Müdahaleler Onur Serdar ve Barış Acar tarafından kurgulanmış, sanat ve politika ilişkisi odaklı bir konuşma dizisidir. Bu dizi bir sanatçı ve bir sanat tarihçisinin ortak üretim yaptıkları alana birbirlerinin perspektiflerini hesaba katarak müdahale etme çabası olarak da değerlendirilebilir. Her bölümü 30-45 dakika arasında sınırlandırılan bu konuşmalar estetik teorisinin ana problemlerini günümüz sanat dünyası açısından yeniden yorumlamaya çalışmaktadır
HAZIRLAYANLAR: BARIŞ ACAR, ONUR SERDAR
Guggenheim Bilbao, İspanya
Onur Serdar: Nekro-politika’dan başlayalım yine. Çağdaş sanatın dolaşımı bu kapitalist ilişkilerin içindedir. Guggenheim’ın şubelerinin olması gibi, konteynırlarla bir kıtadan bir diğerine taşınan bir sanat metası var elimizde. Bu bir paradoks da değil. Bunu sanatı failleştirmek için değil, sanatın ve sanatçının, nesnesini nerede arayabileceğini işaret etmek için söylüyorum. Mesela post-kavramsal sanat diyorsak buna, onun böyle bir kapasitesi var. Bu ilişkilenme onun varlığının bir parçası. Bir taraftan avangard stratejinin sadece kavramları değil, aynı zamanda oluşturduğu imajın bağlam ve katmanlarını da yeniden üretmesi söz konusu. Mesela imajın dijitalleşmesi, beraberinde tarihin de dijitalleşmesini getiriyor.
Barış Acar: Bunu bir parça geriye taşıyacağım. Ontolojinin kodlanması aracılığıyla her şeyin eşitlendiği bir konsensüs rejimi sanırım post-yapısalcı teorinin kullanımı olarak ifade edebiliriz. Bu noktada bence hegemonya kavramını konuşmak gerekiyor, ki “kullanımlar”dan söz ediyoruz. Hegemonya burada tarihsel zorunluluk, kendiliğindenlik şeklindeki beklentinin çöküşüyle gündeme geliyor. Gramsci topu oradan alıyor. Bütün yapıp etmelerimizi belirleyen ve neredeyse ideoloji gibi, bir üstyapı kurumu gibi işleyerek kültürel örüntüleri, siyasal oluşumları içine çeken bir egemenlik durumu var. Egemenlik burada sadece egemenin pozisyonunu belirten bir olgu değil, egemenlik altına alınanın da bakış açısını belirliyor. Gramsci’nin hegemonya kavramının ayrımı orada. Hegemonyayı tek başına düşünemiyorsun. Bir karşı-hegemonya ile birlikte düşünmen gerekiyor. Böylece politik bir araç haline geliyor hegemonya. Sınıfsallığın da içinde olduğu bir karşı irade, “zora karşı zor” dinamiği ortaya çıkıyor. Bu kısmın nekro-politika metinlerine girmemesi yahut biyo-politikadan söz edilirken hegemonyanın aşağıdan kullanımlarının tümüyle göz ardı edilmesi çok belirleyici bir semptom. Bu dışarıda bırakma önemli. Mesela istisna kategorisinden söz ederken, ölüm ve savaş konularından söz ederken Schmitt teorisinden faydalanıyorlar. Ancak bunu kabul edilmiş mutlak bir zemin olarak ele alıyor. Oysa bu teorinin varlığının amacı mevcut kodu değiştirmek, ontolojik mistifikasyonu bozmak. İstisnanın nasıl üretildiği ve egemenin niteliğiyle nasıl bağdaştığı noktasını Schmitt’in politika kavramsallaştırmasından alıyor bu teorik yaklaşım, egemenin egemen olmasını sağlayan şeyin istisnaya karar verme yetkisi olduğunu saptıyor, peki istisna karşısındaki bizim pozisyonumuz ne? Politikayı kuracak sahne zaten bizim bunun karşısında oluşturduğumuz güç. Mesela Agamben’in Schmitt yorumlarından, toplama kamplarında her türlü insanı vası arından arındırılmış, makineleşmiş, iradesizleşmiş insanı koyuyor. Muselmann diyor buna. Ancak hegemonya stratejisi açısından bu politik ontolojinin asıl nedeni üzerinde hiç durmuyor. Peki, bu koşullar altında karşı taraf ne yapıyor? Oradaki direnişçi tasavvurunu olanaksız kılıyor. Halbuki orada direnişçiler vardı. Toplama kampında örgütlenen direnişçiler neden bu anlatıda teorik bir pozisyon bulamıyorlar kendilerine. Aynı şekilde Nazizm yenildi. Çöktü. Onu yıkan bir güç vardı. Hegemonya stratejisi bunu anlatır. İstisna teorisi ile Marksist bir kategoriyi kullanıyormuş gibi görünüyorlar. Felsefi alanı pratiklerin dünyasından yola çıkarak ele alıyormuş gibi görünüyorlar ama aslında ontolojik alanı bir kodlar dünyasına dönüştürüp hareketsiz bir yapıya bürünmesini sağlıyorlar. Bu çözümsüz olan bir süreç değil. Aksine çözümleri olan bir süreç. Faşizm yenildi. Ama buna ulaşmıyor teori. Yani cevapları siliyorlar. Gramsci’nin teoriye eklemeye çalıştığı şey, bir irade var burada. Bir karşılıklılık var. Politikanın çıkacağı yer burası. Kendiliğindenlik beklentisinin ötesi. Öznenin kapılmadan önce bir özneleşebilme potansiyeli var.
Onur Serdar: Buradaki özneleşmenin anlamına bakmak için Achille Mbembe’nin metninin oluşumuna odaklanalım yeniden. Öncelikle de nekro-politika kavramsallaştırmasının nasıl mümkün olduğuna, hangi sorunsallaştırmalardan yola çıktığına bakalım. Mbembe’nin soruları gerçekten politik bir gündem oluşturuyor mu? Metin içinde ilerleyince fark ediyorsun ki, Mbembe’nin soruları özne-nesne ilişkisini tümüyle ontolojik bir bağlamda ele alıyor. Metin aslında yaşama karar verme ve öldürme hakkının öznesine yöneliyor. Benim buna karşı sorum da şu: Bu soru nereden soruluyor? Nerede kuruldu bu soru? Mesela birtakım kabuller ürüyor Mbembe sorusunu
formüle ederken: “Siyaset, savaş, direniş ya da terörle mücadele kılığı altında düşmanın öldürülmesinin sorumluluğunu üstlenebilir mi?” Biyo-siyasetle nekro-siyaseti birbirinden ayırmaya çalışırken yapıyor bunu. Bu soru bir patoloji veriyor önce. Bu patoloji “öldürme”nin ele alınışından geliyor. Bunun yansız, ontolojik bir zeminini kurmaya çalışmak öncelikle çok problemli. Varlığa yönelik fiziksel bir saldırıdan, savaştan söz ediyorsun. O zaman bunun bir karşılığı, direniş olacaktır. Bu iki şiddet biçimini sanki aynıymışlar gibi aynı siyaset tanımı içine koyarsan ben o tanımdan şüphe ederim. Sen, “savaş”la “direniş”i aynı ontolojik zeminin parçası olarak görüyor ve şiddeti böylece aynılaştırıyorsan her türlü muhalefeti yok etmişsin anlamına geliyor zaten. Bu “devlet”in soyutlaşması da böyle bir şey değil mi? Post-yapısalcı felsefenin geneline özgü bir tutum bu neredeyse. İktidar nasıl hayatın geneline yayıldığında bir direnişi olanaksız kılıyorsa buradaki kavramsal önerme de siyaseti siyasetsizleştiriyor. Bu elbette söz konusu kavramların kullanılamayacağı ya da tümüyle yanlış anlamına gelmiyor. Bu bir kod üretimi. Bu kod nerede çalışıyor. Enstitülerin, üniversitelerin dolayımında dolanan bir terminoloji bu. Metnin ürettiği kodların habitusu buralar. Bu ontoloji gerçek yaşantıya taşındığında ancak teorik alanda hareket eden bir yapı halini alır. Pratik alanda siyaset sahnesini kurma gibi bir misyonu yoktur, hatta tam aksi yönde çalışır. Bunu söylemeye çalışıyorum.
George Segal, Holocaust Anısı Heykeli, California Legion of Honor,
San Francisco
Barış Acar: Ölen, ölümüne karar verilen kim? Pratik alandaki bir mevcudiyete yönelmiyor bu siyaset kavramsallaştırması. Kodlarla işleyen bir tabaka haline geliyor burada ontoloji. Bir nevi kod haline gelmiş bir ontolojik zemin diyebiliriz buna.
Onur Serdar: Elbette. Pratik dünyayla ilişkilenmesi de bu düzleme çekiliyor. Çünkü bir analiz dünyasında yaşıyoruz ve bu analizler tarafsızlık vurgusuyla yapılırken, bilginin üretimi bir tür ideoloji kuruyor yine. Kendisini tarafsız kılmaya çalışan bir bilgi ekonomisi var burada. Kod derken bunu kastediyorsun sanırım. Bu aynı zamanda bu metinlerin neden belirli terimleri dışarıda bıraktığını da çok güzel açıklıyor. Mesela “ölüme karar vermek” derken, tahakkümden bahsediliyor, hegemonyadan bahsediliyor ama bu terimlerin yeniden üretimi ikircikli kavramlar ve bağlamlarla oluşturuluyor.
Barış Acar: O zaman sorum şu: Başka nasıl konuşulabilir ya da kodun eleştirisini nasıl yapacağız?
Onur Serdar: Kodun eleştirisini yapmalı mıyız, aslında bundan da çok emin değilim. Çünkü kod tarihin her yerinde karşımıza çıkıyor. Önemli olan pratiğe nüfuz edebilecek, praksise geçiş yapabilecek bir teoride kalmak. Eğer ki bütün bu kavramların pratikte bir karşılığı yoksa bunu neden yapıyorum. Kavram manyağı mıyım ben? Niye bu kadar bilgi üretiyorum? Bütün bu bağlamlar ne işe yarıyor? Kavram manyaklığı dediğim bu olgu her yanımızı sarmış durumda. Mevcut siyaseti kökten değiştirme perspektifi yoksa bu kavram manyaklığı böyle devam eder. Kapitalizmin sonsuz uzamına yazılmış analizler olarak kalır bu dahiyane analizler.
Barış Acar: Anlıyorum. Kod üretimi – ki bu kod üretimi herhangi bir hakikat üretmez (en azından Foucault’nun iddiası bu yönde), bunun yerine sistem kodlar arasında kurduğu ağlarla söylemler üretir. Burada bana, kod lehine, önemli görünen bir nokta var. Kod bizi hakikatten koruduğu için politikaya olanak sağlıyor. Dolayısıyla kodu ortadan kaldıramazsın, kaldırmamalısın. Zira hakikat yaşam alanı bırakmaz. Tek parça ve nefessizdir. Bu hamle ilk anda siyaset alanını etiğin ötesine taşıyor gibi görünüyor ama öte yandan kodlar arasındaki ilişkiler etiğin de berisinde, ahlâk gibi çalışan yeni bir düzlem getiriyor.
Onur Serdar: Tam da onu söylüyorum. Burada ontolojik düzlem tümüyle kodlanıyor. Devlet yapısının iktidar düzleminde biyo-politiya geçişi böyle bir şey. Devletin tüm kurumları bunun araçları ve elbette vatandaş ile iş birliği de var. Hatta vatandaş merkezde! Yoksa iktidar her zaman denetliyordu. Disiplin yoluyla. Ancak bu noktada aygıtları gelişti. Artık bunu bakarak, gözetim altında tutarak da yapmaya başladı (ki içinden geçtiğimiz günlerde iktidarların konvansiyonel baskı, şiddet ve disiplin metotları yine devreye girdi). Buna biyo ya da nekro ön ekiyle kapitalizm kavramlaştırmasının üzerine yerleştirmek mantıklı mı, değil mi bilemiyorum. Marx eleştirisi de burada somutlaşıyor Mbembe için. Meta ilişkileri analizini bir indirgeme eleştirisi retoriğiyle “şiddetle yüklü süreçlere, oradan “ordulaşma”ya, “devrimci teröre” doğru sürüklüyor. Oysa yaşam ve ölüm bile kültürel kurgular içerisinde yaşanır ve kültürel araçlarla alımlanır, ifade bulur. Kültürleşmiş olguların ve ilişkilerin düzenleyici matrisinden bahsediyoruz meta üretimi derken. Politikayı, bu sistemik iktidar inşasını tanımlama niyetiyle üretilen nekro-politika kavramını, bu denli ontolojikleştirmek senin de ismini koyduğun ontolojik mistifikasyona sebep oluyor bence. Meta üretim süreçlerinin analizi bu bakımdan bir bulanıklaştırma veya indirgeme olarak ima edildiğinde bütün bu ontolojik zemini oluşturan “düzenleyici matrisi” geçiştirmiş oluyor. Bu yüzeysel Marx eleştirisi belki de metnin kültürel-sosyal çalışmalar alanında, akademik kurumlarda ve STK’ların bünyesinde işlemesini sağlayan onu kullanışlı kılan kodlardan birisi diyebilirim.
İktidarın yapmaya çalıştığı şey iktidar ilişkilerini düzenlemektir. Kapitalizme içkin olan bir av pratiğinden bahsedebiliriz mesela. Ölüm ya da öldürme bu pratiklerden sadece biri. Eğer ki nekro dersek ölümü içkinleştirmiş oluyoruz. O zaman nasıl sanat yapacağız. Sanat yaşam alanlarında yapılıyor. İktidarların belirli bir tarihsel anda, belirli bir coğrafyada, belirli bir stratejinin parçası olarak insanları öldürmesi ve durumun kapitalist yasam tarzı ile olan ilişkisi tabi ki gündemimiz olmalı. Gündelik yaşamdaki zorunlu pratiklerimizin siyasi anlamları da var. Fakat sistem karşıtı varoluş biçimleri de bu zorunluluklar içerisinde devam ediyor. Siyasetin olanakları anlamında belirli bir ayrıklığı da elden bırakmamak lazım. Metnin politik gündemi politikadan çok kültür çalışmaları içerisinde işlevselleşiyor. Bir alanı kodlamaya çalışıyor Mbembe. Avrupa’nın post-yapısal felsefe geleneğine kavram sağlıyor bu metin. Sanat için bir bağlam sunabilir. Bu alanda ödenekler var, fonlar var. Bu kavramların geçerli olduğu bir dünya üretimi söz konusu ve o dünyada ise reel politikaya yer yok. Fakat Marx ya da Gramsci’nin kavramları bu alanda işlemiyor. Eğer Mbembe bu noktada işletseydi bu kavramları bugün biz onu bu derecede bilmiyor olabilirdik. Bunu okuyucu reaksiyonundan da ölçebilirsin. Kurumsal ya da akademik okuyucudan söz etmiyorum. Sıradan bir okuyucu bu metne giremez. Yaşadığı his daha çok şudur: Ben bunu anlamadım, sanırım bende bir salaklık var. Post-yapısalcı felsefe okuyucuyla kendi arasında kurar bu epistemolojik hiyerarşiyi. Adresi neresi bu analiz üretiminin? İkincisi, belki de gerçekten hiçbir şey söylemiyor olabilir bu metinler. Bunu tümüyle atlıyoruz.
Cecilia Vicuna, Karl Marx, 1972, Tuval üzerine yağlı boya, 92 x 72 cm,
Solomon R. Guggenheim Müzesi New York, Latin American Circle ve Elisa Estrada, Camilia sol de Pool, Eugenia Braniff, Clarissa Bronfman, Mara ve Marcio Fainzilber, Marianne Hernandez, Catherine Petitgas, Ana Julia Thomson de Zuloaga ve Rudy Weissenberg’in katkılarıyla satın alınmıştır. © Cecilia Vicuna
Barış Acar: Politika anlamında bu nokta önemli sanırım. Zira Marx da felsefe geleneğinden gelen bir adam. Genç Hegelcilerden, Feuerbach’ın öğrencisi ama bir süre sonra felsefe tarihini felsefe yapmakla itham ederek bir kopuş gerçekleştiriyor. Aslında felsefenin durduğu yeri değiştirme çabası bu. Politikayı mistifiye etmek yerine öne doğru atıyor. Hegelci idea’yı ya da daha geriye gidersek tözü (substance) aramıyor. Hatta radikal bir hamleyle tarihte kendini açan idea fikri yerine, açılmakta olanın iktisat olduğunu göstererek siyaset alanını öneriyor. Meta analizi toplumsal kurgunun temelinde idealar yerine ekonomik yapıların durduğunu gösteriyor. Marx’ın pratik felsefesinin anlamı bu. Bu anlamıyla nekro-politika evreni aslında yeniden bir idea arayışı gibi geliyor bana. Burada benim için kritik olan Marx’ın aslında kavram aramaması. Tam da konuşmanın başında vurguladığımız gibi kodlarla hareket etmeyi öneriyor gibi. Tözler ya da hakikatler yerine siyaset alanını domine edecek kodlarla işleyen yapılar var Marx’ın düşüncesinin arka planında. Burada soru şu: Reklamcının kullandığı kodla Marx’ın kullandığı kod arasındaki ayrım ne? Bu bizi hegemonya teorisine taşıyacak nokta. Her iki işlem de kodlarla sürdürülüyor. Dikkat edersen Foucaultcu söylem analizi de hakikatler yerine bu tarz bir kodlama ilkesini temel alır. Ama Marx’ın kodlarının yönelimi ile reklam şirketinin kullandığı (ya da Mbembe’nin metninde olduğu gibi, kültürel alanda dolaşıma sokulmuş) kodların yönelimi çok farklı. Marx felsefeyi, hadi ontolojiyi diyelim burada, kodlayarak siyaset alanını çeşitli özneleşmeler üretecek şekilde düzenlemeyi öneriyor. Zira bu özneleşmeler meta ilişkilerini ortadan kaldırmak gibi bir amaca yönelmiş durumdalar. Reklamcı ise aksine kodlarla, senin deyiminde ontolojik denebilecek, yeni bir tabaka üreterek siyaset alanını dışarıda tutmaya, meta ilişkilerini yeniden üretmeye çalışıyor. Dolayısıyla kodun kendisi ya da kodlama edimi değil, kodlamanın yönü, yönelimi, ürettiği kuvvetler üzerine düşünmemiz gerekiyor. Mesela nekro-politika artık politikaya göndermiyor bizi. Hafifçe biyo-politikaya gönderiyor. Dikkat et, o bile çok belirsiz tutulmuştur aslında. Zira biyo-politikanın nesnesi de daha açıktır. Arzu üretimi, iktidar mekanizmaları, kapatma rejimi gibi... Ölümden bahsediyoruz artık, ama neyin ya da kimin ölümü? Yaşamdan bahsediyoruz, ama neyin, kimin yaşamı? Bir mücadele anında bunların pozisyonları var. Oysa bütün bu kod üretiminde sanki böyle pozisyonlar yokmuş gibi nötr terimler dolaşıyor ortalıkta. Nazi toplama kampındaki direnişçinin pozisyonuyla askerin pozisyonu aynı düzlemde değil. İkisinin ölümü aynı değil. Dolayısıyla şiddet eleştirisi içinde yansızlaştırılan politik tutum aslında politikasızlaşmayı getiriyor. Böylece metnin kendisi devletleşmiş olarak karşımıza çıkıyor. Direnişin olanağını eliyor. Akademik alanda dolaşabilir, STK’lardan destek bulabilir hale geliyor.
Onur Serdar: Çok benzer bir örnek olarak Holocaust meselesine bakalım. Kendiliğine hapsolmuş bir mesele haline geliyor bütün tarihsel süreç. Onun başka bir şeyle bağlantı kurduğu durum ancak başka bir soykırım. O kadar eşsiz bir istisna haline geliyor ki bu ontolojik zemin içinde ne sonuçları ne de koşullarıyla bağ kuruluyor. Orta Avrupa’da mesele akademiye kapatılmış durumda. Tarif edilemez ve sıfır noktasına çekilmiş bir olay olarak görülüyor. Hitler ya da bütün faşizm adeta kaynağını tanrıdan almış, suçun akümüle olduğu tarih dışı bir figüre dönüşüyor. Halbuki kapitalizmin tarihine dahildir Hitler. Hem de onun semptomu olarak. Bunun üzerine konuşmanın tabu haline getirildiğini görüyoruz. Bütün soykırımlarda asıl faile odaklanmayı dağıtan kökensel bir kötülük kategorisi işletiliyor. Bu bir mekanizma. Holocaust koşullarını sağlayan bir deli var ortalıkta, evet, ama bu gücün kaynağı hakkında konuşmak neredeyse yasaklanmış durumda.
Barış Acar: Bence burası çok önemli. Totoloji fikriyle bağdaşıyor çünkü. Tarihin dışında sadece kendisiyle açıklanabilen yapılar, istisnalar haline geliyor bu olgular. Totolojinin burada yaptığı ne? Bu kendisidir diyen yaklaşım birbirine modüller halinde eklenen yapılar kuruyor. Soykırım soykırımda zincirleniyor. Feminizm ya da kuir çalışmaları mağduriyet hikâyeleri derlemesine dönüşüyor. Burada evrimsel bir model anlayışı var. Wendy Brown’un söylediği gibi, milyonlarca birbirine benzeyen küçük hikâyeyi bir araya topladığında buradan bir değişim gelmesini bekliyorsun. Bu yüzden post-yapısalcı teorinin kurumsal yapılar içinde kullanılma biçimi bana tam da sosyal demokrasinin yeni görünümü gibi geliyor. Kavramlarını radikal pozisyonlardan alıyor ve onları revize ederek siyaset karşısında liberal denebilecek bir siyasetsizleştirme üretiyor. Mevcut sistemin aksayışına işmar eden ama onu değiştirmek için herhangi bir mekanizma önermekten kaçınan, hatta alttan alta bunun imkânsızlığını ima eden bir yeniden düzenleme edimi bu. Mbembe’ye döneyim. Senin ölümüne karar veren birisi var diyor teori ama cümlenin devamı nerede? Şimdi ne yapacağız? Mukadderat mı bu; bunu mu söylemek istiyorsun? Politika aslında bu cümlenin devamında başlamıyor mu? Sosyalizmin bir alternatifi vardı. Bu suskunluk bu yüzden sosyalizm karşısındaki korkunun da bir tezahürü gibi geliyor bana. Biraz daha devam edersek radikal pozisyonlar almamız gerekecek. Onun yerine biz ucunu açık bırakalım diyor sanki. Sosyal demokrasinin temel işlevini bu olarak görüyorum ben; liberal demokrasi, yani politikasızlaştırma. Konsensüs rejimi içinde şeyleri birbiriyle eşitleme. Nazilerle direnişçiler böylece aynı şiddet sarmalının parçaları haline gelebiliyor. Bu minvalde üretilmiş ne kadar çok film, dizi yapıldı bu son 15-20 yıl içinde. Hümaniter bir çerçeve içine sıkıştırılmış bir eylemsizlik, politikasızlaştırma gizli orada.
Comments