alıyor. Haşır neşir olmaktan gayrı şey kalmıyor. S.Y: Bunu yaşayan tek ülke biz değiliz. Hatta son dönem politik gelişmelerle beraber, birçok yere de örnek oluyoruz gibi bir hal var. M.A: Ne anlamda anlayamadım. S.Y: Dediğin gibi, hangi yüzyılda yaşıyoruz sorusu altında, biz bu despotik rejimi yaşarken, demokrasinin olduğu Batı medeniyeti denilen yerlerde de aynı şeyler yaşanmaya başlandı. Demek ki insanlık krizi bu. Ayrıştırmak tabii ki doğru değil. Avrupa’da uzun zamandır yaşanan bir şey ama bütün teknolojinin ve demokrasinin yuvası, Avrupa’da ve Amerika’da göz göre göre iktidara gelmeleri bende bazen “Hay Allah size de mi oldu?” hissini uyandırıyor. Keşke biz buraları daha iyi görseymişiz. Nihayetinde sanatın şu anlamda olumlu bir tarafı var; böyle baskılı ortamlardan da iyi eserler çıkabiliyor. Bu da sanatı müthiş zenginleştiren bir şey. M.A: Evet katılıyorum sana. Bu kısıtlılığın, başka potansiyellerin ortaya çıkmasında da tesiri olacak gibi geliyor. S.Y: Beni son dönemde düşündüren, ikimizin de görsel üretmeye çalıştığı bir dünyada, özelikle sosyal medya aracılığıyla milyonlarca imajın üretiliyor ve bunun sürekli şekil değiştiriyor olması, yani uygulama alanı, medya olarak. Şunu demek istiyorum, artık video çekimleri çok önem kazanmaya başladı. Telefonla çekilen bir film tam anlamıyla görmedik ama New York’ta “Telefonla çekilen filmler festivali” diye bir organizasyon olduğunu öğrendim geçenlerde. Sanat, resim, sinema, fotoğraf ve müzikte de teknolojiyle beraber yeni sesler, yeni icatlar var ama çoğu, tek bir sese de dönüşüyor. Bunun bizi nereye taşıyacağı ve sinemanın ileride müzelik bir şey mi olacağı ya da çok seçkin bir alan mı ya da tam tersi hiç umursanmayan bir durum mu olacağı gibi soru işaretleri var. M.A: Bir yandan da bana bitimsiz gibi geliyor. Baudrillard’ın şöyle güzel bir örneği var: Bir manzara olarak, mehtaba duyulan ilginin ne olabileceğini soruyor kendine ve de “İnsanın bildiklerinin dışında bilinmeyene, bilinemeyene duyulan meraktır.” diyor. Bu boşluk hiçbir şekilde doldurulamıyor. İnsan dediğimiz varlık, bu büyük sorudan kurtulamayacak sanki. Her ne oluyorsa teknoloji olanaklarıyla; bu dünyadaki havayla, suyla, ışıkla, denizle, kumla, pür olarak doğa ile baş başayız ve bunun dışında bir yaşam formu yok gibi geliyor. Bu biraz önce söylediğim, coğrafya kaderdir fikrine yaklaşıyor tabii ki. Bu insanlığın, hem umudu, hem de trajedisi gibi duruyor bir taraftan. S.Y: Biz, yetişmiş olduğumuz süreçte gördüklerimiz gördük. Sinemaya gittik, kaset aldık, sergiye gittik... Şimdiki neslin hiç buralara gitme derdi yok. Şimdiki kuşak, bunların hepsini kucağındaki bilgisayardan, elektronik ortam üzerinden görebiliyor. Muhakkak ki bu doğrultuda bir ifade biçimi gelişecektir. Bir yere gitmekle değil de daha fazla bireysel şeyleri gözlemlemekle senin dediğin merak ve keşfetme ihtiyacı devam edecek mi? Bu dönüşüm beni meraklandırıyor. Kendini konumlandırdığın yerde bunun devam edip etmeyeceği bir kaygı unsuruna dönüşüyor. Sen bu şeyin içinde varolacak mısın? Ben şunu hissediyorum, belki benim sübjektif değerlendirmemdir. Eskiden çok beğendiğim, seyretmeye doyamadığım yönetmenlerin, son filmlerinde sinemasal değerlendirme açısından bir boşluk duyguları, bir çırpınış var. Belki bu jenerasyon sorunudur ve bu her jenerasyonda yaşanan bir şeydi eskiden de. Karakter olgunlaştıkça ve tecrübeler üst üste eklendikçe daha doygun işler çıkartabiliyorlardı. Ama o doygunluk kavramının altı biraz boşaltıldığı için yeni çıkan ürün daha tüketimsel bir şeye hizmet etmeye başlıyor. Çark, bu şekilde dönmeye başladığında ba- kalım bu neye evriliyor olacak...

ความคิดเห็น


bottom of page