top of page

Bento'nun eskiz defterinden


Bilge yazar John Berger; Hollandalı filozof Baruch (Bento) Spinoza'nın ölümünden sonra bulunamayan eskiz defterinden ilhamla çizmek, söylemek ve imge yaratmak üzerine yoğun bir incelemeye girişiyor.

Hikaye anlatmanın iki tarzı vardır. Görünmez olanın, saklı olanın irdelenmesi ve zaten meydanda olanın öne çıkarılıp sunulması. Bu tarzlar için ben -kendime has fiziksel bir anlamda- içedönük ve dışadönük terimlerini kullanıyorum. Günümüzde dünyada olan bitenle ilgili olarak buralardan hangisi daha uygun, daha vurucu olabilir? Bana öyle geliyor ki, birincisi.

Zira bu hikayeler henüz son bulmamıştır. Zira paylaşım onlar için önemlidir. Zira anlatımlarında insandan söz ederken, bireyler kadar kitleleri de hesaba katarlar. Zira onlar için esrarengiz şeyler çözümlenmeyi değil, sahiplenmeyi gerektirir. Zira ani şiddet, kayıp ya da öfkeyi ele aldıkları zaman bile, uzak görüşlüdürler. Ve hepsinden önemlisi, kahramanları oyuncular değil, hayat mücadelesinde pes etmemiş olanlardır.

Anton'un yüzleşmesine dönecek olursak, ne demek oluyor bu acaba? Bize bir formül sunmuyor. Sunduğu sadece, anlatılmayı bekleyen hikayeleri incelemeye yarayacak bir tür mercek.

Hayatta, yazıdan çok farklı bir şekilde, söz durmadan kesintiye uğrar, hiçbir zaman tek bir konuya odaklanılmaz. Bir aradayken alınan eylem kararları korosunu gözleyin ve dinleyin. Ortak eylemler de, tıpkı çatışmalar gibi, önceden tahmin edilemez.

Gülmek bir tepki değil, katkıdır. Yirmi dört saat içinde bir yüzyıla bedel şeyler yaşanabilir.

Ortak amaçların paylaşılması konuşmaktan yeğdir. Sükut uzatılan bir ele benzeyebilir. (Ne var ki koşullar değiştiği takdirde kesik elden farkı kalmaz.) Çenebaz yoksullar sessizlikle kuşatılmıştır.

Süreklilik iki şekildedir: Kurumların onaylanmış sürekliliği ve yeraltının onaylanmamış sürekliliği.

Bilinmeyeni kabullenen ikincil karakterler yoktur. Her birinin silueti gökyüzüne karşı olup boyları posları aynıdır. Sadece belirli bir anlatının içinde bazıları daha çok yer işgal eder.

Elinle, parmaklarının eklemleri kanaya kanaya yaz. Böylece bazı sözcüklerin altı kanla çizilir.

Her hikaye bir barışa dairdir, aksi takdirde hikaye olmaz. Yoksullar her türden hileye başvursa da maskesizdir. Çoğu zaman başarı diye gösterilecek bir şey olmasa da bakışlarda kendini gösteren ortak bir onay vardır.

Bir zamanlar şanlı Hollywood hikayelerinde dile getirilen halisane umutların artık modası geçti, başka bir çağa ait onlar. Umut günümüzde elden ele, bir hikayeden ötekine geçen kaçak bir mal.

Kısaca dediğim gibi, mükemmelden genel anlamda gerçekliği anlıyorum, yani şu ya da bu şekilde var olan ve etki eden herhangi bir varlığın özünü; ve onun mükemmelliğinin yaşam süresiyle hiçbir bağlantısının olmadığını. Çünkü hiçbir bireye var oluşunu daha uzun sürdürdü diye daha mükemmel diyemezsiniz; şeylerin özü sabit ve belirli bir var oluş zamanı içermediğinden süreleri de özleri tarafından belirlenemez. İster daha yetkin isterse daha az yetkin olsun, her şey daima var olmaya başladığı andaki gücüne eşit bir güçle var oluşunu sürdürebilir; işte bu bakımdan her şey eşittir. (Ethica, IV. Bölüm, Önsöz)

İnsan bedeni dış bir cismin doğasını gerektirecek konumda olduğu sürece, insan zihni bu cisme varmış gibi yoğunlaşacaktır ve dolayısıyla insan zihni belli bir dış cisme mevcutmuş gibi yoğunlaştıkça, yani onu böyle hayal ettikçe (insan zihni de) dış cismin doğasını gerektirecek konumda olacaktır. (Ethica, III. Bölüm, XII. Önerme)

Madrid'de Prado Müzesi sıra dışı bir buluşma yeridir. Galeriler, yaşayanlar (ziyaretçiler) ve ölülerle (portreler) dolu kalabalık sokaklar gibi hıncahınçtır.

Ancak ölüler terk-i diyar etmemişlerdir; resmedildikleri "şimdi" yani ressamların onları yaratmış oldupu "şimdiki zaman" bizim içinde bulunduğumuz şu an kadar capcanlıdır. Hatta kimi zaman daha bile canlı .Bu resmedilmiş anların ahalisiyle akşam ziyaretçileri birbirine karışır ve hep beraber, yaşayanlarla ölüler, müzenin galerilerini işlek bir caddeye dönüştürür.

Akşamüstü Velazquez'in soytarı portrelerine bakmaya gidiyorum. Yıllardır sırlarına eremediğim bir gizemleri var; şimdi de çözebileceğim kuşkulu. Velazquez bu adamları da, Infantalar, krallar, saray erkanı, nedimeler, aşçılar ve sefirleri nasıl resmettiyse aynı teknikle, aynı kuşkucu ama tenkitçi olmayan bakışla resmetti. Buna rağmen soytarılarla arasında farklı bir şey, gizli bir anlaşma varmış gibi. Ve aralarındaki bu temkinli, sözü edilmemiş anlaşma görünümlerle ilgili yani bu bağlamda insanların nasıl göründüğüyle. Ressam ya da soytarıları gösteriş budaları ya da görüntülerin esiri değildi; tersine görüntüyle oynuyordu onlar -Velazquez baş sihirbaz, öteki oyuncular da soytarı olarak.

Velazquez'in portrelerini yaptığı yedi saray soytarısının üçü cüceydi, biri şaşıydı, öteki ikisiyle alelacayip giysiler içindeydi. Sadece biri Valladolidli Pablo nispeten normal görünüyordu. Soytarıların görevi saray erkanını ve yönetimin ağır yükünü taşıyanları arada sırada oyalamaktı. Bunun için soytarılar palyaçoların marifetlerinden yararlanıp becerilerini geliştirirlerdi. Anca görünüşlerinin aykırılığı da sundukları eğlencenin vazgeçilmez bir parçasıydı. Bu gülünç hilkat garibelerinin gösterileri, kendilerini seyredenlerin kibarlığına ve asaletine zıtlık teşkil ediyordu. Çarpık çurpuklukları efendilerinin zarafetini ve kusursuzluğunu doğrular mahiyetteydi. Efendileriyle çocukları Doğa'nın yarattığı dahiler iken onlar Doğa'nın gülünç hatalarıydı.

Soytarılar bu durumun tamamen farkındaydı. Doğa'nın latifesiydi onlar ve karşılarında atılan kahkahalar kabulleriydi. Şakalar karşı şakalarla yanıtlanır ve en başta gülenler bu kes gülünenler olurdu. Yetenekli tüm sirk palyaçoları hünerlerini bu tahterevallide sergiler.

Kimsenin şimdi göründüğü gibi kalmayacağı bilgisi, İspanyol soytarıyı için için güldürür. Görünüş bir yanılsama değil, geçici bir şeydir, dahiler için de hatalar için de geçerlidir bu. (Fanilik de bir şakadır. Ünlü güldürü ustalarının sahneyi terk edişlerini hatırlayın.)

Juan Calabazas benim en sevdiğim soytarı. Balkabağı Juan. Cücelerden biri değil kısık gözlüdür kendisi. İki tablosu var. Bunlardan birinde ayakta, alaycı bir ifadeyle ileriye uzattığı elinde bir portrenin resmedilmiş olduğu minyatür bir madalyon tutuyor; öteki elindeyse sanat yorumcularının bugüne kadar tanımlayamadığı gizemli bir cisim var -öğütücü bir makinanın parçası olduğu sanılmakta, belki de (tahtası eksik türünden) salaklığına dair bir ima; takma adının Balkabağı olması gibi. Bu tabloda usta sihirbaz ve ressam Velazquez ile Balkabağı arasında zımni bir görüşbirliği olduğu seziliyor: Dış görünüşün ömrü gerçekten ne kadardır?

Balkabağı Juan ikinci portresinde yere çömelmiş; öyle ki cücelerden biriyle aynı boyda. Konuşup gülüyor, elleri de konuşuyor sanki. Gözlerinin içine bakıyorum.

Gözleri umulmadık şekilde sakin. Yüzünde gülücükler titreşiyor -ya kendisi ya da güldürmeye çabaladığı insanlar için. Ama gözlerinde hiçbir ışıltı yok. Duru ve kayıtsızlar. Ayrıca bu kısık olmalarının bir sonucu değil; zira öteki soytarıların da bakışlarının tıpkı onunki gibi olduğunu fark ediyorum bir anda. Gözlerinde beliren çeşitli ifadeler de birbirine benzer bir donukluk içinde, verdikleri pozun süresinden bağımsız bir donukluk.

Donukluk derin bir yalnızlığın tezahürü olabilir belki ama soytarılar için söz konusu olan bu değildir. Delilerin gözlerine, zaman mefhumuna sahip olmadıkları, somut bir tarihe göndermede bulunmadıkları için böyle sabit bir bakışın yerleştiği düşünülebilir. Géricault, Paris'in La Salpetriere Hastanesi'nde (1819 ya da 1820) resmetmiş olduğu acınası bir deli kadın portresinde bu yabani gaiplik hikayesini, zamandan dışlanmış birinin bakışlarını açığa vurur.

Velazquez'in resmettiği soytarılar itibarlı şahsiyetlerine alışılagelmiş portrelerinden, La Salpetriere'deki kadının olduğu kadar uzaktırlar; yine de kadından farklıdırlar çünkü gaip değildirler ve dışlanmamışlardır. Sadece -kahkaha faslından sonra- kendilerini fani dünyanın ötesinde bulurlar.

Balkabağı Juan, donuk gözleriyle bizleri ve hayatın geçit törenini sonsuzluğun dikiz deliğinden izler. Rambla'daki bir buluşmanın bana düşündürdükleri bunlar oldu.

Bento'nun eskiz defterleri, sf. 94 - 105

Çevirmen: Beril Eyüboğlu

Metis Yayıncılık

bottom of page